RAISED BY WOLVES: Makine, İnsan ve Narsisizm

İlk sezonu 10 bölüm olarak tasarlanan ve ilk iki bölümünün hem yönetmenliğini hem de yapımcılığını Ridley Scott’ın üstlendiği Raised by Wolves, 3 Eylül 2020’de HBO’nun streaming platformu HBO Max’da yayınlanmaya başladı. Bilimkurgu türündeki dizinin yaratıcısı ve başyazarı, Aaron Guzikowski. Okumakta olduğunuz yazı, birinci sezonun ilk yedi bölümüne dayanmaktadır (8 ve 9. bölümler 24 Eylül’de, sezon finali ise 1 Ekim’de yayında) ve dizinin hikâye akışıyla ilgili kilit bilgiler (spoiler) barındırmaz. Bu çalışmada hem isim hem de sıfat olarak kullanılan “insan” ve “makine” kavramları üzerine düşünürken, dizi hakkında genel kanımızı paylaşmak istedik.

Öncelikle yapımın dikkatimizi çekmeyi kolaylıkla başardığını ve kültürel altyapısı oldukça dolu bir anlatı içerdiğini belirtelim. “Dikkat çekmek” tabiri ilk bakışta basit kalıyor ancak 1960’lardan (2001: A Space Odyssey), 1970’lerden (Alien) beri bilimkurgu türünde çok fazla sayıda iyi örnekle karşılaşmış, bu türe olan sevgisi Teminator franchise’ı ile iyice genişlemiş olan bir izleyici kitlesinin dikkatini çekmek, aslında hiç kolay değil. Bu türe aşina olan seyircinin sinemasal evreninde Star Trek, Planet of The Apes, Alien, Terminator, Battlestar Galactica, Star Wars, I, Robot, Blade Runner, Firefly, Interstellar vb. yapımlar bulunduğu için, 2020 yılında başrolünde androidlerin bulunduğu bir diziyle insanları ekran başına bağlayabilmek, Scott’ın, Guzikowski’nin, oyuncuların ve tüm ekibin başarısı.

Sinopsis

Dünya yaşanamaz hale geldiğinde Mother / Anne (Amanda Collin) ve Father / Baba (Abubakar Salim) adlı iki android, “insanlığın son umudu” mottosuyla, içinde birçok insan embriyosu bulunan bir mekikle Kepler-22b gezegenine gönderilirler. Görevleri, bu yeni gezegende insanlığın eski hatalarını tekrarlamayacak yeni bir koloni, yeni bir medeniyet inşa etmek. Bu amaca uygun bir şekilde programlanmışlar. Father belli fonksiyonları bulunan bir hizmet robotu iken, Mother aynı zamanda bir Necromancer, nam-ı diğer ölüm makinesi. Bu özelliğini sadece çocukların hayatları tehlikedeyse devreye sokuyor. Tabii necromancer’ın gerçek sözcük anlamının “ölülerle iletişim kurabilen kimse” olduğunu da ekleyelim.

Açık alan çekimlerinin çoğu Güney Afrika Cumhuriyeti’nde yapılmış olan dizide, gezegen olarak Kepler-22b’nin seçilmiş olması bilimkurgu türüne bir saygı duruşu adeta, çünkü bilindiği gibi Kepler-22b, gerçekte var olan, keşfedildiği NASA tarafından 5 Aralık 2011’de resmen açıklanan, Güneş Sistemi dışında bir gezegen. Adını Güneş’imize kütle ve yüzey sıcaklığı açısından çok benzeyen Kepler-22 yıldızından alan gezegen, Dünya’nın 2.4 katı büyüklüğünde ve eksen eğikliği Dünyamız gibi 23 değil, 90 derece. Yaşam olup olmadığı sadece tahminler üzerine kurulu çünkü Dünya’ya olan uzaklığı 638 ışık yılı, diğer bir deyişle bir uzay mekiğine binip Kepler-22b’ye gitmek yaklaşık 23 milyon yıl sürecektir.

Amanda Collin, Abubakar Salim

Cast

Oyunculuklar kesinlikle çok iyi, bunu söylerken daha çok başrolü paylaşan Amanda Collin ile Abubakar Salim’den bahsediyoruz. Yine ön planda olan Marcus ile Sue karakterlerine hayat veren Travis Fimmel (Vikings, Warcraft) ile Niamh Algar (The Shadow of Violence, From The Dark) da çok iyi iş çıkartıyorlar elbette ancak Collin ile Salim’i farklı bir yere koyma sebebimiz, her ikisinin de birer androidi canlandırıyor olması. Bir insan gibi rahat davranamayacakları için oyunculuklarını her saniye kontrol altında tutmaları gerekmekte, öte yandan bir robot gibi abartılı davranışlara da yer vermemeliler, kısacası fiziksel hareketler, jestler ve bakışlar söz konusu olduğunda insan ile makine arasındaki o ince çizgiyi yakalamaları gerekiyordu, bunu da çok güzel bir şekilde başarmışlar kanımızca. 

Niamh Algar, Travis Fimmel

Necromancer

Mother’ın eski bir Necromancer’ın yeniden programlanmış versiyonu olması, kuşkusuz dizide hem görsel, hem de kurgusal açıdan kilit noktalardan bir tanesi. IMDB’ye verdiği kısa röportajda Ridley Scott, Necromancer için New York’taki Rockefeller Center’ın girişinde duran devasa bronz Atlas heykelinden esinlendiğini söylüyor. Öte yandan bir sanatsal yaratımın birçok düzlemde yaratıcısından bağımsız olarak algılandığının ve çözümlendiğinin de altını çizerek, Raised by Wolves’daki Necromancer’ın Brezilya’da bulunan, kaidesiyle beraber 38 metre yüksekliğe ulaşan Jesus The Redeemer (Kurtarıcı İsa) heykelini ve yine duruşu açısından genel anlamda çarmıha gerilmiş İsa Mesih’i andırdığını söylemek de abartı olmayacaktır. Necromancer’ı yeniden programlayan Campion Sturges’ın (Cosmo Jarvis) androide bakarak “Sen insanlığın son umudusun” demesi de bu tezi desteklemektedir.

Necromancer’ın beslendiği diğer bir kaynak, şüphesiz Antik Yunan mitolojisinde geniş yer bulan Medusa anlatısı. Ovidius’un meşhur Metamorphoses (Dönüşümler) eserindeki anlatıya göre Poseidon, Medusa’ya Athena’nın tapınağında tecavüz eder, ardından Athena, Medusa’yı cezalandırmak için ona saç yerine yılanlar verir ve yüzünü de o kadar korkunç yapar ki, bakan her kimse anında taşa döner. Bu noktada cezalandırılan neden Poseidon yerine çok saçma bir şekilde Medusa oluyor orası bir muamma tabii. Sonrasında farklı anlatılarda Perseus, yine Athena’nın kendisine verdiği ayna sayesinde Medusa’nın kafasını kesmeyi başarıyor. Raised by Wolves’da da aynı şekilde, Necromancer’a bakan kişinin çok kötü bir şekilde can vermesi, üstelik ona zarar vermeye çalışılan bir sahnede insanların Necromancer’ın yüzüne büyük, ayna benzeri bir yansıtıcı tutmaları gibi motifler, karakteri Medusa mitolojisine kaçınılmaz bir şekilde bağlıyor.

Necromancer karakterine yüklenebilecek üçüncü bir özellik, gözlerini çıkarabiliyor olmasına dayanıyor. Yine Antik Yunan mitolojisinde Graeae nitelemesiyle (“Yaşlı kadınlar”, “Gri renktekiler” veya “Gri cadılar”) üç cadıdan bahsedilir. Adları Deino, Enyo ve Pamphredo’dur ve aralarında bir göz ile bir dişi paylaşırlar. Hesiodos, ünlü eseri Theogonia’da bu cadılardan Enyo’yu “kentleri yerle bir eden” şeklinde tanımlar. Raised by Wolves’da Mother / Necromancer’dan birkaç defa “cadı” şeklinde bahsedilmesi de bu göndermeyi doğrular niteliktedir.

Makine – İnsan Ayrımı

Dizinin elbette en çok öne çıkan konusu, insan benzeri makineler, androidler. Ve yapay zekaya sahip bu güçlü makinelerin, insanlarla olan ilişkisi. Sinema tarihinde sayılamayacak kadar çok dile getirilmiş olan bu konuyu, Raised by Wolves biraz daha hassas bir düzlemde, makine ile insan arasındaki en büyük ayrım olan doğum kavramı üzerinden ele alıyor: Makineler çocuk yetiştirebilir mi? Dizinin adındaki “kurtlar tarafından yetiştirilme” tabiri de bu soruya dayanıyor. Bu noktada “android” yani antropomorfizm bağlamında “insan benzeri” kavramına da dikkat etmek gerek, zira makineleri ancak insan ile olan benzerliği oranında kendi doğamızla karşılaştırıyoruz. “Bir masaüstü bilgisayar çocuk yetiştirebilir mi?” sorusunu sormak aklımıza bile gelmezken, söz konusu bir android olunca hemen “insandan farkı ne, neler yapabilir?” sorularını sıralayıveriyoruz.

Burada 2008 tarihli, hak ettiği ilgiyi görememiş olan Sarah Connor Chronicles’da Summer Glau’nun canlandırdığı android Cameron’ın John’a yaptığı sayısız “insan şakalarını” hatırlamadan edemiyoruz. Örneğin Cameron, John Connor’a “seni özledim” dediğinde John’un gülümseyerek karşılık vermesi, ardından Cameron’ın “Kandırdım!” demesi gibi birçok sahne, antropomorf makineleri insan olarak algılamamıza çok yerinde dokundurmalardı. Raised by Wolves’da da bazı sahnelerde çocuk karakterlerin Mother’a gülümsememesini, insani yüz ifadeleri takınmamasını söylemeleri yine aynı konuya parmak basmaktadır.

Dizideki çocuk karakterlerin ve diğer insanların, ancak özellikle çocuk karakterlerin, makinelere inanılmaz bir nefret beslediğini de söylemeden geçemeyeceğim. Kişisel bir yorumda bulunacak olsam da, bu durumun hayli rahatsız edici olduğunu belirtmek isterim. Bu elbette dizideki iki androidin tıpkı Cameron’ın yaptığı gibi, seyirci olarak beni “kandırmış” olmalarıyla da açıklanabilir, ancak olaya gerçekçi olarak baktığımızda, Kepler-22b’nin saldırgan ortamında çocukların, kendilerini insanlardan çok daha iyi bir şekilde koruyabilecek olan bu iki androide karşı nefret beslemeleri de oldukça tuhaf. Bunun sebebi büyük olasılıkla yaşanamaz hale gelen dünyada, Terminator anlatısında olduğu gibi, makinelerin hüküm sürüyor olması. Öte yandan çocuklar Dünya’daki bu durumdan haberdar mı, dizi o konuda (şimdilik) bir bilgi vermiyor.

Alan Turing ve “Turing Testi”

İngiliz matematikçi, bilgisayar bilimcisi, kriptolog ve düşünür Alan Turing (1912-1954), çalıştığı her alanda çığır açıcı buluşlar yapmış, birçok önemli konuya kuramsal açılımlar getirmiştir dersek hiç abartmış olmayız. Kriptoloji alanında çalıştığı İkinci Dünya Savaşı döneminde Alman kuvvetlerin şifreli iletişim sistemini düzenli olarak kırmış, bu sayede belki de milyonlarca insanın hayatını kurtarmıştır. Ardından kuramsal biyoloji alanında çalışırken Morphogenesis (bir hücre veya dokunun şekil kazanmasını sağlayan, hangi şekle bürüneceğini belirleyen biyolojik işlem veya süreç) dalında başyapıtı sayılan The Chemical Basis of Morphogenesis’i kaleme almıştır. Son olarak matematik üzerinden geliştirdiği kuramsal bilgisayar biliminde yaptığı çalışmalar sayesinde ise, günümüz bilgisayarlarının ve yapay zekanın temelini atmış ve bir bilgisayarın “akıllı” olup olmadığını belirlemeye yarayan Turing Testi’ni ortaya koymuştur.

Alan Turing

Turing Testi, bir makinenin “akıllı” olup olmadığını, yapay zekası aracılığıyla insanı taklit edip edemediği üzerinden sınıyordu. Turing, yapay zeka ve onun sınanması konularını 1950 yılında, Mind dergisinin Ekim sayısında yayımlanan Computing Machinery and Intelligence başlıklı makalesinde ele alır. Burada yine kendi buluşu olan ACE (Automatic Computing Engine – Otomatik Hesaplama / Programlama Makinesi) benzeri bir makineye yüklenecek olan yapay zekanın, bir yetişkini değil, bir çocuğu taklit etmesi gerektiğini, ardından bu yapay zekanın “eğitilerek” yetişkin aklını taklit etmesinin sağlanabileceğini belirtir. Ortaya koyduğu test de, makinenin insanı kandırabilme kapasitesinde yatmaktadır. Günümüzde bunun tam tersi, hemen her gün karşımıza çıkan CAPTCHA testleridir.

Isaac Asimov ve Robotik’in Üç Yasası

Amerikalı yazar Asimov’un üç yasasını ilk duyduğumda kendi kendime “edebiyat eserindeki bir kullanım bilime hizmet ediyor, ne ilginç” demiştim ancak biraz araştırınca durumun bu kadar masum olmadığını öğrendim, çünkü Prof. Isaac Asimov (1920-1992), zaten biyokimya alanında (Boston Üniversitesi) çalışan bir bilim insanıydı! Yani bu üç yasa, bilimsel olarak temellendirilmiş olmasalar bile, en azından sadece hayal gücünün değil, aynı zamanda bilimsel aklın da devreye girmesiyle ortaya konmuşlardı ve bu açıdan da çok önemliydiler. Söz konusu üç yasayı hemen hatırlayalım:

  1. Hiçbir robot bir insana zarar veremez veya hareketsiz kalarak bir insanın zarar görmesine neden olamaz.
  2. Bir robot, insanlar tarafından verilen her komuta, söz konusu komutlar ilk yasayla ters düşmediği sürece uymak zorundadır.
  3. Her robot, sonuçları ilk veya ikinci yasayla çakışmadığı sürece, kendi varoluşunu korumakla yükümlüdür.

Birçok sinemasal veya yazınsal anlatıda karşımıza çıkan bu kurallar, Asimov’un robotik bilimine dayandırdığı sayısız yapıtında birer ilke olarak yer almaktadır. “Sayısız” derken abarttığımızı düşünen okurlarımız olursa diye Asimov’un yaklaşık 500 kitapta imzası bulunduğunu, hayatında 90.000 civarında da mektup yazdığını ekleyelim.

Raised by Wolves ve Narcissus’un Pençesindeki İnsanlık

Yazımızın başındaki narsisizm kavramına ve tabii ki diziye dönersek, biraz yukarıda bahsettiğim, dizideki “robot nefreti” konusuna değinmek gerekecek. Yapay zeka sahibi makineleri, kısacası androidleri hem gerçek hayatta, hem de sinemada sürekli aşağılıyoruz insanlık olarak. Ne Terminator’lere “tost makinesinden hallice”, Asimo gibi ilk robot denemelerine “merdiven bile çıkamıyor” demediğimiz, ne de arkadaşlarımızı “robot musun sen?” diye eleştirmediğimiz kaldı.

Raised by Wolves’daki karakterlerin çoğunda da androidlere yönelik bir aşağılama söz konusu. Dayanak nedir? İnsan değiller. İnsan mükemmel bir canlı çünkü. Dünya’nın en muhteşem yaratığı, insan. Bu yargı kime ait? İnsana. Buna karar verebilecek tek otorite kim? Yine insan. Bu durumda bilimsel bir bakış açısıyla, “insanın mükemmelliği”, geçersiz bir yargıdır. Bu biraz da, bir kişinin çıkıp “en akıllınız benim ve buna ben karar verdim” demesine benziyor. Medeniyetler ölçeğinde baktığımızda, bir kişinin kendi kendini kral ilan etmesini andıran, yani diktatörlüğe işaret eden, faşizan bir davranış biçimi, robotlarla dalga geçmek. İşte bu açıdan son derece kendini beğenmiş, kibirli bir tür ne yazık ki insan.

Günümüzdeki Captcha testleri insanın kavrama yeteneğindeki yavaşlık üzerine kuruluyken, yapay zeka kavramını hor görmek yerine eksiklerini gidererek onu insanlığın yararına kullanmanın yollarını aramak daha doğru, daha insanca gibi sanki.

H. Necmi Öztürk

Bir Cevap Yazın