Bir Kelebeğin “Ol”masına Tanıklık Etmek: KOZA

Bildiğiniz gibi Kino 2020: Alman Filmleri Türkiye’de” film festivali kapsamında gösterilen filmlerin sonuna geldik. Sitemizde bu festivale ayrılmış yazılarının kapanışını da Kokon (Koza) ile yapıyoruz. Tabii sitemizde yayınlanacak birkaç Kino yazısı daha olduğunu da hatırlatalım. Koza 2020 yapımı bir Leonie Krippendorff filmi. Genç yönetmenin az sayıdaki işlerinden bir tanesi Koza, dolayısıyla önümüzdeki yıllarda kendisinin elinden çıkma pek çok farklı film izlemek olası diye düşünüyoruz.

Film Almanya’da, Berlin’in Kreuzberg bölgesinde yaşayan bir grup gence çeviriyor kamerasını ve bizi onların yaşlarına, dertlerine, aşklarına ve ilk kalp kırıklıklarına bir süreliğine ortak ediyor. Filmdeki ana kahramanımız, ablası Jule’ün (Lena Klenke) arkadaşlarıyla takılan, sessiz ve içine kapanık Nora (Lena Urzendowsky). Alman dizilerini sevenler, Lena Klenke’yi How to Sell Drugs Online (Fast)’ten tanıyacaklardır mutlaka. Klenke bu açıdan Alman yapımları adına umut verici bir aktris olarak göze çarpıyor.

Filmin ele aldığı konular aslında basit: Nora’nın etrafındakilere uyum sağlayamayışı, gençlerin sosyal medya düşkünlüğü, hayatı kaçırışları, her şeyi abartmaları, bazı şeylere yeni yeni başlamaları ve heyecan duymaları, üzülmeleri, korkmaları, aşk yaşamaları, her şeyle dalga geçme eğiliminde olmaları, kendilerini tanımaya çalışmaları ve sürekli zayıflama arzusunda olmaları gibi bütünüyle ergenlik süreci çatısı altında gelişen konulara odaklanıyor film. Esasen bu kadar basit ve her bireyin bildiği, muhtemelen çoğunu da yaşadığı türden temalar söz konusu olmasına rağmen, film bir şekilde bir yerden tutuyor seyirciyi ve yüzünde bir gülümsemeyle Nora’yı takip etmesini, o düştükten sonra kalktıkça mutlu olmasını sağlıyor.

Düşmezsen Büyüyemezsin

Kişisel olarak fikrimi belirtmem gerekirse, bu tarz “büyüme sancısı” filmlerini çok fazla tercih etmememe rağmen, filmde bir naiflik, bir güzellik bulduğumu söyleyebilirim. Belki kadın izleyiciler Nora’nın sancılarına daha yakın hissederler kendilerini, bunu tabii ki kesin olarak söyleyemem ancak şunu diyebilirim ki Nora’da hepimizin koruyup kollamak istediği bir samimiyet, bir incinebilirlik mevcut.

Film Nora’nın evrenine pek çok yerden bakıyor: Kreuzberg’teki Türk-Alman etkileşimleri, kültür karmaşası, ailevi sorunlar, insanların bireysel kırgınlıkları ve bunları nasıl dışarıya yansıttıkları, kişinin kendi cinselliğini ilk keşfettiği zamanlar, krizler ve tabii ki eşcinsel aşk. Film çoğunlukla en son sözünü ettiğim temaya değiniyormuş gibi dursa da bu temayı diğer tüm konularla öyle güzel harmanlamış ve de en doğal hâliyle aktarmış ki hiçbir öge abartı, gerçek dışı veya zorlama gibi gelmiyor. Sıradaki cümleyi okuyan bazı okurlar ateş püskürmek isteyebilirler tabii ki ancak genel kanının aksine ben 2017 yapımı Call Me by Your Name’in (Beni Adınla Çağır) tam da bu “zorlama” olan gruba girdiğini düşünüyorum.

Bu film muhtemelen Beni Adınla Çağır gibi sansasyonel olmayacak, ancak bunun sebebi zaten tam da bu filmin daha samimi, içten ve de sade olması. Bu yazının amacı tabii ki iki filmi bütünüyle karşılaştırmak değil, zaten aralarında benzerlikten çok farklılık mevcut. Ancak Beni Adınla Çağır da aklımıza gelen ilk filmlerden olduğundan, özellikle değinmek istedik diyebiliriz. Bunlara ek olarak Koza’nın yönetmeninin bir kadın olmasının da filmin vermek istediği mesajı daha doğru ve de içten bir biçimde verebilmesine olanak sağladığına inanmamak elde değil.

Kozadan Dışarı İlk Adım

Filmde gerçekleşen olaylara göz atacak olursak, Nora yazın ablası ve onun arkadaşlarıyla vakit geçirdikçe aslında hemcinslerinden hoşlandığını fark eder. Akabinde ilk kez regl olur ve okulda bu konuyla ilgili kazalar geçirir. Bu esnada ona kendisinden birkaç yaş daha büyük bir kız öğrenci yardımda bulunur ve Nora neredeyse ilk bakışta bu kıza âşık olur. Onunla vakit geçirdikçe, Nora aslında diğer kişilere neden uyum sağlayamadığını fark eder. Nora onlardan farklıdır, daha duygusaldır ve öbür kızlarınki gibi dertleri yoktur. Şiir sever ve duygu içeren temas onun için daha ön plandadır. Bu kızla yani Romy (Jella Haase) ile daha da fazla vakit geçirdikçe, ruh eşini bulduğunu düşünür, duygularıyla barışır ve kendisini Romy’ye tamamen açar. Olay örgüsüne devam etmeden önce, Jella Haase’yı da yine bu festival kapsamında izlediğimiz Berlin Alexanderplatz’dan tanıyabileceğinizi hatırlatalım.

Yine de bu ilişkinin sonunda Nora’yı bir kalp kırıklığı beklemektedir, zira Romy bu ilişkiye kendisini adamış değildir. Yine de bu düşüş, Nora’ya tam da gereken şeydir. Zaman geçer, Nora kendisini toplar ve tıpkı odasında beslemekte olduğu tırtıl gibi bir kelebek olur ve uçar. Film bu açıdan kesinlikle pozitif ve de duygusal bir tonda bitiyor bize kalırsa ve izleyicinin içinde sıcacık bir his bırakıyor. Zira biliyoruz ki Nora’nın olması gereken kişi hâline gelebilmesi için hem kozasından dışarı çıkması hem de bu ilk tökezlemeyi yaşaması gerekiyordu. Ancak sonuç olarak doğru olanı yaptı ve yoluna devam etmeyi seçti.

Filmden alabileceğiniz keyif karakterlere ve konuya ısınıp ısınmadığınıza, filmi izlerkenki modunuza ve filmden ne beklediğinize bağlı kesinlikle. Eğer güzel, sakin bir büyüme kurgusu izleyeyim diyebileceklerdenseniz bizce tavsiye edilebilecek bir film. Konusu ve içeriği gereği “Bu filme festivalde pek de gerek yokmuş” diyenler tabii ki çıkabilir. Ancak bizce çoğu şeyin kökü çocuklukta ve de bu tarz transformasyon süreçlerinde yatıyor. “Bu gibi ilk deneyimler, ilk heyecanlar ve hayal kırıklıkları da önemli değilse, peki ya önemli olan şey ne?” diye düşünmeden edemiyoruz.  Dolayısıyla bu tarz duyguları saf ve oldukça narin bir biçimde aktaran filmleri kucaklamaktan başka çare bulamıyoruz diyebiliriz. Zira bazen bize tam da bu gerekiyor. Keyifli seyirler!   

Ece Mercan Yüksel

Bir Cevap Yazın