Elden İnsan Olmaktan Başka Bir Şeyin Gelmediği Zamanlar: DAYS OF BEING WILD

Hafızaya sahip olmanın korkunç ağırlığını bedeninizin her yerinde hissedebileceğiniz Days of Being Wild (1990), geçici duygulara elini kaptırmış bir ruhun içten içe çürümesini konu alıyor. Sinemasında her zaman “gerçeklik” sorunsalının içini paslı bir çivinin ucuyla deşen yönetmen Wong Kar-Wai, Days of Being Wild filminde de “bilmenin”, “gerçeklikle karşılaşmanın”, “hakikatin ağırlığının” ne kadar tahammül edilemeyecek şekilde ağır ve sancılı bir süreç olduğunu gözler önüne seriyor. Etrafımızdaki herkesin bildiği gerçeklik bir anda kendi gerçekliğimizle buluşunca ister istemez ortaya çıkan pürüzler, filmin en kilit noktalarını birbiriyle buluşturuyor. Wong Kar-Wai’nin takıntılı olduğu gerçeklik dürtüsü ise izleyiciye elindeki paslı çivinin tadını tam anlamıyla aksettirebiliyor. Bu tat ise film bittikten uzun bir süre sonra da hafızalarda yer ediyor.

Bilinçli Rastlaşmaların Kalıcı Tahribatı

Söz konusu “gerçeklik” olunca insan hayatının en vazgeçilmez ve takıntılı olduğu konulardan biri de “rastlaşma” mevzusudur. Bu rastlaşmaların ilki gerçekleştiğinde kişinin bilincine yansımayabilir ve bu nedenle de tam olarak rastlaşma sayılmaz ancak onu takip eden rastlaşmalar bir köşede biriktikçe adeta bir köpek balığı gibi kendi çemberine rastlaşmaların ilki olan o “ilk an”ı da ekler. Bu noktada hafızanın bir yanına kazınan gerçeklik zorunlu olarak kişinin peşini bırakmayan bir hakikat haline dönüşür. Ne ondan tam olarak vazgeçmek mümkündür ne de en başa kadar gidip onu kendi elleriyle silmek. Yuddy karakterini canlandıran, çok genç yaşlarda aramızdan kendi isteğiyle ayrılan, alanında fazlasıyla yetenekli oyuncu ve şarkıcı Leslie Cheung, bu anlamda kendi hakikatinin altında ezilen yorgun bir karakter. Wong Kar-Wai, onu o kadar “yorgun” çizmiş ki filmin en başında bile onu izlerken duygusal bir yoğunluk hissetmemek elde değil. Kar-Wai’nin ikinci uzun metrajlı filmi Days of Being Wild, yönetmenin bir sonraki filmlerinin nasıl bir tonda ilerleyeceğinin göstergesi adeta.

Leslie Cheung

Filmde Leslie Cheung’a eşlik eden kişi ise, 2000 yılında yönetmenin adının tüm Dünyada duyulmasını sağlayacak olan In the Mood for Love (Aşk Zamanı) filminde başrolü oynayan Maggie Cheung. Film klasik bir drama hikayesini karşımıza sunmuş olsa da, Wong Kar-Wai’nin eşsiz bakış açısıyla çekildiğinden izleyicide derin tahribatlar bırakabilecek düzeyde ilerliyor. Anlatıda her ne kadar her şeyi başlatanın basit bir rastlaşma olduğunu düşünsek de bu rastlaşma koltuğunu bir anlığına hatıralara, anılara ve bilince teslim ettiği vakit, Yuddy aracılığıyla biz de izleyici olarak kalıcı bir tahribata maruz kalıyoruz. Bir anlamda filmin karakterleri için post-modern bir yapıda çizildiğini söyleyebiliriz ancak bu, hiçbir şekilde izleme seyrinize ket vurmuyor. Wong Kar-Wai daha çok bireyin iç dünyasına bakış yaptığından post-modern yapı sadece post-modern olarak havada asılı kalıyor ve yönetmen bizi karakterlerin içine her defasında daha çok soktukça geri dönülemez bir acının da parçası haline geliyoruz.

Hakikatin Tekinsiz Yüzü

Yuddy ve Su Li-zhen (Maggie Cheung) için ortak hatıralarına kemik kazandıran en önemli işaret, ikisinin arasında geçen hakiki anın onlar için gelecekte her zaman kalıcı olarak varlığını sürdürecek olan hakikatiydi. İkilinin aralarında geçen diyalog ve “zamanın geçiciliğine” vurgu yapan “sadece bir dakikalığına arkadaş olma” eylemi filmin izleyiciyi ölümsüz bir çizgiyle büyülediği an oluyor. Bu an, Yuddy ve Su Li-zhen için hakikatin en karanlık ve tekinsiz yüzü. İkisinin de ileride bu bir dakikanın acısını her salisede “saatlerce” çekeceği olgusu,bir gerçek olarak perdede asılı kalıyor. Yuddy’nin kendisinin dahi farkında olmadığı irrasyonel arzularının dışavurumu her seferinde kendi yüzüne attığı darbelerin bir izi olarak resmediliyor.

İkilinin aralarında geçen diyalog ve “zamanın geçiciliğine” vurgu yapan “sadece bir dakikalığına arkadaş olma” eylemi filmin izleyiciyi ölümsüz bir çizgiyle büyülediği an oluyor. Bu an, Yuddy ve Su Li-zhen için hakikatin en karanlık ve tekinsiz yüzü. İkisinin de ileride bu bir dakikanın acısını her salisede “saatlerce” çekeceği olgusu, bir gerçek olarak perdede asılı kalıyor.

Anlatıda en çok yorulan ve bu yorgunluğu kaldıramayan, bedenini oradan oraya sürükleyen karakter Yuddy olarak karşımıza çıksa da onun kurbanlarının kendi içinde sonsuz uçurumları var. Kendi içinde bölümlerine ayrılabilme potansiyeli de olan Days of Being Wild, bir noktadan sonra Carina Lau’nun canlandırdığı Leung Fung-ying karakterini karşımıza çıkarmasıyla Yuddy’nin artık gerçek anlamda insan olmaktan başka çaresinin kalmadığına işaret ediyor. Ne olursa olsun Yuddy’nin yanından ayrılmayan Leung Fung-ying bir nevi Yuddy’nin gerçekliğinin ete kemiğe bürünmüş hali.

Film boyunca araya giren karakterler, filmin en başında zihnimize kazınan o bir dakikayı sürekli bize hatırlatır. Bu da filmin duygusal yoğunluğuna daha derin bir felsefi duruş getirir. Wong Kar-Wai’nin filmlerindeki en güzel “oluş”, insana sürekli “insan” olduğunu hatırlatan öğeleri kullanmasıdır. Bu da onun filmlerine varoluşçu bir değer katıyor. Days of Being Wild, bir aşkın büyümesinin, emeklemesinin ve kısa sürede hayata veda etmesinin en güzel kronolojisini yansıtıyor. Bu anlatıya insan duygularının en tekinsiz, çıldırtıcı ve bir o kadar da nefes kesen tatlılığı eklenince başta masum gibi görünen bir hayalin vurdumduymaz doğasını derinden hissediyoruz.

Unutuş Vaktinin Hazinli Bekleyişi

Yuddy’yi başlangıçtan beri en iyi şekilde temsil eden kuş hikayesi onun zihnine yer etmiş olan bir dakikanın unutulmak üzere son kez hatırlanmasının en iyi ibaresi. Burada unutuş en çok da gerekli olunca, keyfi olarak kendini göstermediğinden ağırlığını daha saf bir şekilde hissettiriyor. Yuddy’ye göre bu kuş hep uçmuş, hiç durmadan, ancak hiçbir yere gitmemiş. Uçmuş olsa da her zaman başlangıçta olduğu yerde çakılı kalmış. Yuddy tam da kendisiyle ilgili gerçeği öğrendiğinde bu kuşun modelini alıyor. Hikâyenin öncesini bilmiyoruz, bu anlamda filmin anlatısının ortadan bir yerden başladığını ve asıl başlangıcının da sunulmadığını hatırlatalım. Kuşun, uçmuş olsa da bir türlü hiçbir yere varamamış olması Yuddy’ye göre onun en başından ölmüş olması demekti. Bu durum ise bizi, onun en başında öğrendiği ancak bizim o esnada onun yanında olmadığımız zaman dilimine götürüyor. Anlatının o kısmı en az bir yağmur ormanı kadar karmaşık ve bulanık.

Diğer yandan filmin anlatısında mitolojik bir dokunuş bulunduğunu da eklemek gerekir. Yuddy, hiçbir zaman asıl annesine erişemeyen ancak her kadında ondan parçalar arayan bir karakter aynı zamanda. Bu da onun zihninde her tanıştığı kadına dair tatminsizlik ve boşluklar oluşturuyor. Anlatının bu yapısı tamamen bilindik mitolojik anlatıları andırıyor. Bu bakımdan Days of Being Wild’ın post-modern bir mit olduğunu söyleyebiliriz.

Wong Kar-Wai filmlerinin en önemli baharatı olan müzik unsuru bu filmde de oldukça ön planda. Hatta filmdeki çoğu anlatının iç karartıcı yapısının kökleri buraya dayanıyor. Özellikle İspanyol müzisyen Xavier Cugat’nın Perfidia adlı şarkısı Days of Being Wild ile bütünleşmiş, karakteristik ve derin bir özelliğe sahip. Şarkının hikayesinin sevgi ve aldatmaya dayandırılması ise Days of Being Wild’ı özetleyen bir başka yaklaşım. Varlığın geçiciliğine yüklenen film, izleyende açtığı derin uçurumlarla yönetmenin en özel filmlerinden biri.

Burcu Meltem Tohum

Wong-Kar Wai hakkındaki tüm eleştiri yazıları için tıklayın.

Bir Cevap Yazın