Bizleri etkilemeyi başaran, bize “bu filmi başkaları da izlese ne güzel olur” dedirten, düşünce evrenimizden ve sinemasal hafızamızdan çekip çıkarttığımız 10 filmle tekrar karşınızdayız. Kısaca tanıttığımız veya bazen sadece üzerine gevezelik yaptığımız filmlerden oluşan seçkimiz yine oldukça geniş bir yelpazeye yayıldı: Tarihsel olarak 1929’dan günümüze, tür olarak ise dram, dram ve yine dram. Her yazar filmlere kendisi karar veriyor dolayısıyla nasıl oldu da dram dışında hiçbir film çıkmadı ortaya orası belirsiz. Listemizdeki tek komedi olan It Happened One Night dışında belki Contagion‘ı korku türüne dahil edebiliriz içinde yaşadığımız dönem nedeniyle, bir de On The Silver Globe‘u bilim kurgu türüne ama, bilemedik. Sözü daha fazla uzatmadan sizleri özenle seçtiğimiz 10 filmle baş başa bırakıyoruz, bol filmli günler!
Annie Hall (Berfin Tutucu)

Woody Allen‘ın kendini, ilişkilere dair düşüncelerini, rahatsız olduklarını ve başrol oyuncusu Diane Keaton ile yaşadıklarını anlattığı en otobiyografik filmidir Annie Hall. Nevrotik, entelektüel, zeki ve pesimist karakterleri ile tanınan Allen‘ın filminde -yine- pesimist bir komedyen olan Alvy ile nevrotik bir şarkıcı olan Annie birbirlerine aşık olurlar ve birbirlerine aşık olurken aralarında geçen diyalogların asıl yüzünü yalnızca izleyiciler bilir. Bir sinema filmi yapmaktan öte bir romanı sinemalaştıran Woody Allen‘ın senaryosu son derece yoğun ve histerik.

Karakterler arası daimi olarak “ne demek istenildi” krizine yönelik paslaşmalar söz konusu ve bu paslaşmalar bir süre sonra karakterlerin tek başlarına topla oynama sürelerini arttırmasına neden oluyor. Modern kadın-erkek ilişkileri hakkındaki görüşlerini deneyimleri ile sabitleyen Allen bu filmi ile insanın var oluşunun yalnızlık üzerine kurulu olduğunu gösteriyor.

Hayatı horrible (korkunç/berbat) ve miserable (sefil/perişan) olarak ikiye bölen Woody bir bakıma ilişkilerin ilerleyişini miserable tarafta görüyor çünkü her ilişki ilerlerken ve kendi dinamiklerine göre ivmeler kazanıp kaybederken miserable tarafta kendi kendine çabalamaya çalışıyor fakat başarılı olamadan, en sonunda duran bir köpek balığı haline geliyor. Woody Allen‘ın her filminde olduğu gibi şehri dolaşırken aynı zamanda uzun sohbetlere dahil olunan ve şehirli entelektüelleri en keyifli şekilde yansıtan bir yapım Annie Hall.
Bird Talk (Burcu Meltem Tohum)

Senaryosu ve hikayesi Andrzej Żuławski tarafından yazılmış olan Bird Talk (Mowa ptaków), vedalaşmak için özgürlüğe doğru giden bir anlatı sunuyor. Xawery Żuławski, bu filmi babasının ardından kalan mektupların, yazıların derlemesi sonucu oluşturmuş. Esasında filmin genel anlatım yapısına bakarsanız bu anlamda bir kolaj etkisi de görebilmek mümkün. Söylenene göre Andrzej Żuławski, kendisine pankreas kanseri teşhisi konulduktan sonra oğlu Xawery Żuławski’ye Bird Talk’ın hikayesini ulaştırmış. O günden beri bu anlatı adı dahi değişikliğe uğramadan günümüze gelmiş. Belki anlatıdaki tek fark, oğlu Xawery Żuławski’nin kendi ağzından babasına söylemek istedikleri olabilirdi. Bu ise bir şehir efsanesi gibi gerçekliğini tamamen yitirmemiş olan bir mesele. Yine de şu bir gerçek ki ömrü yetseydi Andrzej Żuławski’nin mutlaka çekmek isteyeceği bir filmdi Bird Talk.

Filmin görsel ve metinsel olarak anlatı yapısının kolaj niteliğinde olduğunu belirtmiştik ve bu doğrultuda filmin içinde Xawery Żuławski’nin yıllar boyunca beraber çalıştığı insanları gözden kaçırmak pek mümkün değil. Bunlar arasında film yapımcısı Piotr Kielar, görüntü yönetmeni Andrzej J. Jaroszewicz’in yanı sıra birçok farklı isim yer alıyor. Hatta bu isimler arasında özellikle Polonya Sineması’nın gözde ve emektar bestecisi olan Andrzej Korzyński de var. Kendisi aynı zamanda Andrzej Żuławski’nin en yakın arkadaşlarından biri olduğu için filmin müziklerinin de anlatı açısından bir o kadar uyum içinde olduğunu söylemek mümkün. Ülkemizde 39. İstanbul Film Festivali’nin Ekim seçkisi çerçevesinde gösterilen Bird Talk, edebi, felsefi ve filmsel referanslarla dolu bir film. İlk izleyişinizde sizi dumura uğratıp kendisini bir daha izlemenizi sağlayacak filmlerden biri.

Bird Talk (Mowa ptaków) kelime anlamı olarak da “düşüncenin özgürce kendini ifade edebilmesi” üzerine bir gönderme unsuru taşıyor. Bir doktora tezi gibi senaryosu, hikayesi olan film, her sekansında izleyiciyi notlar almaya götürüyor. Bu filmi özellikle entelektüel bir geçit töreni gibi düşünürsek anlatısının bilgi havuzunda yüzerken kendinizi yeni okuma notları alırken bulabilirsiniz. Daha önceden Polonya Sineması’nın inceliklerine ve naif, üzeri kapalı göndermelerine alışkın olan izleyici için Bird Talk’un damakta bırakacağı tadın enfes olacağından eminiz.
Contagion (H. Necmi Öztürk)

Sanırım 2013 yılıydı, filmi izleyip herkese önermeye başlamıştım, “hayatın kırılganlığını, bir virüsün tüm Dünyayı pençesine almasını anlatan bir film” diye. Beni en çok etkileyen kısmıysa, filmi izledikten sonra ellerimi çok daha sık yıkamaya başlamış olmamdı, bunu sağlamıştı film. Şimdilerdeyse Salgın adlı bu filmi bir anlamda gündelik hayatta yaşadığımız için filme hiç yanaşasım yok. Geçenlerde tekrar izlesem mi acaba dedim, yapamadım. Tabii tüm bunlar filmin çok iyi çekilmiş, (belki de covid sonrasında) izleyende belgesel izliyormuş havasını uyandıran, iyi oyunculuklarla bezeli başarılı bir yapım olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Yukarıda belgesel tabirini kullanmamdaki sebeplerden biri de, filmde salgının kaynağında yine yarasaların yer alması! Başka bir hayvan daha var ama belki içinde bulunduğumuz pandemi bittikten birkaç yıl sonra filmi izlemek isteyen olabilir, spoiler vermeyelim. Filmin konusu malum, çok hızlı yayılan bir virüsün tüm Dünyayı çok kısa sürede ele geçirmesi ve yaşanan olayların sağlıkçıların, devletin yönetim kademesindekilerin ve tabii ki halkın gözünden anlatılması söz konusu. Sonrasında zar zor bulunan aşının “önce kimlere vurulacağı” konusundan tutun da gündelik yaşamın uğradığı değişime kadar her tür yan etkiye değiniyor Soderbergh. Dediğim gibi, şu günlerde izlerseniz belgesel gibi gelmemesi çok zor.

Kate Winslet, Gwyneth Paltrow, Jude Law, Matt Damon, Laurence Fishburne ve Marion Cotillard gibi yıldızların oyunculuklarının yanısıra yardımcı rollerde izlediğimiz oyuncuların performanslarında da göze batan hiçbir aksama bulunmuyor ve genel olarak hayli korkutucu olsa da bir o kadar da bilinç kazandıran, didaktik sıkıcılığa girmeden öğretici olabilen bir yapım Contagion. Filmden aklımızda kalan güzel bir alıntıyla bitirelim: “Eskiden insanlar silah taşımadığını göstermek için el sıkışırlarmış, şimdiyse silah, elin kendisi”.
Falling Down (H. Necmi Öztürk)

1993 yapımı Falling Down, başkahramanı William “D-Fens” Foster (Michael Douglas) ile herkesin özdeşleşebileceği, onda hemen herkesin kendini bulabileceği bir filmdir dersek abartmış olmayız. Yoğun trafik, bir şey satın almadıkça para bozmayan dükkân sahipleri, adres seçen taksi şoförleri, çalışmayan ankesörlü telefonlar, bir şey sorduğunuzda cevap vermeyen insanlar, selam verdiğinizde karşılık vermeyenler, bunlardan en az bir tanesi mutlaka başımıza gelmiştir. Çoğunlukla “neyse, hayat işte” deyip geçiyoruz ama bazen de herşey üst üste gelince oldukça farklı karşılıklar verebiliyoruz bu durumlara.

İşte Falling Down da, iyi anlaşamadığı eski karısının evine, küçük kızının doğum günü partisine yetişmeye çalışan William Foster’ın geçirdiği kötü bir güne odaklanıyor. Önce hiç ilerlemeyen trafikte sıkışıp kalan William, arabasını olduğu gibi bırakıp yola yürüyerek devam etmeye başlıyor, yaşadığı birkaç aksaklığın ardından eski karısına telefon etmek için bozuk paraya ihtiyacı olduğunun farkına varınca bir dükkâna girip para bozdurmak istiyor doğal olarak. Ancak dükkân sahibi “paranı bozmam için bir şey satın alman gerek” diyor, William bir şey satın aldığı halde bu şahıs “gereksiz” hareketlerine devam edince, William da dükkânı, parasını vererek düzgün bir şekilde satın aldığı beysbol sopasıyla bir güzel dağıtıp yerle bir ediyor.

Bundan sonrasıysa çok yerinde kotarılmış bir toplumsal eleştiri düzleminde kendini gösteriyor. 49 yaşındaki Michael Douglas rahatlıkla bu zor rolü üstlenirken, diğer bir usta oyuncu olan Robert Duvall da dedektif rolünde filmin önemli artılarından. Daha çok action filmlerine aşina olduğumuz yönetmen Joel Schumacher de çok yerinde bir seçim olmuş, zira hem aksiyonun hem de bir anlamda toplumsal vaka incelemesinin ön planda olduğu yapımda, her iki tarafa da eşit yer verilmesi filmin yönünü netleştiren bir etmen. Dediğimiz gibi kendinizi kolaylıkla özdeşleştirebileceğiniz bir karakteri başrolde izlemek büyük keyif, tavsiye edilir.

A Ghost Story (Burcu Meltem Tohum)

Zaman kavramıyla hem yakından hem de uzaktan bir problemi olan A Ghost Story, trajik bir hayalet hikayesini karşımıza çıkarıyor. Bir yokluk bilmecesi içerisinde baştan aşağı dramatik bir kompozisyon çizen film, hayatta kalanlarla hayattan yitip gidenleri derinlemesine sorguluyor ve bunu yaparken de kendi felsefi bakış açısından hiç ödün vermiyor. Görünür olup da kendini diğerlerine gösteremeyen ve çevresindeki kimseye ulaşamayan “hayalet”, varoluşsal olarak dehşete kapılmış olan ruhunun sıkışmışlığının nasıl acı verdiğini gösteriyor. Aslında onun film boyunca yaşadığı doğaüstü öfke patlamaları kendi içindeki insanın öyküsünün dışavurumu. Form değiştirdikten sonra içinde bulunduğu dünyaya dışarıdan bir türlü etkisi olamayan ama dünyanın tüm etkilerini kendi içinde yavaş yavaş işleyen ve onlardan etkilenen C (Hayalet) için hayat, en az yeryüzünde yaşayan insanlarınki kadar sıkıcı, yorucu ve dayanılmaz derecede acı verici. Tek fark C’nin bu duygularını, yaşadıklarını paylaşabilecek kimsenin olmaması. Daha da acısı ise sevdiği insanın onun hayatından çıkışına tanık olup ona bu tanıklığı fiziksel olarak gösterememesi.

Ghostie film kategorisine giren A Ghost Story, hikayesine bağlı kalarak varoluşçuluk, nihilizm, fizik, evrim teorileri gibi konulara da derinden değinen ve izleyiciye aynı derinlikte bir bakış açısı sunan bir yapım. Konusunu takiben filmin adının tamamen ironik ve metaforik olduğunu söyleyebiliriz. A Ghost Story, klasik anlamda izleyiciye bir hayalet hikayesi sunmaz. Öyle ki filmin içindeki korku öğesi olabilecek her unsur belli bir dram kompozisyonuna göre çizilmiştir. Filmin tam anlamıyla hayalet yani görünmez olarak zamana meydan okuma mücadelesi üzerine olduğunu söyleyebiliriz. Eğer görünmez olma yeteneğimiz olsaydı biz de tam olarak C gibi zamanın parmaklarımızın ucundan kayışını ancak bu denli hızda izleyebilirdik. Zamana karşı koymanın, ona karşı dayanmanın sonucunda ise üzerimizde kalan yorgunluk, ağırlık ise filmin dram düzleminde kendini en çok hissettiren özelliği.

“Sonsuz olmanın da bir bedeli var” şeklindeki alt başlık ile film boyunca takip ettiğimiz tüm sekanslar izleyiciye daha olaylar kesinliğini kazanmadan önce keskin bir atmosfer sunuyor. Bu noktada filmin görüntü yönetmeni olan Andrew Droz Palmermo’nun etkisinin çok büyük olduğunu söyleyebiliriz. Çekim olarak 4×3 boy-en oranıyla çekilmiş olan film, olabilecek en arzusal fantezi dünyasının kapılarını en depresif şekilde aralıyor.

It Happened One Night (Ece Mercan Yüksel)

It’s a Wonderful Life (1946) da dahil olmak üzere Amerikan sineması tarihinde pek çok önemli filme imza atmış olmasıyla bilinen Frank Capra’nın 1934 tarihli filmi It Happened One Night’ın (İki Gönül Bir Olunca) başrollerinde Clark Gable ile Claudette Colbert yer alıyor. Gable iyi bir haber bulmaya çalışıp “turnayı gözünden vurmak” için uğraşan bir gazeteciyi canlandırırken, Colbert de bir Wall Street zengini olan babasının senelerdir süren baskısından kurtulmak isteyen genç ve asi bir kadını canlandırıyor. Neredeyse 87 yaşında olan bu film için saklı kalmış bir cevher kalıbını kullanabiliriz. En çok Gone with the Wind (1939) filmiyle tanıdığımız Gable bu filmde de akıllara kazınan bir performans sergilemiş.

Babasından kaçmakta olup New York’taki eşine gitmeye çalışan Ellie Andrews (Colbert)yolda Peter Warne (Gable) adında bir gazeteciyle karşılaşır lâkin onun gazeteci olduğundan habersizdir. İkilinin en başta çıkara ve çekişmeye dayalı ilişkisi yolculuk boyunca gelişir ve kahramanlarımızın hisleri de değişen bu ilişkiyle beraber bir dönüşüme uğrar. Heyecanı ve komedisi hiç dinmeyen bu yapımda karakterlerin de içinden geçtikleri bu dönüşümü yakından takip etme fırsatı buluruz.

Filmdeki optimist ton tüm hikâyeye imzasını atarken bunun dönemin alışılagelmiş yaklaşımlarından bir tanesi olduğunun farkına varabiliriz. Sinemanın bir “kaçış” olarak görüldüğü dönemde her ne aksilik olursa olsun sonunda rast giden işler, tesadüfi karşılaşmalar ve şans eseri gelişen her şey bu filmde de baskın çıkmakta. Bunlara ek olarak, filmde dönemin büyük ekonomik depresyonundan kalma birtakım izleri de görmek mümkün. Sonuç olarak It Happened One Night izleyicisine çok keyifli vakit geçirtecek, romantizm dolu bir hafta sonu komedisi.

Lady Bird (Berfin Tutucu)

90. Oscar Ödülleri kapsamında 5 dalda aday gösterilen Lady Bird yapımının yönetmen ve senarist koltuğunda Greta Gerwig bulunuyor. Filmin başrolünde Saoirse Ronan yer alırken ona bir yıldız gibi parlayan Fransız oyuncu Timothée Chalamet eşlik ediyor. Anne ile gençlik çağındaki kızı arasında yaşanan çalkantılı ve yer yer acı, yer yer ise mizah dolu çatışmaları konu alırken Gerwig ilk yönetmenlik deneyimi ile kendi sinema sesini bulmaya çalışıyor.

Katolik lisesine giden ve bulunduğu yerdeki en dikenli çiçek olarak kendi sanatsal ruhunun ihtişamını katlayan Christine ona doğumunda verilen kimliğine dahi bir karşıtlık oluşturarak kendi ismini kendisi seçer ve bu şekilde var olmak için bir çaba içine girer. Christine için kendi tercihleri dışında var olan şeyler ona ait değildir ve olmak istediği kişiyi ancak kendi tercihleri içinde gerçekleştirebilir. Bu tercihini de ilk olarak kendine isim vererek kullanır. Ona ulaşmak ve seslenmek için kendisine verdiği ismi kullanmak gerekli olur. Annesiyle olan tüm çatışmalarına rağmen çiçeğini onun için özel olduğunu düşündüğü birisine açtığında ve hayal kırıklığına uğradığında bile, yine annesinin kollarında ağlar ve en sonunda yine teşekkür ettiği kişi annesi olur.

Lady Bird filmi bol övgüyle karşılandı çünkü genç bir kadının ilerleyiş sürecinin bir erkek tipinin etrafında gelişmemesi ve o erkek tipine hizmet etmemesi gerçek hayata daha yakın bir hikâye olarak görüldü. Genel olarak filmlerde yer verilen kadınların var oluş nedenleri bir erkek tiplemesini daha yukarı seviyeye taşımak olurken Lady Bird‘de yer alan tüm karakterlerin var oluş nedeni Christine karakterini bir basamak ileriye taşımaktır.

Notorious (Ece Mercan Yüksel)

Alfred Hitchcock yönetmenliğindeki 1946 yapımı Notorious Türkçe’ye Aşktan da Üstün şeklinde geçmiş. İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma havayı destekler şekilde, film Amerikan yetkililerinin bir Nazi grubu üzerinde araştırma yapmasını konu ediniyor. Bu siyasi çatışmaların ortasında da Cary Grant’ın canlandırdığı Devlin ile Ingrid Bergman’ın canlandırdığı Alicia Huberman karakterleri arasında filizlenen aşk yer alıyor.

Alicia Huberman’ın babası Nazilerle iş birliği yapmaktan ötürü hüküm giymiştir ve Devlin’in görevi de Alicia’yı Güney Amerika’daki Nazi grubunun içerisine casus olarak girmesi için ikna etmektir. İkili zamanla birbirine âşık olur ve etrafında erkeklerin varlığından hoşlanan, aynı zamanda üzerinde de fazlasıyla ilgi toplayan Alicia da bu aşkla beraber adeta “bambaşka” bir kadın olur çıkar. Lâkin görev tanımı biraz fazla ileriye gider ve bu durum çiftimizin ayrılığına sebep olur. Yine de çoğu şey planlandığı gibi gitmeyecektir ve iki kahramanın da kurtuluşu bu aşka bağlı olacaktır.

Filmle alakalı ilginç bir nokta olarak şundan söz edebiliriz: Hitchcock -ayrı ayrı- Bergman’ı ve de Grant’i başrol yaptığı diğer filmlerinde bu oyunculara bütünüyle farklı karakterler bahşediyor. Mesela Grant 1941 yapımı Suspicion (Şüphe) filminde tamamen güvenilmez ve kaypak birini canlandırırken, bu filmde kol kanat geren, güvenilir birini canlandırabiliyor. Bu da aktör veya aktrislerin Hitchcock ile olan ilişkisine farklı bir boyut katıyor, tüm Hitchcock filmografisine ayrı bir bütünlük getiriyor. “Cinayetsiz veya içerisinde suç işlenmeyen Hitchcock filmi olmaz” şeklinde bir genelleme yapacak olursak, Notorious da bu genellemeyi fazlasıyla doğruluyor diyebiliriz. Sonuç olarak, çarpıcı bir şekilde biten Notorious şüphe, gerilim ve heyecanla dolu bir sinema klasiği.

On The Silver Globe (Burcu Meltem Tohum)

Türkçe’ye Gümüş Küre olarak çevrilen On The Silver Globe (Na srebrnym globie), Polonya Sineması’nın bilimkurgu türündeki en önemli temsilcilerinden biri olarak sayılıyor. Film, Polonya Edebiyatı’nın önde gelen isimlerinden olan Jerzy Żuławski’nin Ay Üçlemesi (The Lunar Trilogy – Trylogia księżycowa) ilki. Filmin, dönemin hükümeti tarafından birçok darbe yemiş olması nedeniyle günümüze ulaşan versiyonunda eksik veya kayıp kısımlar bulunmakta. Filmin en baştaki orijinal halini bugün bilmesek bile Andrzej Żuławski’nin elinde kalan görüntülerle toparlamaya çalıştığı On The Silver Globe, bu haliyle bile zihninizi kaşındırabilecek derecede güçlü bir alt yapı taşıyor.

Gizemli törenler, toplu ritüeller, mistik evren yapısı, gotik kostümler, melankolik renkte mekanlar ve akıl almaz düşsel evren kompozisyonu bu filmde önemli rol oynayan unsurlar. Żuławski’nin bu filmde savunduğu en önemli düşünce yapısı “mutsuzluğun anahtarının onu kontrol etmeye odaklı” olmasıdır. Neredeyse tamamen distopik bir atmosfer sunan On The Silver Globe, “özgürlük” konusundaki kısıtlamaları eleştiren bir ironi doğuruyor. Oldukça inişli-çıkışlı bir temposu olan filmde bütçesinden ötürü özel efektlere yer verilmemesine rağmen yaratıcı sahne tasarımları ve onu takip eden kostümler sayesinde fütüristik bir evren yaratılmış.

Çoğu bilim-kurgu türünde olduğu gibi bu filmde de bir medeniyet kurma çabası var. Dünyaya benzeyen bir ortamda “daha iyi olanı” bulma arayışı, burada da aktarım düzeyinde aynı yolu takip etmiş olsa da Żuławski’nin kendi anlayışındaki “gerçeklik” algısı mutlaka tadılmalı. Özellikle varoluşsal şiddetin seviyeleri izleyicinin içine derinden işleyebilir. Öznel çekimlerin yanı sıra “agresif” bir kamera kullanımının hâkim olduğu On The Silver Globe, ülkemizde 36. İstanbul Film Festivali’nde gösterilmişti. Görsel ve işitsel olarak felsefi deneyimin tüm sınırlarını zorlayan On The Silver Globe, her yönüyle büyüleyici, bilim-kurgu türünün öncülerinden.

The Woman Men Yearn For (H. Necmi Öztürk)

Bu sene ilk kez çevrimiçi olarak düzenlenen Hippodrome Sessiz Film Festivali’nde (İskoçya) izleme şansı edindiğimiz The Woman Men Yearn For (Erkeklerin Nefesini Kesen Kadın), Marlene Dietrich’in nadir sessiz filmlerinden. Hatta kendisi birçok defa “hiçbir sessiz filmde oynamadım” beyanında bulunmuştur, Weimar Sineması uzmanı Margaret Deriaz bu tutumu, bir şairin kendi antolojisine gençlik şiirlerini dahil etmemesine benzetiyor, haklı da çünkü Dietrich en çok Der Blaue Engel (1930) ve Marocco (1930) gibi sesli filmleriyle tanınıyor.

The Woman Men Yearn For veya Three Loves, izlediğim en depresif sessiz filmler arasında an itibariyle zirvede gibi görünüyor. Bir Kara Film güzellemesi gibi duran yapımda hiçkimse mutlu değil, evlenmek üzere olan Henry Leblanc bile annesine “siz babamla hep mutluydunuz değil mi?” diye sorduğunda odadaki herkesin yüzü asılıyor ve buz gibi bir hava esiyor. Evlenmek üzere trene binen çiftimiz mutsuz, diğer kompartımanda bir katil ile o katile kocasını öldürmesi için gerekli ayarlamaları yapmış olan bir kadın var, bu kadın ile tanışan her erkek daha da mutsuz ve bedbaht halde, kısacası filmin genel atmosferinden “neden yaşıyoruz ki?” sorusu fışkırıyor dersek abartmış olmayız.

Bu noktada, oyunculardan bile önce filmin müziğini besteleyen The Frame Ensemble’dan bahsetmek gerek. Tabii “bestelemek” fiili pek doğru değil zira dört müzisyenden oluşan klasik müzik topluluğu, Hippodrome Sessiz Film Festivali’nde gösterilecek bu film için bir araya gelip (filmi 4-5 defa izledikten sonra) doğaçlama olarak bir performans sergilemişler ve bu performans kaydedilerek söz konusu sessiz filmin müziği haline gelmiş. Yani ortada önceden bestelenmiş bir yapı bulunmuyor. The Frame Ensemble’ın bu filme en güzel getirisi ise, yaylı çalgılar ve inanılmaz eser miktarda çalınan perküsyon. Neden derseniz, bilindiği gibi sessiz sinemanın baş eşlik enstrümanı, piyanodur. Özellikle komedi filmlerinde, hızlı sahnelerde hareketli parçalar icra edilir, hüzünlü sahnelerdeyse yavaş çalınır, vs. Ancak filmimiz muhteşem bir çello yakarışıyla başlayınca, seyirci olarak alnımızdan vurulmuşa dönüyoruz. Gerçekten de filmin pesimist ve karanlık atmosferine harika oturmuş yaylı çalgılar.

Oyuncular bence muhteşem performanslar sergilemişler, kesinlikle sessiz dram filmlerinde nadir görülecek seviyede. Marlene Dietrich hakkında ne söylenebilir, bu filmde kendisine atfedilen “erkeklerin aklını başından alan kadın” rolünü minimalist oyunculuğu ve mimikleriyle harika bir şekilde yerine getiriyor. Filmde rol çalan diğer kadın oyuncu ise Edith Edwards, genelde “geride kalan kadın” rollerindeki oyuncuların göz alıcılıkları bazı makyaj hileleriyle yok edilmeye çalışılır, bu filmde ya bu yola başvurmamışlar, ya da yaptılarsa da işe yaramamış. Diğer iki erkek başrol Uno Henning ile Fritz Kortner de son derece inandırıcı performanslar sergilemişler, kısacası yardımcı rollerle beraber bile dört dörtlük bir kadro mevcut. Sessiz sinema, daha doğrusu sinema tutkunlarına şiddetle tavsiye edilir.

Dial M for Movie
Tüm seçkilerdeki kısa eleştirilere BURADAN ulaşabilirsiniz.