Yetişkinler İçin Masallar: İnsan Olmaya Dair 7 Hikâye

Macar yönetmen Bence Fliegauf’un İKSV’nin Mayıs Ayı Seçkisi’nde izleme fırsatını bulduğumuz Rengeteg – Mindenhol látlak (Forest – I See You Everywhere / Orman – Seni Her Yerde Görüyorum), 2021 yılında gösterime girdi. En İyi Yardımcı Oyuncu kategorisinde filmdeki aktrislerden Lilla Kizlinger’ın Gümüş Ayı Ödülü’nü kazandığı film birbirinden bağımsız yedi bölümden oluşuyor. Bu “birbirinden bağımsız” olma durumu bize ünlü Polonyalı yönetmen Krzysztof Kieślowski’nin Dekalog’unu (1989-1990) anımsattı. Dekalog esasen Yahudilik inancındaki 10 Emir üzerine kurulmuş on adet orta metrajlı yapımdan oluşur. Bunlardan ikisinin (Aşk Üzerine Kısa Bir Film – A Short Film About Love, 1988 ve Öldürme Üzerine Kısa Bir Film – A Short Film About Killing, 1988) uzun metraj versiyonları da vardır. Bu on hikâye -ilk bakışta- birbirinden oldukça bağımsızdır fakat hepsi insanlık ve insanların hissettiği basit ancak bir o kadar da öldürücü olabilen şeyler üzerine kuruludurlar. Birbirlerinden bağımsız görünseler de birkaç adım geriye çekilip bakıldığında hepsi aynı şeyi anlatır gibi görünür, birbirleriyle bir bütün oluştururlar. En basit örneğiyle, Dekalog’ta aslında her bölüm aynı apartman grubunda geçer. Zaman zaman Dekalog’un bir başka bölümünde gördüğümüz bir oyuncuyu diğer bir bölümde örneğin asansörü kullanırken görürüz. Böyle düşünüldüğünde Dekalog akıllara “tek bir apartmanda, tek bir sokakta nasıl hayatlar, ne gibi duygular yaşanıyor?” sorusunu getirir.

Bu açıdan bakıldığında Dekalog çok insancıl, çok gündelik ve basittir, ancak bir o kadar da karmaşa ve anlaşılmazlık içerir. Orman – Seni Her Yerde Görüyorum’u bu açıdan Dekalog’a fazlasıyla benzettiğimi söyleyebilirim. Film birbirinden bağımsız yedi bölümde bambaşka insanları, mekânları ve de hikâyeleri işliyor. Ancak hepsi oldukça gerçekçi ve insan doğasına ait. İnsan doğasına ait olduğu kadar da çiğ… Bu durum, hikâyeleri filmi izleyen kişi için fazlasıyla gerçek ve etkileyici kılıyor.

Hikâyelerden birinde bir baba-kızın diyaloğunu izliyoruz. Diyalog gündelik olmaktan çok uzak, zira kız okulda yapacağı bir sunumun provasını yapıyor babasının karşısında. Ancak bu sunum annesinin ölümüyle ve babasının bu konudaki hatalarıyla ilgili. Bu yedi kısa film süresi gereği hemen konuya girdiği ve insani sorunları yüzümüze art arda adeta bir tokat gibi çarptığı için hissettirdiklerinin çok daha etkileyici olduğu bir gerçek. Hikâyeye göre kız annesinin öldüğü günü anımsıyor ve adım adım onun ölümüne giden yolu çiziyor. Bunu anlatırkenki soğukkanlılığı, babasını suçlayıcı tavırları, dürüstlüğü ve duygularını ifade ediş tarzı inanılmaz vurucu. Aktris Kizlinger’e ödülü getiren de bu oyunculuğu olmuş olmalı. Bu ani çıkış sonrası baba ve kız arasındaki soğuk yüzleşmeyi görüyoruz. Kızın iddialarından sonra babadan herhangi bir yanıt beklemiyoruz. Ancak şaşırtıcı şekilde baba da olayı kendi açısından anlatıyor ve bu durum olaya çok boyutluluk getirdiği kadar, çirkin seviyede acı verici bir derinlik de katıyor. Yüzleşmeye karşı yapılan bu beklenmedik yaklaşım filmin bu bölümünü çok çarpıcı kılıyor.

Başlangıç ile Son Arasındaki Görünmez Çizgi

Diğer altı hikâyeye devam etmeden önce araya şöyle bir not düşelim: Bu yedi kısa parçanın her biri, o anda göstermekte olduğu spesifik hikâyenin en son karesini göstererek başlıyor, akabinde kronolojik gidip, daha sonrasında hikâyenin başında ilk kez gördüğümüz sahneyle bitiyor. Buna ek olarak, film sonu jeneriğinin sondan başa doğru akması hikâyenin sonuyla başını birleştiriyor, kendi içerisinde bir döngü yaratıyor ve hayatın döngüselliğine atıfta bulunuyor. Bunun, üzerinde düşünülerek yapılmış bir tercih olması filmi özel kılıyor diyebiliriz.

Bir başka bölümde, ölmek üzere olan bir adamı, onun oğlunu ve yine aynı adamın sevgilisini görüyoruz. Bu bölüm özellikle trajik, zira adam ertesi gün bir ameliyata girecektir ve masadan kalkamayabileceğinin farkındadır. Senelerdir sevgilisi olan kadınla kendi oğlunun birbirlerine ilgisinin olduğunu düşünmekte ancak bu konuda hiçbir duygu göstermemektedir. Üçü aynı masada otururken adam bunu inanılmayacak bir soğukkanlılıkla dile getirir. Kendi hayatının çürümekte olduğunun farkında olan adam hâlen canlı, ayakta ve cinsel ihtiyaçları olan sevgilisinin arzuları adına aradan çekilir ve kendini neredeyse feda eder. Oğluysa kadının kendisine olan ilgisinin farkındadır. Baba karakteri hastalığı gereği morfinle dolu bir uykuya dalarken ikili oturma odasında duygudan fazlasıyla uzak, hatta bütünüyle kimyasal ve dürtüsel bir birleşme yaşar. Çirkin, pis ve de iticidir bu, insana ait çoğu şey gibi…

Bir diğer bölümde ise bir dede ve torunu kadraja giriyor. Torunun dedesini evde “ölü” şekilde bulduğu sahneyi aslında filmin başında, diğer tüm bölümlerden önce görmüştük. Akabinde araya diğer bölümler giriyor ve biz filmin sonuna değin bu bölümde neler olup bittiğini öğrenemiyoruz. Dedeyi ölü sanıyoruz zira ortada dedeye uzun zaman boyunca ulaşılamamış ve en sonunda torun dedesine bakmaya evine gitmiş gibi bir hava mevcut. Lâkin filmin sonunda gördüğümüz üzere dede yaşıyor. Ölü sandığımız beden bizi şaşırtacak şekilde hareket ediyor ve eve birden yaşam doluyor. Bu bölüm iki nokta açısından çok kritik: Birincisi insan algısının ne kadar değişken olduğu ve aynı görünen iki sahneyi kendi algısıyla bütünüyle başka renklere boyayabildiği, bir diğeriyse yaşamla ölüm arasında çok ufak ancak bir o kadar da kocaman bir fark olduğu. Dedenin yaşıyor olduğunu anladığımız an izleyicide adeta onu ölümden döndürmüşçesine, ona hayat vermişçesine inanılmaz bir kuvvet ve mucizevi bir güç doğuyor. Anlatılması zor hisler yaşattığını söyleyebiliriz bu bölümün.

Yüzleşmeye Övgü

Bir başka bölümdeyse bir anneyle ufak oğlunun diyaloğuna tanık oluruz. Bugüne kadar izlediğim filmlerden yola çıkarak söyleyebilirim ki bu diyalog uzun zamandır gördüğüm en beklenmedik ve en ufuk açıcı diyaloglardan bir tanesiydi. Mezhebine oldukça bağlı olan Hristiyan anne, oğlunun şeytan tarafından ele geçirildiğini düşünmekte ve de onun arkadaşlarıyla oynamasını, dışarı çıkmasını yasaklamaktadır. Zira anneye göre çocukların oynadığı oyun günah içermekte – esasen basit bir kart ve karakter yaratma oyunu – ve oğlu doğru yoldan sapmaktadır. Çocuk neredeyse bir yetişkin gibi konuşur annesiyle. Yine aynı şekilde soğukkanlılığı, anlatım tarzı ve bakışları bu diyalogun gerçek olduğu izlenimini verir seyirciye. Çocuk din okuluna gitmeye yalnızca annesi için devam ettiğini söylemekte, annesinin inandığı dinin de bir başka karakter yaratma oyunundan başka bir şey olmadığını ifade etmektedir. Bu diyalogun sonucunda anne çıldırır, ancak çocuk çantasını alır ve evini terk eder. Bu kesinlik ve bıçak niteliğindeki diyalog, filme damgasını vurur.

Bir diğer bölümde bir adam ve de sevgilisinin diyaloğuna şahit oluyoruz. Diyalog basit bir sevgili diyaloğu olmasına rağmen insan ilişkilerinin karmaşık ve anlaşılmaz doğasına ışık tutuyor. Diyaloğa göre adam sevgilisi dışında başka bir kadına da duygusal olarak oldukça bağlı ve adamda onu koruma içgüdüsü mevcut. Bir fotoğraf makinesinden çıkan ve de büyüyen kavga insanın sevgiye, bağlanmaya, sorumluluğa, aldatmaya ve de affetmeye dair inançlarını sorgulatıyor. Bölümün sonunda, adam kavganın ana karakteri olan kadını bulmaya gidiyor – kendisinin kayıp olduğunu ve ortada bir sorunun bulunduğunu düşünerek – ve apartman dairesine giriyor. Kadın evde ölü bulunuyor, evdeki kedisinin temizlenmemiş kumu ve bir yerde yaşamış olan bir insanın arkasında bırakacağı türden şeylerle beraber… Basit bir şekilde giriş-gelişme-sonuç bölümlerinden oluşan ve sırf iki kişi yerine üç veya dört kişiyi kapsadığından ötürü ilginç olduğu “varsayılan” ilişkiler hakkında çekilen yapımlara nazaran bu tarz yapımlar çok daha çarpıcı ve kesin naçizane fikrime göre. Bölümlerin kısa olması muhtemelen işlenen konuların çok daha fazla vurucu, kesin ve de nokta atışı olmasını sağlıyor. Bölüm bittiği zaman geriye dönüp biraz daha devam etmesini dileyemiyorsunuz veya normal bir filmde olduğu gibi aklınızdan “filmin daha yarım saati var, kim bilir neler olur” diyemiyorsunuz. Tıpkı adamın kadını dairede ölü bulması ve bazı şeylerin kesin bir biçimde sonuçlanması gibi, bu filmin bölümleri de o kadar net ve de “son”lu.

Bir diğer bölümdeyse bir şarlatan insanların “ölüyor olmasından” para kazanıyor. Ciddi seviyede hastalığı olan insanların hastaneden uzak durmasını sağlayarak hastane yerine kendisine para ödemelerini isteyen adam bir çeşit spiritüel guru diyebiliriz. Pek çok aileyi bu şekilde kandırıp, insanların gözü önünde ölmesine izin verip bu insanlar üzerinden kazandığı parayla çok güzel bir evde yaşayan bir adamdan söz ediyoruz. Sevgilisini bu şekilde kaybeden birinin bu şarlatanı öldürmek üzere bir tetikçiyle anlaşmaya çalışmasıyla geçiyor bölüm. Tetikçi en sonunda ikna oluyor ve şarlatanı öldürmeye gidiyor. Tetikçi görevini yaptığında şarlatanın küçük kızı diğer odadan babasının yanına geliyor, bölüm de bu şekilde sona eriyor. Pek çok filmde “ölmeyi hak eden” insanların kendi ailelerinin yanında öldürülmelerinin “etik” olup olmadığı veya bu tarz aksiyonların sonuçları işlenir. Çocuklar babalarına ne olduğunu anlayamaz, ölümü tanımayan bir şekilde babalarına bakarlar. Çocuklarla yani hayatın çok başında ve ölüme çok uzak olan varlıklarla ölümü yan yana koymak ve oluşturduğu kontrastı güçlü bir anlam vermek için kullanmak pek çok yapımda başvurulan bir tercih. Bu açıdan bakıldığında filmin bu bölümü çok da orijinal değil, lâkin filmin giriş ve gelişme bölümünün oldukça ilginç olduğunu söyleyebiliriz.

Kuvvetini Yitirmeyecek Bir Dürtü: İz Bırakmak

Filmle ilgili bahsedeceğimiz son bölümde yine bir çift görüyoruz. Anlaşıldığı üzere bu çift çocuk sahibi olamayan bir çift. Kadın genç, lâkin adamla arasındaki yaş farkı büyük. Bu da adamın çocuk sahibi olamayışlarını kabullenemeyişine sebep oluyor. Zira adam yaşının farkında ve çok da geç olmadan baba olmak istiyor. Ancak anladığımız üzere biyolojik olarak bu mümkün değil – fiziksel olarak uygun olmayan kişi kadın – ama adam bir şekilde bu dünyaya mirasını bırakmaya kararlı. Bölüm bu şekilde anlatılınca oldukça normal geliyor kulağa, lâkin durum öyle değil. Durumu kabullenemeyen adamın ara sıra bir bebeği tuttuğunu, onu gardıropta sakladığını ve onu oradan çıkardığında sevgiyle sarmaladığını görüyoruz. Bu bebeğin plastik bir bebek olduğunu söyleyelim. Bu durum fazlasıyla hastalıklı bir görüntü oluşturuyor. Adamın bu acelesinin ve de dehşetinin görünürdeki sebebi baba olmak için fazla geç kalmamak ve o kayıp hissini yaşamamak isteği. Ancak bu görünürdeki sebebin altında yatan çok daha ilkel bir dürtü var.

Yaşlandıkça ve ölüme de bir o kadar yaklaşınca herkeste olmasa bile çoğu insandaki temel dürtü dünyaya kendinden bir parça bırakmak oluyor. İnsan soyunun devamı için bu temel dürtünün içimizde bulunması oldukça anlaşılır bir durum, tıpkı hayatta kalma içgüdüsü gibi. Zira bu dürtü olmasaydı insan soyunun bugüne kadar devam etmesi şaşılacak bir durum olurdu. Tabii ki mantıkla bu tarz dürtülerin üstesinden gelebilen veya bu dürtüyü hiç hissetmemiş olan insanlar da mevcut. Ancak bu bölümün kahramanı o insanlardan bir tanesi değil. Adamın aceleciliğinden bunun bir ölüm-kalım meselesi olduğu ve durumun aciliyeti anlaşılıyor. Buna sebep olan şey de adamın hayata tutunabileceği temel araç olarak bir bebeği görmesi. Bebek adama göre hem kendisi hem de ilişkileri için bir kurtuluş. Öyle ki adam eğer kadın bu konuda bir şey yapmazsa onu terk edeceğini söylemekten çekinmiyor. Evlat edinmenin adam için bir seçenek bile olmaması az önce bahsettiğimiz dürtülerin varlığını doğruluyor.  

Orman – Seni Her Yerde Görüyorum benim için festivalin (hatta bugüne kadarki tüm festivallerin) sürprizi oldu diyebilirim. Filmi açtığım esnada bu derece beğeneceğim ve de etkileneceğim bir yapım olduğunu kesinlikle tahmin etmemiştim. Bu açıdan hem yönetmeni hem de oyuncuları kutlamak gerek. Bir “hayattan kesitler” serisi sunan filmin bölümlerinin ortak noktası diyaloglara, hem de oldukça cesur olanlara odaklanması diyebiliriz. Bu cesur diyaloglar insanın zihninden uzun süre silinmeyecek türden. Bir gecede farklı farklı hayatlarda olan bitene odaklanan film zaman zaman pencereden dışarı baktığımızda düşündüklerimizi ancak cümleye dökemediklerimizi ekrana aktarıyor neredeyse. Buna ek olarak tüm bölümler bir şekilde insanlığın üç temel getirisine – hepsine olmasa da en azından birine – odaklanıyor: Hayatta kalma içgüdüsü, ölüm ve cinsellik. Son olarak şunu da ekleyelim: Bir kitap yazmak veya bir film çekmek gibi aktiviteler dünyaya bir iz bırakmanın en güzel ve kesin yollarından biri. Dolayısıyla yönetmen de ekranda gösterdiklerini kendi kamerasıyla uygulamış, dünyaya bu şekilde bir iz bırakmış diyebiliriz. Fırsatım olduğunda tekrar izlemeyi düşündüğüm bu yapımı sizlere de tavsiye ediyorum. Keyifli seyirler!

Ece Mercan Yüksel

Bir Cevap Yazın