FABIAN: Benimle Her Gün Saat 15:00’da Son Nefesimi Aldığım Yerde Buluş

Alman Sineması’nın dikkat çekici, filmlerinde sürekli yeni metotlar deneyen yönetmeni Dominik Graf’ın son filmi “Fabian: Going to the Dogs” (2021), Uluslararası Rotterdam Film Festivali’nin (IFFRHarbour Kategorisi’ndeki en dikkat çekici yapımlardan biri olarak karşımıza çıkıyor. Hem biçimi hem de anlatısında tercih ettiği dışavurumlar gereği toplamda 176 dakikadan oluşan Fabian: Going to the Dogs, tam anlamıyla bir ameliyat masasına boylu boyunca uzanmış, tüm organlarının incelenmesi için izleyicilerini bekler nitelikte. Dominik Graf; estetik deneyim, sanat, edebiyat ve hem sinema tarihi hem de dünya tarihi bağlamında çeşitli referanslara başvuruyor. Filmdeki en büyük zenginlik de bu referansların anlatının kurgusuyla sonsuz bir deneyim nosyonu oluşturması. Trajik romantizm hikâyesi, filmin sonuna değin bir beden inşa eder. Bu bir anlamda yönetmenin sinema dilinin de bir inşasıdır. Fabian: Going to the Dogs sonuna değin “tamamlanmamış olanın” deneyimini sunar. Anlatının bedenle işinin kalmadığı, iletişiminin kesildiği noktada ise başlangıçtan beri sonunun nereye bağlanacağını merak ettiğimiz hikâye, kendini gerçekleştirmiş olur. Bu anlamda Dominik Graf’ın biçimci bilmece anlatısı, ortaya kesinlikle keşfetmeye değer bir tablo çıkarıyor.

Dünya Düşündüğüm Şey Değil Beni Var Eden Şeydir

Filmin hemen ilk sekansında kendimizi bir metro istasyonunda buluruz. O esnada Jakob Fabian’ın (Tom Schilling) tam kafa hizasında, yer yer de omuzlarında onunla birlikte ilerliyoruz. Buradaki görsel dünya hali tam anlamıyla dolayımsız, anlatıda herhangi bir çözülme olmadan önceki haldedir. Buna rağmen hiç de yumuşak bir geçişi yoktur. Bu anlamda filmin giriş kısmı Xawery Żuławski’nin 2019 yapımı Bird Talk (Mowa ptaków) adlı filminin keskin ve hareketli geçişlerini anımsatır. Filmin jenerik tasarımı ise tam anlamıyla eski dönem Alman Sineması’na bir selam niteliğindedir.

Fabian: Going to the Dogs, hikâyesini kolayca açığa vuran filmlerden değil. Bu yüzden filmin hemen ilk yarısında kendimizi büyük ölçüde biçimsel göndermelere maruz durumda bulabilir, tamamen hislerimizle ve tüm algılarımız açık bir şekilde düşsel bir alışkanlığa kendimizi kaptırabiliriz. Dominik Graf’ın filmin ilk 70 dakikası için sunduğu bu türden büyüsel, sinematik bir evren var. Bu aşamadan sonrası ise anlamlandırmada tamamen kendimizi duyusal alışkanlıklarımıza bıraktığımız evrenin başlangıcıdır. Estetik deneyim ayrıcalığının en iyi şekilde tadına vardığımız bu 70 dakika boyunca sinema tarihini oldukça deneysel, görsel bir tabanda izleriz. Bu da Dominik Graf’ın kesinlikle yaratıcı ve bir o kadar da cesur yanının göstergesidir.

Algılanan Dünya, Aldanılan Mutlak Bağımsızlık

Fabian: Going to the Dogs ilk etapta izleyiciyi sürekli Fabian karakteri aracılığıyla toplu taşımalara götürür. Bu bir anlamda dünyaya ekstra bir pencereden / çerçeveden bakma biçimidir. Öte yandan yer yer Fabian’ın da kendi kendine dile getirdikleri bunun en iyi kanıtıdır. Bu toplu taşımaların içinde zamana karşı belli bir hızda ilerlerken algıladığımız ya da algılamamız gereken dünya ile bir şekilde kendi mutlak bağımsızlığımızı buluşturup aldandığımızla kalıyoruz, ta ki bindiğimiz tren nihayetinde hızını kesinceye kadar. Fabian’ın yöneldiği dünya ile kendi kendini inşa eden dış dünyanın yönelimi birbiriyle buluşmaya başladığında ise filmin anlatısında beslenilen görsel şölende belli kısıtlamalar meydana geliyor. Dominik Graf filmin ilk yarısında o denli görsel propaganda yapıyor ki filmin diğer yarılarında izleyiciyi bir bakıma aç bırakıyor. Bu anlamda filmin akışında görsel estetiğin zaman zaman belli bir düzenden çıkarak şekil değiştirdiğini görebiliriz.

71. Uluslararası Berlin Film Festivali’nde Competition kategorisinde yer alan Fabian: Going to the Dogs, yazar Erich Kästner’in aynı adlı otobiyografik romanından uyarlama. 1980 yılında Wolf Gremm de Fabian adlı filmini yine aynı romana dayandırmıştı. Dominik Graf’ın IFFR için özel olarak verdiği röportajda kendisinin, filmin bu uyarlamasına hiç de pozitif bakmadığını görüyoruz. Graf’ın alacakaranlık yanı Fabian: Going to the Dogs’un her bir karesinin içine siniyor. Bu denli başından sonuna değin statik bir hikâyeye sahip olup onun içinden görsel olarak büyüleyici atmosfer sunan nadir filmlerden Graf’ınki. Yönetmenin film boyunca kullandığı sinematik araçlardaki sınırsızlık bilme, hissetme, isteme gibi durumları kendiliğinden doğuruyor. Farklı formlarla dönemin Weimar Cumhuriyeti’ne yaptığı göndermeler bir şeye sahip olmadan, onun deneyimine ulaşmadan ona “sahip olabilmenin” en açık ve net halini yansıtıyor.

Senaryo aşamasında Graf, Constantin Lieb ile birlikte çalışmış. Filmin hikayesi bir anlamda kolay sindirilebilir bir toplam sunarken senaryonun hikâye içinde zengin akışı izleyiciyi düşündürür nitelikte. Filmin hem içeriksel hem de görsel anlatımının film süresi boyunca farklı seviyelerde ilerlemesi filmin yapım sürecinin uzunluğu ile de bağlantılı bir ipucu sunuyor. Tek çekim tekniği ise filmde sıklıkla karşımıza çıkan nadide unsurlardan. Fabian: Going to the Dogs teknik anlamda hikâyesinin önüne o kadar çok geçiyor ki filmin sonuna değin meydana gelen olaylara dair kırılgan yapıya nasıl ulaştığımızı sorgular oluyoruz.

Başrollerde yer alan Tom Schilling (Jakob Fabian) ve Saskia Rosendahl (Cornelia Battenberg) isimlerini ise 2018 yapımı, Florian Henckel von Donnersmarck yönetmenliğindeki Never Look Away (Werk ohne Autor) filminden hatırlayacaksınız. Filmin genel gri havasının Never Look Away ile olan benzerliği ve hikayesindeki romantizmi düşünecek olursak bu iki karakterin benzerliklerinden dolayı kafa karıştırıcı bir yan ortaya çıkması muhtemel. Bu zayıf noktanın çıkmasına en çok sebep olan şey ise Tom Schilling ve Saskia Rosendahl’in oyunculuklarının oldukça başarılı olmasında yatıyor. Never Look Away filminde ikilinin belirgin oyunculuk performansları Fabian: Going to the Dogs’un hikayesindeki romantizm eşiğinden ötürü benzer unsurlar taşıyor.

Bu duruma en iyi eşlik eden belirgin araçlar ise dönem kıyafetleri, dönemin baskın otoriter yapısının insanların dünyasına olan nüfuzunun yansıması ve Berlin’in kasvetli yapısı. Fabian: Going to the Dogs’un renk paleti bu anlamda Never Look Away ile oldukça yakın ilişkili. Diğer yandan filmin romantizm yapısı ise 2007 yapımı Joe Wright filmi Atonement’ı hatırlatıyor. Röportajında Dominik Graf, Fransız Yeni Dalgası’ndan (La nouvelle vague) etkilendiğini sık sık belirtiyor, hatta bu anlamda referansları oldukça geniş tutuyor. Bunlardan dikkatimizi en çok çeken isim Éric Rohmer oluyor. Kendisi bu etkilenimden birkaç kez bahsetmiş olsa da filminde Rohmer etkisini bulmak, tematik romantizm fikrini aşamıyor. Jakob ve Cornelia karakterlerinin anlatı çemberinin sadece en uçtaki bağlantı noktaları olduğu düşünülürse Fabian: Going to the Dogs’un hem politik ve sosyolojik, hem de bireysel ve toplumsal, ayrıca kıyıda köşede kalan hikâyeleri de içine çeken, emen bir yapısı olduğunu söyleyebiliriz. Kendi içinde biriken, çoğunlukla eylem ve eylemsizlik arasında bir bellek yaratan Fabian: Going to the Dogs kayıp zamanını asla bulamayan ancak “hatırlama” fiilini her zaman hatırlatan özel filmlerden.

Burcu Meltem Tohum

Bir Cevap Yazın