Tüm Zamanların En Güzel “İyi Hisset” Filmlerinden: IT’S A WONDERFUL LIFE

Dial M for Movie olarak IMDb’de Top 100 listesine girebilmiş filmlere sitemizde daha çok yer ayırmaya karar vermiştik. Bu liste tabii ki dünya üzerindeki pek çok iyi ve dikkate değer filmi dışarıda tutuyor. Ancak yine de yayınlandığı sırada ses getirmiş, sinema dünyasına yeni bir soluk katmış, kültürel açıdan önemli pek çok filme ev sahipliği yaptığı da aşikâr. Bu açıdan, bu listedeki filmler hakkında yazılmış analizleri tek bir çatı altında toplamaya ve bu projeyi başlatmaya karar verdik. Bahsi geçen bu listedeki önemli filmlerden bir tanesi de It’s a Wonderful Life (Şahane Hayat). 1946 yapımı olan bu film ünlü yönetmen Frank Capra’ya ait. Kolaylıkla bir “feel good” filmi olduğunu söyleyebileceğimiz film diğer Capra filmleriyle de bu açıdan benzerlik gösteriyor.

Capra’yı It Happened One Night (İki Gönül Bir Olunca, 1934), Mr. Smith Goes to Washington (Mr. Smith Washington’a Gidiyor, 1939) ve Mr. Deeds Goes to Town (1936) gibi filmlerden tanıyoruz. Bu filmlerin It’s a Wonderful Life ile olan benzerliklerini şu şekilde sıralayabiliriz: Filmler her daim pozitif bir notla bitiyor ve filmden çıkarılacak anlam da yine aynı şekilde üretken, optimist ve de inanca yönelik -hem hayata hem de insanlara karşı-. Filmlerinde paranın rolü de bir o kadar belirgin; para ya fazlalığından ya da azlığından ötürü insanları umutsuzluğa ve yalnızlığa sürüklüyor. Ancak sonuç olarak bakıldığında paranın önemi yerini her daim sevgiye bırakıyor.

It’s a Wonderful Life aynı zamanda fantastik bir yapım. Bahsi geçen diğer üç film fantastik sayılmasa da kolaylıkla bu kategoriye dahil edilebilirler. Zira gerçek hayatta iyi gitmeyecek pek çok durum bu filmlerde gerçeküstü bir biçimde iyi gidiyor, karakterlerin karşılarına inanılmaz şanslar çıkıyor. Karakterler bir şekilde yanlış davranışlara ve kötülüğe maruz kalsalar bile (Mr. Deeds Goes to Town’da olduğu gibi) en sonunda her şey olması gerektiği gibi oluyor ve karakterler hak ettikleri mutluluğa erişiyorlar.

Bu tarz kareleri pek çok filmde sık sık görmek mümkün. Karakterler çerçeve içinde bir çerçeveye hapsolmuş ki bu onların zor durumda olduğunu, etraflarındaki problemleri yıkıp geçmek, özgürleşmek istediklerini, lâkin bunu yapamadıklarını ve orada “sıkışıp” kaldıklarını simgeliyor. Filmden hatırlayacak olursak eğer, bu sahnede George ile Mary balayına çıkamayacaklarını, çünkü bırakıp gitmek istedikleri yerde onları bekleyen sorumluluklarının bulunduğunu fark etmişlerdi.

Capra’nın filmlerinde çoğu şey zıttıyla birlikte yer alıyor: gerek kalben gerekse maddi anlamda zenginlik fakirlikle, sevgi nefretle ve hayata dair derin inançla inanç yoksunluğu her zaman bir çift olarak görülebiliyor. Zaten bu unsurların her biri de ancak zıttı orada bulunduğunda bir mana taşır hâle geliyor. It’s a Wonderful Life özelinde konuşacak olursak, usta aktör James Stewart tarafından canlandırılan George Bailey karakteri ve etrafındaki sevgi dolu çember, karşıtını Mr. Potter’da (Lionel Barrymore) buluyor. James Stewart’tan söz etmişken, onun belki de Alfred Hitchcock’un meşhur filmi Vertigo’dan (Ölüm Korkusu, 1958) tanındığını, ancak Capra’nın Mr. Smith Goes to Washington’ında da başrol oynamış olduğunu belirtelim. Mr. Smith Goes to Washington’daki rolüyle It’s a Wonderful Life’taki rolü arasında da benzerlikler mevcut: İki filmde de saf, ancak bir o kadar da zeki, parlak ve etrafında olan bitenleri anlamaya başlayan, düşüncelerinden taviz vermeyen karakterleri canlandırıyor. James Stewart’ın pek çok filmde yer almış olduğu doğru, lâkin bize yine de yeterli gelmiyor zira kendisini beyazperdede görmek apayrı bir keyif. It’s a Wonderful Life’ı da o olmadan düşünmek kesinlikle mümkün değil.

Filmin içeriğine ve de stiline geç de olsa bir giriş yapalım; film tam kriz anının ortasında açılıyor diyebiliriz. George Bailey’nin başının dertte olduğunu görüyor, daha doğrusu “meleklerden” duyuyoruz. Kendisinin yardıma ihtiyaç duyuyor olması daha en başından sempatimizi kazandırdığı gibi, George Bailey karakterini çocukluğundan itibaren hikâye içinde bir hikâye dinler gibi tanımak izleyicide apayrı bir bağ kurma durumu oluşturuyor. Birini çocukluğundan itibaren o şekilde en yakınından gözetip de sevmemek ve koruma içgüdüsü geliştirmemek elde değil. Anlatımına Bailey’nin çocukluğundan itibaren kronolojik olarak devam eden film, Bailey’nin yetişkinliğine kadar bir serüvene çıkarıyor bizi. Akabindeyse George Bailey’nin meleğinin, onu kurtarma çabalarını izliyoruz. Bu açıdan bakıldığında film oldukça yenilikçi bir tarz -o dönem için- kullanıyor diyebiliriz. Filmin daha en başından bir karakterin geleceğiyle alakalı pek çok bilgiye sahip olmak çok da alışılagelmiş bir durum değil. Yine de George Bailey’nin hayatını bu kadar zorlu bir yere neyin sürüklediğini merak etmeden duramıyor izleyici.

“Hayatının Değerini Dokunduğun Hayatları Ne Yönde Değiştirdiğin Belirler”

Capra sinemasında pek çok şey zıttıyla birlikte var oluyor demiştik. Bu zıtlıklardan bir tanesi olarak Violet (Gloria Grahame) ile Mary (Donna Reed) örneğini verebiliriz. Mary tabiri caizse bir “marriage material” yani “evlenilecek kadın” iken, Violet tam tersi bir profil çiziyor. Filmdeki karakterleri bu şekilde aktarmak tabii ki istediğimiz bir şey değil -hele ki günümüz koşullarında-, lâkin filmin çekildiği dönem düşünülecek olunursa iki kadının da bu kadar farklı rollere bürünmüş olması kabul edilebilir bir durum. Hatta Violet’ın “gönül eğlendiren” birisi olmasına ek olarak aynı zamanda da sarışın olmasına rağmen ciddi bir “kötü kadın” profili çizilmemesi zamanına göre oldukça modern bile sayılabilir.

Az önce belirttiğimiz üzere Mary, George Bailey ile bir yuva kurmak isterken George bundan kaçınıyor. Zira kendisi dünyayı görmek istiyor ve de her zaman belli bir yere yerleşmiş olmaktan uzak duruyor. Mary’nin evinde George’un ayı tutup yakalarken çizilmiş bir resmi bulunuyor, bu da Mary’nin George’u karikatürize edip, belirli kalıplara sokup, “kıskacına” almasını yansıtıyor olabilir. Nitekim bunların hiçbirisi kötü niyetli değil ki bu iki karakter en sonunda mutlu bir yuva kuruyorlar.

George’un dünyayı gezme hayalleri yerle bir olurken başına pek çok başka dert açılıyor. Ancak zamanla işine, evine de ve insanlarına çok bağlanıyor. Filmin de genel itibariyle böyle bir mesajı var diyebiliriz: Bazen bizim “önemli” olarak addettiğimiz, bizi mutlu edeceğini sandığımız şeylerden çok daha uzakta buluruz kendimizi. Ancak bu sandığımız kadar fazla mutsuzluk veya sefalet getirmez. Aksine, mutluluğu hiç de tahmin edilmeyen yerlerde bulabilir, mutluluğun da en çok hayatına bir şekilde dokunduğumuz insanların varlığıyla ve desteğiyle geldiğini görebiliriz. Esasen çoğu filmin madalyonun ters yüzüne odaklandığı düşünülebilir: mutluluk getireceği düşünülen çoğu şey -ün, para, başarı vs.- mutluluk getireceğine daha çok sorun getirir ve kahramanın hikâyesi orada başlar. It’s a Wonderful Life’ın temel farklılığı insanı derinden etkileyen ve de mutlu eden bir bakış açısını yansıtıyor olması.

It’s a Wonderful Life’ı “İzlenmesi Gereken Noel / Yılbaşı Filmleri” tarzı listelerde sık sık görebilirsiniz. Lâkin bizce tüm yıl boyunca sık sık izlenebilecek, bittiğindeyse sizi muhtemelen koltuğunuzda gözleriniz yaşlı bırakacak bir film var ortada. Özellikle içinden geçtiğimiz bu gibi zamanlarda izleyiciler de çoğu zaman drama, gerilim, korku vb. gibi film türlerinden daha çok, kendilerini biraz olsun rahatlatacak filmler arayışına girdiklerini fark edebilirler. İşte tam da bu zamanlar için birebir olan It’s a Wonderful Life herkese tavsiye edilebilir türden bir film. Keyifli seyirler!

Ece Mercan Yüksel

Bir Cevap Yazın