Karanlık gölgelerin hüküm sürdüğü yıkıntılardan oluşan bozuk bir dünyaydı bizimkisi. Nereden gelip nereye gittiğimizi unuttuğumuz, her köşe başında kederin farklı tonlarını keşfettiğimiz bir dünya. Ne varlığımıza anlam bulabilmiş ne de taşıdığımız ağır yüklerden vazgeçebilmiştik. Kurtuluşa giden yolda fedakârlık yapmalı, kendimizi kısıtlayarak hapsettiğimiz doktrinlerden kurtulmalıydık. Ancak hangimiz bunca zaman sırtımıza yüklenmiş prangaları kaldırıp atacak güce sahipti? Açıkçası Mamoru Oshii’nin yönettiği animasyon Angel’s Egg (Tenshi no Tamago, 1985) için yüzlerce çözümleme yapılabilir ve hiçbirisi de yanlış olmaz. Seyircinin yorumuna oldukça açık olan filmdeki en küçük semboller bile onlarca farklı şekilde ele alınabilir. Bunun en güzel yanı ise, neredeyse hiçbirisi için yanlış diyemeyeceğimiz gibi, yine hiçbirisini tam olarak savunup söylediğimiz gibi olduğunu da kanıtlayamayacak olmamız.

Yapabileceğimiz onlarca yorum arasında çoğunluğun ortak fikri bu filmin temelinde bir tür inanç kavramının bulunduğu olacaktır. Filmin senaryosunu yazan ve yönetmen koltuğunda oturan Mamoru Oshii, aslında Japonya’da çok da yaygın olmayan bir şekilde, Hristiyan dinine uygun yetiştirilmiştir. Öyle ki bir dönem ilahiyat okumayı bile düşünmüştür. Bu noktaya kadar baktığımız zaman, günün birinde dini, bir meslek haline getirebileceği akla gelebilir. Fakat Mamoru Oshii, Angel’s Egg çekimleri başlamadan kısa süre önce inancını terk ediyor. Şu sıralar neye inandığı ya da nasıl bir inanç felsefesine sahip olduğu tam olarak bilinmese de yapılan bazı röportajlarda tanrı düşüncesinin ve inancın insana huzur vermesi gerektiğini düşündüğünü görüyoruz. Çocukluğunda Hristiyanlığa göre yetiştirilen, filmin yapım sürecinden bir süre önce de inancını terk eden yönetmen elbette ortaya koyacağı eserin içerisine kendisinden ve yaşadığı büyük değişimden parçalar yerleştirecek, eylemlerini ve değişim sürecindeki sorgularını filmine yansıtacaktır.

Kimsin veya Eskiden Kimdin?
Sırtında haç sembolüne benzer bir silah taşıyan beyaz saçlı genç adam, filmin ikinci yarısında üç büyük dinde rastladığımız Nuh’un hikayesini anlatır. Fakat anlattığı bu versiyon orijinalinden biraz farklıdır. Bu sefer, suların çekildiğini kontrol etmek için gönderdikleri kuş geri dönmez. Normalde ağzında zeytin dalı ile dönen güvercin bu sefer geri dönmemiştir. İnsanlık onu beklerken amaçlarını, arayışlarını ve neyi beklediğini unutmuştur. Bu aslında artık kim olduklarını bilmedikleri anlamına geliyor. Dolayısıyla bir kimlik arayışı da filmin anlatıları arasında. Zaten daha ilk diyalog “Kimsin sen?” ile başlar. Filmin devamında da genç kız ve adam birbirlerine kim olduklarını sorarlar. Adam amacını ve nereden geldiğini unutmuştur. Genç kızın pek çok kez sormasına rağmen kim olduğunu söyleyemez. Gotik savaş makinalarına benzeyen araçlarla ansızın beliren bu adam İsa’nın amacını unutmuş, hayali bir versiyonu olabilir mi? Her iki elinde bulunan bandajlar ve daima sırtında taşıdığı haç sembolüne benzer silahı ile bunu düşünmemiz çok da yanlış olmaz. Peki filmde İsa (ya da İsa’nın bir temsili) neden kimliğini ve amacını unutmuş şekilde böylesine tekinsiz bir yerde geziyor.

Bunun bir tür reenkarnasyon olduğu düşünülebilir. Genç adam kızın kaldığı yere geldiği zaman gördüğü ağaç sembolünü eskiden bir yerlerde gördüğünü fakat tam olarak hatırlayamadığını söyler. Aynı zamanda filmin bir bölümü Blu-ray versiyonunda “Reincarnation” olarak adlandırılmıştır. Ancak hepsi bununla da bitmiyor. Adamın eski yaşamını hatırlayamadığı bariz şekilde ortada. Amacını unutmuştur. İlk sahnede tanrının satranç tahtasındaki bir piyon olarak gördüğümüz bu asker artık kim olduğunu bile unutmuş durumdadır. Ona kimliğini hatırlatan şey peşinden gittiği ufak kız oluyor. Kız adamın amacını hatırlatırken belki de bunun farkında değil fakat ona gösterdiği melek fosili adamın bir tür aydınlanma yaşamasına sebep oluyor. Melek benzeri fosili görünce sanki bazı şeyleri anımsamış, amacını ve kim olduğunu hatırlamış gibidir. Daha önce kıza yumurtanın içinde ne olduğunu öğrenmek istiyorsa onu kırması gerektiğini söylese de eline hali hazırda fırsat geçmesine rağmen, ufak kızın elinden yumurtayı kolaylıkla alıp kırabilecekken bunu yapmaz. Ta ki aydınlanma yaşadıktan ve kız uyurken uzunca bir süre düşündükten sonraya kadar. Filmin en başında kehanet olarak değerlendirebileceğimiz yumurtanın kırılma sesi gerçek olacaktır. Adam yaşadığı aydınlanma sebebiyle verdiği kararla yumurtayı sırtında taşıdığı haç sembolü silahla kırar. Artık belli ki kim olduğu hakkında bir bilgisi vardır. Tanrının satranç tahtasındaki piyonlarından birisi olduğunu da hatırladığına göre neden biz seyircilere böylesine kötücül gelen bir eylemde bulunur?

Öncelikle yumurtanın kız için neyi temsil ettiğini bilmeliyiz. Pek çok seyirci yumurtanın, kızın inancının temsili olduğunu düşünüyor. Buna katılmakla beraber, şahsen daha fazlasının olduğunu düşünüyorum. Yumurta inancın temsili olduğu gibi aynı zamanda bizi kısıtlayan, özgürlüğümüze engel olan düşünsel, farklı bir engelin de temsili. Mamoru Oshii’nin kişiliği üzerinden düşünürsek çocukluğundan beri Hristiyanlığa göre yetiştirilmiş, başka bir dini inanışı düşünmesine, belli bir mantık düzleminde inancını sorgulamasına izin verilmemiş. Filmde genç kız suyun derinlerine battıktan sonra yüzeye doğru onlarca yumurtanın çıktığını görüyoruz. Bu onun artık hapsolduğu tek bir düşünceden kurtuluşunu, özgür kalarak onlarca düşünceye ulaşabileceğini gösterir. Aynı zamanda filmin başında ve sonunda gördüğümüz tanrısal yapı içerisinde sükûnetle oturan bir halini de görürüz. Bu da onun artık bireysellikten çıkarak kolektif bütünün parçası olduğunu ima eder. Kızın yumurtası / inancı içinde hapsolduğunu bazı sahnelerde sinematografik olarak da görebiliriz. Kız şehrin sokaklarında yalnız başına dolaşırken onu pek çok defa pencere demirliklerinin, kanalizasyon parmaklıklarının ardından görürüz. Kendisi bulunduğu dünyaya inanışı yüzünden hapsolmuştur. Fakat finalde de göreceğimiz gibi bu dünyaya hapsolan tek kişi o değildir.

Bir Genesis Öyküsü: Formların Özü Olan Su
Su kavramı pek çok dinde, mitolojide ve kültürde yaratılış ve yeniden doğum olarak geçer. Farklı yaratılış öykülerine baktığımız zaman merkezine suyu aldığını görebiliriz. Özellikle Japon mitolojisinde önemli yer oynayan su bir yandan yaşamın kaynağıyken diğer yandan şiddetiyle ölümün yansımasıdır. Fakat akışkanlığı ve her kalıba uygunluğu ile, yalnızca bedenin değil aynı zamanda ruhun da bir arındırıcısı olarak merhametli bir yenilenmedir. İçerisinde ebediyen kaybolunabileceği gibi aynı zamanda her şeyden arınmış yeni bir başlangıca da uyanılabilir. Angel’s Egg de suyun bu özelliğini sembolik sahnelerle elinden geldiğince göstermeye çabalıyor. Masumiyetinin temsili olan suları camdan ufak şişelere doldurup onları korumaya çabalayan kız aslında bir yandan pek çok noktada farklı hayvan fosillerinin bulunmasından ve şeklinden dolayı Nuh’un gemisi olduğunu düşündüğümüz mekâna bir kutsallık atfediyor, mekânın çoktan ölmüş olan manevi ruhunu ayakta tutmaya çalışıyor.

Küçük kızı filmin sonuna kadar suyun içine girerken görmeyiz. Filmin ilk bölümünde bir göletin başında otururken, suya en yakın olduğu noktada bir çığlık duyarız. Devamında ne olduğunu göremesek de kız oradan uzaklaşmıştır. Finalde ise suya düşmesiyle birlikte o çocuksu bedenini terk ettiğini artık genç bir kadın olduğunu görürüz. Suyun merhametli yanı olan yeniden doğumu kucaklamış, bir nevi vaftiz edilerek erginliğe ulaşmıştır. Suyun yeniden doğuşunu bir noktada sanki Nuh’un hikayesindeki sel felaketi yeniden yaşanıyormuşçasına yağması ve şehri sel sularının basması ile görürüz. Kirlerinden arındı mı yoksa derinlere gömülerek boğuldu mu sorusu ise yine seyircinin yorumuna kalıyor. İnsan olarak bir amaca bağlanmaya, yaşamımızı sürdürürken hep belli semboller aracılığıyla kendi varlığımıza anlam katmaya çalışırız. Öte yandan çoğunlukla çocukluktan beri, diğer bir deyişle çok uzun süredir etrafımızda olan bir düşünce yapısından silkelenmek pek kolay olmaz.

Filmde, bu şiirsel anlatıya sahip paramparça dünya içerisinde benliğini bulamayan küçük kız suya düşerken suyun yansımasında kızın farklı bir versiyonunu görürüz. Onunla bütünleşir, onu kabul eder. Arınma ve yeniden doğuş ile artık kimliğine kavuşmuştur. Film boyunca sorulan kimsin sen sorusu artık cevaplanmıştır. İnsanın birey olarak varoluşuna anlam araması, benliğini keşfetmek için sonu gelmez bir yolculuğa çıkarken aslında aynı zamanda asla bitmeyecek bir bekleyişe kendini esir etmesi filmin aklımıza getirdikleri arasında. İnsan denen birey bir hayalin gölgesine tutunup kurtuluşu sahte formlarda arıyor, ondan önce olduğu gibi ondan sonra da var olmaya devam edecek misyonların, fikirlerin, düşünce akımlarının bekçiliğini yapıyor. Bekleyişi sırasında insan bazen gerçeklikle bağını öylesine koparıyor ki dış dünyada neler olduğunu, kendini tamamıyla kabuğuna kapatmadan önce neler yaşandığını unutuyor. “Böylesine büyük bir yıkım gerçek olabilir miydi, ya aslında dışarıda hiçbir şey yoksa, ya bunlar sadece kendi kaygılarımızdan ibaretse?” Genç adamın kızla olan konuşmaları bizi bu sorulara yönlendiriyor. Genç adamın pozitivist yakılışımı ile kızın saplantılı derecede inancına bağlı oluşu, ortaya düşünsel düzlemde bir kargaşa çıkartıyor. Gerçek hayatta da kimisi sözü geçen misyonlara kendini iyi hissetmek için tutunurken kimi de bu düşünceleri sorgulayarak kabuğun dışına doğru bir arayışa çıkıyor. Bu iki tür insanın birbirleri ile çatışması da elbette kaçınılmaz oluyor.

Kapanışa geçmeden önce yapım ekibinden de kısaca bahsedecek olursak kendisini Final Fantasy oyun serisinden tanıdığımız ünlü çizer Yoshitaka Amano (öykü ve sanat yönetimi), Mamoru Oshii ile birlikte filmin görselliğini oluşturuyor. Çizimlerin durağanlığı bize o dünyanın çürümüş, içi boşaltılmış boş bir kabuk olduğu hissiyatını başarıyla veriyor. Temaya uygun olarak sanki parçalanmış, eksik bir kilise orkestrasının parçalarını andıran besteler ise Yoshihiro Kanno’nun eseri. Müzikler ve görsellik adeta mükemmel uyumu yakalamış. Yetmiş dakikalık kısa süresine rağmen oldukça durağan denebilecek yapımın bu denli ağır olmasının sebebi bence altındaki ağır duygu yükü. Bünyesinde öylesine derin duygular barındırıyor ki yetmiş dakikalık filmin her bir dakikası yoğun geçiyor. Şayet bir hikâye dinlemekten ziyade görsel bir sorgulayışı deneyimlemek isterseniz Angel’s Egg sizin için şahane bir seçim olacaktır. Mamoru Oshii’nin ilk uzun metrajı olmasına rağmen şu ana kadar çektiği en kişisel ve belki de en iyi filmi olduğunu söyleyebiliriz. Ghost in the Shell’in (1995) ağır tonda işlediği felsefeden hoşlandıysanız ve bunun fazlasını istiyorsanız Angel’s Egg’e mutlaka vakit ayırmanızı tavsiye ederiz. Birkaç defa izleyerek filmdeki sembollere kendi anlayışınıza göre anlamlar yükleme seçeneği de cabası.

Son Bulan Yolculuk
Her ne kadar inanç kavramı insanlıkla yaşıt olsa da dini olsun veya olmasın belli bir inancı çok katı bir şekilde savunan, koca bir doktrinin vücut bulmuş haline dönüşen insanın kendi benliğini, hatta kendi varlığını bir kenara koymak durumunda kalması hiç değişmeyen bir unsur. İnsanın canı pahasına koruduğu, içinde büyüttüğü bu yumurta onu dışarının karanlık gölgelerinden koruyor olabileceği gibi aynı zamanda özgürlüğüne ulaşmasına engel olan bir kelepçe görevi de üstlenebilir. Kısacası esas sorulması gereken soru şu; bir insanı bu denli parçalayacak, üzecek bir eylem olmasına, onu çığlıklar eşliğinde karanlığa sürükleyebilecek olmasına rağmen, elinde tuttuğu yumurtayı kırmalı mıyız? Bu eylem ona farklı kapılar açabileceği gibi, oldukça tehlikeli olduğu da görmezden gelinemez. Zira belki de kişinin, kabuğun dışında tahayyül ettiği şeyler gerçektir ve o gerçeklik birey içindeki ışığı öylesine sömürür ki beden, benliğin içi boşaltılmış bir heykelinden ibaret olur. Kolektif olanın bir parçası olacağım derken gerçekliğin elinde sıradan bir parçaya dönüşebilir. Bu saatten sonra kıyıya vurarak geleceğe ümit vermesi gereken beyaz kuş tüylerinin ya da içinde büyümekte olan kuşların bulunduğu yumurtalar bile bir anlam ifade etmez. Nuh’un Gemisi anlatısından hareketle, insanlık için bir varış limanı bulunmamaktadır artık.
