Hakikate Varmak ve Onunla Yüzleşmek: YARATILAN

Çağan Irmak’ın Netflix’te izleyiciyle buluşan yeni dizisi Yaratılan (2023); bilim, korku, kibir, ötekileştirme ve aşk izleklerinin işlendiği bir genel anlatı izlencesine sahip. Mary Shelley’nin kült romanı Frankenstein’dan (1818) uyarlanan dizi, yönetmenin bütün film ve dizilerinde olduğu gibi yine onun biçeminin fark edildiği bir yapım. Yaratılan’ın Çağan Irmak imzalı diğer yapımlarla izlek ve biçemsel söyleşimi, anlatıda ele alınan meselelerin karşılaştırmalı ve derinlemesine çözümlenmelerine de olanak tanıyor. Bu yüzden ben bu yazıda yeri geldikçe yirmi yılı aşkın zamandır izlediğimiz Çağan Irmak filmleri ve dizilerine atıflar yaparak Yaratılan’ı değerlendirmek istiyorum. İlk bölümün başında ekrana düşen tümceyle anlatının başat meselelerinden birinin hakikat olduğunun ipucu verilir. Başkarakterlerden Ziya’nın (Taner Ölmez) dış sesi, izleyiciye bir soru sorar ve bunu kendisi yanıtlar. Bu dış sesle anlatıya dâhil olan korku izleği, hem içerik hem biçim yönünden genel anlatının inşasında kurucu öğelerden olacaktır. Karanlıktan gelen biri, hazine arayıcılarına Ziya’yı baygın bir durumda bırakıp uzaklaştığında bu kimliği belirsiz kişinin tedirginlik uyandırması dikkati çeker ama anlatı ilerledikçe onun kim olduğunu öğrenirken korkunç olanı tanımlayan ve yaftalayan başka kesimlerin de iç yüzleri ortaya çıkacaktır.

Taner Ölmez

Çağan Irmak sinemasında yabancı olarak addedilip korkulanın mı yoksa onu bu şekilde adlandıranların mı masum olduğunu sorgulamamızı sağlayacak örneklerden birini 2008 yapımı Ulak filminde görürüz. Uzaklardan gelip köye düşen yolcu / Ulak İbrahim (Cemal Hünal) korkular içinde bir meczup olarak anlatılır masal anlatıcısı Zekeriya (Çetin Tekindor) tarafından. Bu yabancının korkularının farkında olan, başta belki de sadece Zekeriya’dır; çünkü Meryem (Hümeyra) ve birkaç kişi dışında, içlerinden birinin bu yabancının bir tehdit unsuru olduğuna dair iddiasıyla çoğunluk için korktukları bir varlığa dönüşmüştür. Yabancının zehrini onlara bulaştırmasından korkup onu dereye atmayı teklif eden İkram’dan (Mahir İpek) sonra Zekeriya’nın “firavun kılıklı” olarak bahsettiği, masalın kötüsü (Yetkin Dikinciler), kuduz olup olmadığını suyla test etmeye kalkıştığı İbrahim, birden kendine gelerek “Bilmekteyim, her şeyi bilmekteyim” diye bağırmaya başlar ve firavunun yüzüne yaptıkları bütün kötülüklerin bilineceğini haykırır. Ulak İbrahim, firavun için bir nevi hortlaktır ve hakikatin açığa çıkmasından duyduğu korkuyu ona hatırlatır. Yaratılan’ın ötekisini de hazine arayıcılarından kimi zebani, kimi meczup, kimi ise deli olarak adlandırır ama Ziya, yavaş yavaş kendine gelip onun kim olduğunu anlatmaya başladığında korkuları yok olmaz, aksine artar.

Erkan Kolçak Köstendil

Yaratılan’ın anlatısı; karakterlerin geçmişlerinin ve Ziya’nın hazine arayıcılarıyla yollarının kesiştiği geceden sonra yaşananların anlatıldığı iki hat üzerinden ilerler. Anlatının temel izleklerinden olan aşk, önce Ziya’nın çocukluk aşkı Asiye (Şifanur Gül) ile hikâyelerinin işlendiği sahnelerle karşımıza çıkar. Önceleri her iki karakter açısından masum görünen bu ilişki; yolun başında olan bir tıp öğrencisinin, Ziya’nın mesleğine olan başta haklı ve hatta doğru görülebilecek ilgisinin kısa zamanda hırsları ve kibri nedeniyle başka bir yere evrilmesi sonucunda pek çok sınavdan geçecek ama sonunda Ziya’nın kendi hakikatine varmasında aşkın da önemli payı olacaktır. Tıp eğitimi için İstanbul’a gitmeden önce onun için hakikat, varlığı meçhul olan bir kitaptır. Bu kitabın peşine düştüğünde hekim babası Muzaffer’in (Engin Benli) ona gösterdikleri, insanların bedenlerine ilişkin bir sağlık sorunu üzerinden ötekileştirildiği toplumun hakikatini görmesini sağlarken mesleğine dair sorgulamaları da kendini bu alanda bir kavganın ortasında bulmasına yol açar.

Erkan Kolçak Köstendil & Taner Ölmez

Muzaffer, oğluna her ne kadar bu gerçeği gösterse bile, Ziya cüzamlı bir insana elini uzattığında büyük bir korku ve öfkeyle o insanlara dokunulmaması gerektiğini söyleyerek onu uzaklaştırır. “Dokunma dediğiniz şey, çaresizliğimizin ta kendisi” diyen Ziya haklıdır ama başta babası olmak üzere çoğunluk, bu çaresizliği kanıksamış ve cüzamlıları gözlerine görünmeyecek bir yerlerde tutmayı yeğlemiştir. Yıllar sonra Türkiye’de bir hekim, Türkan Saylan, cüzamın tedavisinin mümkün olduğunu söylediği ve hastalara dokunmanın öneminin defalarca altını çizdiği ilk zamanlarda ona da cüzamlıları sürgüne gönderdikleri bir yaşama hapsetmekten başka yolun olmadığını söyleyen çok olmuştur ama bilim, “olmaz” denilenin sorgulanması, muhakeme edilmesiyle ilerler. Ziya, o yolu takip etmekten yanadır.

Taner Ölmez & Şifanur Gül

Babasının çaresiz olduğunu kabul etmiş bir hekim olması nedeniyle aralarındaki karşıtlığı korku – cesaret ikiliği üzerinden tanımlayan Ziya’nın tavırlarını Asiye dahi “küstahlık” olarak nitelendirir ama bilim insanı olmayı seçip çalışmaya talip olduğun alanda yerinde saymak yerine mevcut sorunların çözümü için çareler bularak o alanı birkaç adım ileriye taşımanın nesi kabahattir? Ziya, tam buradan yaklaşır meseleye ve bu yüzden dizinin ilk bölümlerinde izleyicinin Ziya’yla empati yapabilmesi kuvvetle muhtemeldir. Cüzamlılar gibi karanlığa terk edilenlere ışık olmayı istediğini dile getiren Ziya’nın amaçları, başta çok makul ve masumdur; fakat ileride dönüşeceği halin emareleri kendi ışığıyla güneş ışığı arasında kurduğu benzerlikte sezilmeye başlar. Henüz bu kibrin tam olarak güçlenip belirmediği günlerde onun bile deli olduğundan şüpheleneceği biri girer hayatına: Dizinin başında onu tedavi etmeleri için hazine arayıcılarına bırakan İhsan Hoca (Erkan Kolçak Köstendil).

Erkan Kolçak Köstendil

Birinci bölümün sonunda tanımaya başladığımız İhsan Hoca’nın anlatının sonunda vardığı noktayı bir kez daha ikinci bölümün başında gördüğümüzde “Uyan” diye bağırmasıyla Ziya uykusundan telaşla kalkar. Çok farklı dünyalar olmakla beraber uyan çağrısı, karakterin adı ve ilerleyen bölümlerde bedensel özellikleri nedeniyle maruz kalacakları temelinde Çağan Irmak’ın 2013 yapımı Tamam mıyız? filmindeki İhsan (Aras Bulut İynemli) karakteriyle bir diyalogun kurulmaya başladığını söylemek mümkün. İki İhsan’ın hayatında ötekileştirilme bir yerden sonra aynı nedenlere bağlı olarak görülürken ötekileştirenlerin zihniyetinin benzerlikleri fark edilecektir. Ziya’nın İhsan Hoca’yı ikinci kez gördüğü sahnede onun geçmişine dair duydukları, kendisi gibi sorgulamaktan, merak etmekten, öğrenmekten yana olan ve bilimsel ilerlemenin bir sınırının olmadığını savunan bu “deli deha”yı içinde barındırmak istemeyen akademinin hakikatini öğrenmeye başlamasını sağlar. Yurtdışında tıp okuyup kendi yurdundaki koşulları da iyileştirmenin, geliştirmenin olanaklarını arayan İhsan Hoca’nın o güne kadar olan hikâyesini Ziya’ya barınacağı bir yer veren Hamdi Baba (Şehsuvar Aktaş), şöyle özetler: “Üslûbu, usulleri, icatları bir değişikti. Hem zekâsını kıskandılar hem de isyankâr hallerinden ürktüler. İki sene dahi barındırmadılar mektepte. Türlü alicengiz oyunuyla kovdular. Bu zavallım da kitaplara gömüldü. Münzevi oldu o evde”.

Taner Ölmez

Çingene bir kadını ırkı ve fiziksel özellikleri üzerinden aşağılayarak kovan adama haddini bildiren Ziya, daha ilk gün okulun kapısında dikkatleri üzerine çeker arkadaşı Yunus’un (Ekremcan Arslandağ) söylediği gibi ama Yunus, bu tanışmalarında ona bir şeyi daha hatırlatır: “İnsanı ırkından sebep küçümseyenler her yerdedir ve de illaki cahil değillerdir. Okumuşu da vardır”. Önce İhsan, sonra Ziya ve onlar gibi ufkunu sınırlandırmayanlar, Yunus’un bahsettiği okumuşlarla mücadele etmek zorundadırlar. Süleyman Hoca (Macit Koper), mücadele etmek zorunda olduğu insanlardan biridir. İlk derste yaptığı konuşmada âlim, mucit olmaya istekli öğrencilerin hevesini kıracak bir başlangıçla sözünü ve bilimi İbn-i Sina’nın adıyla noktalar. Ona göre bunun üzerine bir şey katmak gibi bir olasılık bulunmaz. Nasıl ki Ulak’ta İbrahim’in hakikati söylemesini bir zehir olarak görenler, bundan korktularsa Yaratılan’ın Süleyman Hoca’sı da yeniyetme addettiği bir öğrencinin zehirli diye nitelendirdiği fikirlerinden ve sözünü sakınmamasından korkar ve bu korkusunu öfkesiyle gizleyerek Ziya’yı okuldan attırır. Sarsılan otoritesini sınıfta yeniden elde etmek amacıyla da Ziya’nın okuldan atıldığını bildiren belgeyi öğrencilere göstermeye gereksinim duyar. Bir insanın kudretli görüntüsünün altındaki yenilgisini hissettiren bir sahnedir bu. Ziya için ise hedefine giden yollar daha kapanmamıştır.

Önceleri mesafeli duran İhsan Hoca, Ziya’yı dinlemeyi kabul ettiği zaman, onda kendi gençliğini, o dönemindeki heyecanını görür ve aklına dinleyicilerin arasında Muzaffer ile Süleyman Hoca’nın da bulunduğu bir konuşması gelir. O günkü tartışmada Muzaffer’in de henüz zihnen yeniliğe açık olduğunu, korkularının galip gelmediğini görürüz. Süleyman Hoca ise aynıdır. Dinleyicilerin karşısında mağlup etmeye çabaladığı İhsan Hoca’nın ışığı, onun ataletini alt edecek güçtedir henüz. Yıllar sonra Ziya’nın okula geri alınması için Süleyman Hoca’nın karşısına dikildiğinde de aynı güçtedir. Eski defterlerin açılmasıyla anlarız ki Süleyman Hoca’nın saklaması gereken, yalnızca ataleti değildir. Bu sahne, pek çok izleyicinin izlemekten keyif alacağı bir sahne olacaktır.

Anlatı, Ziya’nın hazine arayıcılarına “Hikâyemin bundan sonrası için benden nefret etmeyeceğinize dair yemin edin” dediği yere yaklaştığında öğrenmeye meraklı bir tıp öğrencisi, yerini kibirli ve hırslı birine bırakmak üzeredir. “Dokunma dediğiniz şey, çaresizliğimizin ta kendisi” dediği gündeki masumiyetini yitirmekte ve bu bağlamda artık İhsan Hoca’yla aralarında bir karşıtlık oluşmaktadır. Bilimin “olmaz” denilene eğilip bakması gerekliliğini aklın yetilerini bir kenara koymadan kavrayabilen İhsan Hoca bilgeliğe yaklaşırken, Ziya bilimin gerekliliklerine hırsı ve kibriyle bakıp takip ettiği yoldan uzaklaşır. Bu karşıtlığı, “Farkımız, o ahlâklı olan, ben ahlâksız olandım” diyerek özetler. Ziya’nın yeni hedefi, birilerine daha çok faydası olan bir ilerleme kaydetmekten çok parlamak, hatta sadece parlamaktır sanki. Öyle bir noktaya gelir ki kendi “ziya”sından gözleri kamaşır ve işte oradan sonra gözü hiçbir şeyi görmez.

Taner Ölmez & Erkan Kolçak Köstendil

Ziya’nın kibrinin öngöremediği sonuçlarıyla yüzleşmek zorunda kaldığı sahnede İhsan, ona doğru sürünerek gelir. İhsan’ın devinimi ve kamera açısı, Çağan Irmak’ın Kabuslar Evi serisinin “Hayal-i Cihan” bölümündeki bir sahneyi hatırlatır. Insomnia hastalığının ele alındığı bölümde Haluk (Çetin Tekindor), hastalığına bağlı olarak zihninde yarattığı Cihan’la (Okan Yalabık) vedalaşacakken Cihan’ın ona “uyuma, ben yaşamak istiyorum” diye yalvardığını ve sonra da adeta bir yaratığa dönüşerek sürünüp yok olduğunu görürüz. Cihan’ı gördüğümüz bu son sahnedeki kamera açısı ve karakterin devinimi, İhsan’ınkiyle benzerlik gösterir. Bu benzerliği Ziya ve Haluk’un farklılıkları temelinde irdelemek mümkündür. Ziya’nın gözünün hiçbir şeyi göremez duruma gelmesi, İhsan için bir felakete neden olmuş ve bu gerçek, tıpkı İhsan gibi onun bileğine yapışmıştır. Sürünerek yanına gelen İhsan, Ziya’ya kibrini, hırslarını, bunların sonuçlarını ve kaçmak istediği suçluluk duygusunu hatırlatır. Sonunda İhsan, ikinci kez hayat bulduğunda ise tam da bu gerçeklerden kaçmak için onu ortada, kendinden olmayanı ötekileştirmeye alışmış bir kalabalığın önünde yapayalnız bırakır. Oysa Haluk’un hastalığı nedeniyle imgeleminde var olan Cihan’ı o evde bırakmasını hiçbirimiz yadırgamaz, yargılamayız. Muhtemelen Yaratılan’daki bu sahne çekilirken Kabuslar Evi’nin söz konusu bölümüyle metinlerarası bir ilişki kurmak amaçlanmamıştır ama ilk kez on altı, on yedi yaşlarındayken izleyip etkilendiğim ve sonraki izlemelerimde de yapıldığı için memnun olduğum bu serideki karakterlerle Yaratılan’ın başkarakterleri arasında böyle bir bağlantı kurmak, Ziya’nın arkasında bıraktığının Cihan gibi bir hayal ürünü değil, bir insan olduğunu unuturcasına ya da unutmak istercesine hareket etmesi nedeniyle karakterin bencilliğinin altının daha güçlü biçimde çizilmesini ve İhsan’la kurduğum özdeşleyimin pekişmesini sağladı.

Taner Ölmez & Şifanur Gül

Ziya, tam olarak E. M. Forster’ın anlatı kişileri için yaptığı sınıflandırmada “yuvarlak (round) kişiler” diye adlandırdığı karakterlere karşılık gelir. [1] Anlatının başından sonuna ciddi bir değişim, dönüşüm gösterir. Öncesinde belli belirsiz sezilen hırsları ve bencilliği, onu bütün olanları örtbas etmek için İhsan’ı o haldeyken yarı yolda bırakmakta hiçbir beis görmeyecek raddeye getirmiştir. Bazen suç ortağı arayarak, bazen İhsan’da da suç payı olduğunu savunarak vicdanını aklamaya çalışan Ziya’ya son görüşmelerinde “Dilin güzel söyler, lakin kalbin de aynı mıdır? Ben içimdeki bu şüpheyle onu bilemeyeceğim. Bu sebepten diyeceklerinin hiçbir kıymeti yoktur nazarımda” diyen Yunus, bu defa başkalarının değil Ziya’nın içindeki karanlığa dair bir hatırlatma yapar. Ziya, Yunus’un işaret ettiği hakikatle evinin yolunu tutar. Böylece ilk hayatında dehasıyla tedirgin ettiği akademinin öteki olan İhsan da ikinci hayatında cüzamlıları çağrıştıran görünüşü nedeniyle ürküttüğü toplumun ötekisi olmuştur Ziya sayesinde.

Taner Ölmez

İlk bölümde dış ses olarak söylediklerini Ziya yineler. Hortlakların dile gelmesinden korkanlar arasında artık Ziya da vardır; çünkü İhsan, hem toplum hem Ziya için bir hortlaktır. Yalnız, İhsan’ın anlatacakları, ölümden sonrasından çok onu ötekileştirenlerin azımsanmayacak kertede olduğu bir toplumda edindiği tecrübeler olacaktır ve bunlara sebep olan Ziya’nın hakikati… Bir sahnede kendini Ziya’ya göstermek isteyen İhsan, yüzünü açtığında çevredekiler, onu cüzamlı zannederek kaçışırlar önce. Ona hortlak, iblis diyen de olur. Sonra onu dövmeye başlarlar. Ziya, sadece bu kalabalığı durdurmaya cesaret edebilir ve onların İhsan’a o an için daha fazla zarar vermelerine engel olduğunda arkasında bıraktığı insanın yüzüne bakamadan hızla uzaklaşır. O gidince çevredekiler, bir ağ gerip İhsan’ı yakalarlar.

İhsan, tam anlamıyla o güruhun ucubesidir. Yaşar Çabuklu, İngilizce “freak” sözcüğünün karşılığı olarak kullanılan ve “garabet, acayiplik, anormal yaratık, hilkat garibesi” gibi anlamlara gelen ucubeliğin tarihçesini verirken Batı’da on dokuzuncu yüzyılda insanların genellikle bedensel özellikleri üzerinden ucube olarak yaftalandıklarına dikkat çeker. Deforme yüz ya da bedenlere sahip olanlar, bu ucubeler arasındadır. Aynı zamanda ucubeliğin kültürel ve sosyal inşasında ötekinin çok farklı biçimlerini de kapsadığını dile getiren araştırmacı, ucubelerin Ortaçağda hem korku hem hayranlık uyandırdıklarına işaret ederken onlara ilişkin gösterilerin ırkçı özelliklere sahip oluşuna da değinir. Zaman içinde gösteri sahnesine çıkarılan ucubeler, “beyaz Amerikalının bir hiyerarşi çerçevesinde kendi farkını ve üstünlüğünü kurma ihtiyacının bir belirtisi” olurlar ama aynı zamanda karşıtlıklar üzerine kurulmuş düalist düzende ara bölgede yer alarak tekinsizlik yaratmayı sürdürürler. [2] Ne olduğunu çözemediği, adlandıramadığı bir varlıkla karşı karşıya olmak, üstünlüğe sahip olanların korku sebebidir. Çağan Irmak, İhsan’ın ağ gerilerek yakalandığı sahnede kamerayı onun durduğu yerde konumlandırarak bu durumu, ötekileştirilenin ama eşzamanlı olarak da korkulanın gözünden verir. Böylece izleyiciye korkulanın, yabancı addedilenin ötekileştirildiğinin farkına varmasını sağlayacak bir bakış sunar. İhsan’ın gözünden görülenler, karşı tarafın karanlığıyken ağın içinde hapsolanın yalnızlığı, kırgınlığı, çaresizliği daha kuvvetli biçimde hissedilir.

Ziya’nın eve dönüş yolculuğunda karşılaştığı güçlükler, artık kimsenin hayatında hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının bir göstergesidir adeta. Ziya, kendi tıynetinde bir kaptandan yolculuğunun bir bölümünde yardım almak zorunda kalır ama çoğunluğun birbirinden nasıl faydalanacağını hesap ettiği ya da birbirini kazıklamanın derdinde olduğu bir yerdir dünya. O günlerde şehre gelen kumpanyanın sahibi Vasili’nin (Durul Bazan) İhsan’a bir nevi kol kanat germesi de karşılık beklenmeyen bir iyilik olarak yorumlanamaz bu yüzden. Vasili, kumpanyada çalıştırmak düşüncesiyle yaşadıkları yere götürdüğü İhsan’a barınacak bir yer verir; ancak böylelikle İhsan, Yaşar Çabuklu’nun bahsettiği gösterilere çıkarılan ucubelerden biri olur. Onu fiziksel gücünden faydalandıkları bir araca indirgemeleri, İhsan gibi bir deha için son derece hazindir. Üstünlerin aşağı olarak gördüklerine bakıp yüce olduklarına dair algılarını pekiştirmelerine olanak veren bir dünya kurulmuştur bu kumpanyada. Dış dünyanın mikro ölçekteki bir örneğidir. Her şey oyun, kurmaca gibi görünse de eşitsizlikler, ötekileştirmeler ve insanların aşağılanmasıyla her temsilde yeniden üretilen sınıfsal ayrımlar gerçektir. “Şeytanlar en korkunç, en kara günahlarını işletecekleri zaman sizi kandırmaya, yutturmaya çalışırlar. Tıpkı benim yaptığım gibi” diyen kumpanya oyuncusunun repliğinde söylediği gibi şeytanların fısıldadıklarıyla bu gerçeklerin üzeri örtülür.

Taner Ölmez

Kumpanya, İhsan’ın bir yandan Vasili gibi menfaatini düşünenlerle bir yandan da farklı kimlikler ya da özellikler üzerinden ötekileştirenlerle karşılaşıp her şeye rağmen aidiyet duygusu geliştirmeye başladığı bir yerdir. Bu duygu, İhsan’ın dilinin yavaş yavaş çözülmesine neden olur. Sözgelimi, kumpanyadaki kadın oyunculardan biri, on iki yaşındayken cinsel şiddete maruz kaldığını anlattığında onunla az da olsa konuşur. Benzer konumları, kısa süren yol arkadaşlıklarında onları birbirine yakınlaştırır. Gerek bu yakınlaşmaları gerekse ilerleyen sahnelerde yeniden duyduğumuz “Uyan” çağrıları, anlatının yollarının bir kez daha Tamam mıyız? filmiyle kesişmesini sağlar. En yakınındaki insan tarafından bile ucube olarak görülen ve “yarım porsiyon” diye adlandırılıp aşağılanan İhsan, dostluk kurduğu Temmuz’a (Deniz Celiloğlu) daha tanışmadan evvel rüyalarında seslenir ve tam olarak hayatına girdiğinde de onun uyanışında başat rol oynar. Yaratılan’ın İhsan’ı ise evine döndüğünde her şeyi unutmuş gibi Asiye’yle evlilik hazırlıkları yapan Ziya’nın kendi hakikatine uyanmasında etkili olacaktır. Korunaklı dünyasında ne suç işlerse işlesin onu koruyacağını söyleyen bir baba, adaletin tesisinde olduğu gibi oğlunun hakikate varmasının önünde de bir engeldir.

Şifanur Gül & Taner Ölmez

İhsan, kumpanyadaki oyunculardan sonra ikinci kez ötekiliği üzerinden Esma’yla bir bağ kurduğunda bu defa aşkı tecrübe etme olanağını bulur. İki karakter, kendilerine başkalarının gözünden bakma yanılgısına düşerken biri diğerinin yüzünün korkunç olmadığını, diğeri de ona esas kirlinin başkaları olduğunu söylediğinde aşkla birlikte iyileşmeleri için de bir yol belirir önlerinde. Bu olanağın yok edilmesi, İhsan için yolun başına döneceği süreci başlatır. İhsan’la Ziya yeniden bir araya geldiklerinde dengeler değişmiştir. Ziya, borçlu olduğu kişinin karşısında da vicdanını aklamaya çalıştıkça bu kez onun her yaptığını örtbas etmeye hazır bir baba yoktur yanında ve arkasına saklanmayı denediği yalanlar da İhsan’ın nazarında değersizdir. Ziya’nın dile gelmesinden korktuğu hortlak, konuşmaya başladığında gerçeği bilmeyerek bulduğu huzurdan eder onu. İhsan’ın Süleyman’a yaptığı konuşmaya benzer güçte bir konuşmadır bu. İki konuşmada da karşısındakilere hakikatlerini hatırlatmıştır ve hem Süleyman hem Ziya, savunmaya çekilmek zorunda kalmışlardır. Süleyman, İhsan’ın ilk hayatındaki; Ziya ise ikinci hayatındaki ötekiliğinin sorumlularındandır. Bu yüzleşme, İhsan’ın belirttiği gibi bir intikam değil, hesaplaşmak, öte yandan taşıdığı yüklerden anlatarak hafiflemek içindir.

Taner Ölmez

Ziya, nasıl zaaflarını saklamadan anlatıp bir anlamda arınma gereksinimi duyduysa İhsan da sonunda iyileştiğini dile getirmek ister ama söylediği bir başka önemli söz daha vardır. “İnsanla davam bitti” der. Bu sözü, mücadelenin bittiğini, belki biraz umutsuzluğu – çünkü insana dair bir beklentisinin kalmadığını da sezdiren bir tümcedir başka açıdan – işaret eder. Anlatının finalinde Çağan Irmak, İhsan Hoca ile Süleyman Hoca’nın temsil ettiklerine bağlı kurulan karşıtlıklardaki tarafını lafını dolandırmadan bir kez daha vurgularken insanın asıl meselesinin bilime hayatını adayanların değil, kibrinden gözü hiçbir şeyi göremeyecek duruma gelenlerin olduğunu hatırlatır. O kibir, bazen Ziya gibi başkalarının hayatlarının altüst oluşuna göz yummalarına bile yol açarken bazen de gerçek yahut kurmaca bir dünyada karşılaştığı ötekinin huzurundaki sınavının başarısızlıkla sonuçlanmasına neden olmuştur. Aşk ise – her ne kadar akabinde gelen “İlim bir kil ü kâl imiş ancak” dizesindeki görüşüne katılmasak da –  “Aşk imiş her ne var âlemde” diyen Fuzûlî’yi destekleyen, onarıcı bir güç olarak çıkar anlatı boyunca karşımıza.

Anlatının izleklerine dair bu çözümlemenin devamında rol dağılımı ve oyuncuların performanslarından da söz etmek gerek. Çağan Irmak’ın dünden bugüne yaptığı işleri takip edenler bilirler, hem birçok oyuncuyla farklı projelerde tekrar çalışan hem de birden çok kez çalıştığı oyunculara özgün karakterler yazarak geniş alan sunan bir yönetmen. Aklıma ilk gelen oyuncular arasından Zuhal Gencer Erkaya’nın Tamam mıyız?, Ulak, Kabuslar Evi: Tanıdık Yabancı ve Gülizar gibi Çağan Irmak imzalı projelerde canlandırdığı birbirinden farklı renkler taşıyan karakterler, yönetmenin bu özelliğine iyi bir örnek. Benim bu yüzden Irmak’la henüz çalışmamış oyuncular arasında “keşke çalışsalar” diye aklımdan geçirdiğim ya da daha önce çalıştığı oyuncular arasında da “keşke yeniden bir araya gelseler” dediğim isimler var.

Erkan Kolçak Köstendil & Taner Ölmez

Yaratılan’ın başrolleri açıklandığında Irmak’ın kurduğu bir anlatı evreninde Erkan Kolçak Köstendil ve Taner Ölmez’i izleyecek olmak, hikâyenin içeriğiyle birlikte merakımın artmasının nedenlerinden biri oldu. Farklı türlerdeki hikâyelerin içinde ete kemiğe büründürdüğü ve izleyicinin belleğine kazınan karakterler inşa eden Erkan Kolçak Köstendil ile yakın zamanda yer aldığı projedeki karakterin mesleği nedeniyle izleyicinin kurmaya çalışacağı bir benzerliği zorlanmadan bertaraf eden ve Ziya’nın dönüşümünü başarılı bir biçimde yansıtan Taner Ölmez’i Irmak’ın rejisinde izlemekten keyif aldım. Hem Irmak’la hem birbirleriyle ortak bir dil bulmaları, anlatıyı güçlendiren etkenlerdendi.  Çemberimde Gül Oya’nın iz bırakan karakterlerinden Atıfet Hanım’a hayat veren Sema Çeyrekbaşı gibi ustaların ve genç kuşaktan oyuncuların performanslarıyla da hakkı teslim edilen bu hikâye, ele alınan meseleler üzerine belki ilk kez, belki yeniden düşünmeleri için izleyicilerini bekliyor.

Baran Barış


  • [1] E. M. Forster (2001), Roman Sanatı. Çev. Ünal Aytür, İstanbul: Adam Yayınları, s. 108.
  • [2] Yaşar Çabuklu (2006), Bedenin Farklı Halleri. İstanbul: Kanat Kitap, s. 94-98.

Bir Cevap Yazın