LAUREL ile HARDY: Dokunaklı Bir Saygı Duruşu

Filozof Aziz Augustinus, bir gün Hocası Ambrosius’un çalışma odasına girdiğinde, tuhaf bir manzarayla karşılaşır: Ambrosius gözlerini önündeki açık kitaba dikmiş, öylece duruyordur. Dudakları kıpırdamadığı gibi, sesi de çıkmıyordur. Augustinus bu garip durum karşısında merakına yenik düşer ve sorar: “Ne yapıyorsunuz Hocam?”. Ambrosius’un cevabını duyan Augustinus, kulaklarına inanamaz: “Kitap okuyorum”. Neden bu kadar şaşırır Augustinus? Çünkü insanoğlu metinleri içinden okumaya, ancak Orta Çağ’da başlamıştır. Öncesinde herkes, her metni, her zaman sesli olarak okumuştur. Öyle ki bu okuma / mırıldanma sesleri nedeniyle Antik dönemde kütüphanelerin sembolü, arı kovanıydı. Kütüphaneler sessiz olunması gereken yerler değildi, nasıl sessiz okunur bilinmediği için, herkes yüksek sesle okurdu. Bu sesler de arıların vızıldamasına benzetilmişti.

İnsanlık tarihinin bu son derece ilginç sayfasından bahsetme amacım, günümüzde bize çok sıradan gelen herşeyin, aslında belli bir zaman diliminde yine biz insanlar tarafından keşfedilmiş olduğu gerçeğinin altını çizmek. Sinema da istisna değil. Bu muhteşem sanatın teknik açıdan doğuşunu ister Eadweard Muybridge’e, ister Thomas Edison’a, isterseniz de Lumière Kardeşler’e bağlayın, emekleme evrelerinde sinema, insanoğlu için yepyeni, anlaşılması zor, karanlık bir mucizeydi. İnsanlar saniyede gözlerinin önünden geçen 20 veya 24 resmi neden hareket ediyormuş gibi algıladıklarına bir anlam veremiyordu ve kelimenin tam anlamıyla, hayatlarında daha önce böyle bir şey görmemişlerdi.

İşte tam da bu bocalama anında muhteşem eserler yaratmayı başardıkları, yaratmayı “bildikleri” için erken dönem sinemasının devlerine büyük bir saygı duymaktan başka ne yapabiliriz? İnsanlar “karanlık bir odada hareket eden resimler gördüm, çok ilginç bir buluş!” demekten öteye geçemezken Charlie ChaplinFritz LangHarold LloydDziga VertovBuster KeatonJean Renoir ve daha birçoğu bu yeni görüntü tekniğiyle harikalar yaratıyorlar, onu sanata dönüştürüyorlardı.

Yarın gösterime girecek olan Laurel & Hardy filmi, bizleri sinemanın bu emekleme döneminde yaratılan mucizevi eserler üzerine düşünmeye itti. Konu gereği sadece komedi alanında kaldığımızda, erken dönem sinemasında öne çıkan komedyenleri yer aldıkları ilk filmin tarihiyle birlikte şöyle sıralayabiliriz:

  • Harold Lloyd (1913)
  • Charlie Chaplin (1914)
  • Buster Keaton (1917)
  • Marx Brothers (1921)
  • Stan Laurel & Oliver Hardy (1927)

Her biri beyazperdede devleşen bu isimleri tek tek ele almak belki başka bir yazının konusu, biz şimdilik yelkenlerimizi yönetmen Jon S. Baird imzalı Laurel and Hardy çalışmasına doğru açmakla yetinelim.

Başrolleri Steve Coogan (hayır, Chaplin’in The Kid’i Jackie Coogan ile bir akrabalığı yokmuş) ve John C. Reilly’nin paylaştığı filmde, diğer bazı önemli rollere hayat verenler de son derece başarılı ancak Coogan Stan Laurel rolünde, Reilly de Oliver Hardy rolünde tam anlamıyla parlıyorlar. Her iki oyuncuyu da övmeme gerek yok, zaten kendilerini kanıtlamış, son derece başarılı iki aktörden bahsediyoruz. Ama zaten biraz da böyle iki oyuncuya ihtiyaç duyan bir senaryo var ortada. Karakterlerin duygusal dalgalanmalarına karşılık verebilecek ve minimalist oyunculuğun da altından kalkabilecek aktörler olmasa, filmdeki duygusal ve ağırbaşlı atmosfer kurulamazdı.

Bu noktada filmin afişine de dahil edilen “çok güleceksiniz” yargısının pek doğru olmadığının altını çizelim. Ancak şöyle bir durum var, zaten bu filme gülmek için gidilmez ki! Komedinin, ne yazık ki çoktan geride bıraktığımız altın çağını konu edinen bir filmde neden katıla katıla gülelim ki? Ayrıca filmin “Laurel & Hardy skeçleriyle seyircileri güldürmeyi” amaçlamamış olması da kanımca son derece yerinde bir tercih. Bu devirde Laurel & Hardy’ye gülmeyeceğimiz için değil, hala pekâlâ gülüyoruz, ancak bir filmin amacı bu ikiliyi taklit etmek olmamalı.

Bu efsanevi ikilinin özel yaşamlarına (özel derken daha çok birbirleriyle olan ilişkilerini kast ediyorum aslında), nasıl yazıp nasıl yarattıklarına eğilen ve birbirlerini sahnede veya sette nasıl harika bir şekilde tamamladıklarının altını çizen Laurel ile Hardy, tam anlamıyla bu ikiliye ve sinemanın altın çağına bir saygı duruşu niteliğinde. 

Bu açıdan film biraz da kayıp giden bir döneme ağıt olarak da nitelendirilebilir. Ne de olsa yaratılan her espride, her gag’da, bir toplumun, bir dönemin değerleri, gelenekleri, alışkanlıkları yatar. Günümüzde pek kullanılmayan “şapka çıkartarak veya şapkaya hafifçe dokunarak selam verme” gibi bir alışkanlık üzerinden hem Laurel and Hardy’de hem Chaplin’de, hem de Harold Lloyd’da onlarca espri vardır mesela. Güzel olan, bu esprilere, onları yaratan ve aktaran sanatçıların ustalıkları sayesinde, halen gülüyor olmamız. Ama yine de nostaljik olmadan da yapamıyor insan, 70 yıl kadar öncesinin toplumunu, sinemasal evreninin yansımalarını izlerken.

Sonuç olarak Laurel ile Hardy son derece kaliteli ve doyurucu bir sinema deneyimi sunuyor. Dediğimiz gibi gülmeye olmasa da, Stan Laurel’in skeç yazmadaki dehasını ve ikilinin uyumunu beyazperdede deneyimlemek son derece keyifli. Filmin sonunda da birkaç damla gözyaşı dökerseniz şaşırmayın derim, naçizane. 28 Haziran’da (yarın) gösterime girecek olan bu dokunaklı ve tatlı filmi şiddetle tavsiye ediyoruz.

H. Necmi Öztürk

Bir Cevap Yazın