STRANGER THINGS 3 : Herşey “Altüst” Oldu

Netflix ile ilgili aklıma gelen en eski bilgi, 2014 yılının Ocak ayına uzanıyor. 71. Altın Küre ödüllerinin açılış konuşmasını Amy Poehler ve Tina Fey yapıyordu ve Poehler konuşmanın ortasına doğru şöyle bir espri yapmıştı: “Bu yıl aday olan yapımların çoğu Netflix’de yayınlanıyor; House of Cards, Orange Is The New Black gibi. Devam ettiği sürece tadını çıkartmaya bak Netflix, çünkü birkaç yıl sonra SnapChat törene gelip en iyi drama ödülünü kabul etmeye başladığında kendini o kadar da başarılı hissetmeyeceksin”.

Netflix

Dinlerken gülüp geçmiştim, SnapChat uygulaması çıkıp da ödül kabul edecek değil elbette, ancak bu espriden iki önemli tespit ortaya çıkıyor:

  1. Netflix’e 2014’te (kimilerine göre halen) şüpheyle yaklaşılıyordu, çünkü sinema yapım şirketi değil, TV kanalı da değil, “online yayın yapan bir platform”.
  2. Netflix yeni bir “şey” idi, dolayısıyla “mahalledeki yeni çocuk” olduğu için ona takılıyorlardı, pek ciddiye almıyorlardı.

Netflix 1997’de Marc Randolph ve Reed Hastings tarafından, sadece ABD’de hizmet veren klasik bir DVD kiralama şirketi olarak kurulmuş, sonrasında evrim geçirerek yavaş yavaş “online yayın platformu” haline gelmişti. İlk kez 2010 yılında “streaming” dediğimiz yapıya kavuşmuş, ancak 2011’e kadar sadece Amerika Kıtası’nda hizmet vermişti. Sonrasında 2012’de birçok Avrupa ülkesinde, 2015’de Japonya’da derken 2016 yılında 130’un üzerinde ülkeye yayılarak tam anlamıyla uluslararası bir yapıya ulaşmayı başardı.

Netflix’in yayın yaptığı bölgeler.

Ne var ki başta bahsettiğim espriden çıkan tespitlere dönersek şu da bir gerçek ki, Netflix artık “mahalledeki yeni çocuk” değil. İlk yaygınlaşmaya başladığında hemen TV ile, Beyazperde ile karşılaştırılıyor, onlara üstün gösteriliyordu. Bu ikisiyle karşılaştırmak kolay, çünkü ikisi de çok eski: TV 1950’lerden, sinema ise zaten 1890’lardan beri varolan birer yapı. Eski yapıyı eleştirmek, eksiklerini bulmak kolay. İşte Netflix de artık yavaş yavaş bu yola giriyor gibi görünüyor, sadece birkaç yılda “eskimeyi” başardığı için de daha kolay eleştiriliyor.

Stranger Things

Tüm bu düşünce zincirinin oluşmasına neden olan ise, ne yazık ki Stranger Things dizisinin üçüncü sezonu. Öncelikle bu oluşumlara “sezon” demek ne kadar doğru orası da tartışmalı bir konu, sonuçta birdenbire önümüze dökülüveren 8 bölümden bahsediyoruz. HBO veya başka TV kanallarının her hafta bir bölüm yayınladığı diziler gibi değil ki, her bölüme bir haftalık bekleyişin heyecanını ve hayatımızdaki yaşanmışlığın aura’sını katalım. Mesela eskiden takip ettiğim dizilerden bazıları için “zaten çok yoğun bir hafta geçirmiştim, üstüne de böyle güzel bir bölüm denk gelince harika oldu” dediğimi çok net hatırlıyorum. Neyse, konumuzdan sapmayalım.

Stranger Things ilk yayınlandığı 2016 yılından itibaren gönüllerde taht kurdu, kısa zamanda da bir fenomen haline geldi ve Netflix’i taşıyan, dünyaya tanıtan yegâne program olma sıfatını uzunca bir zaman sürdürdü. Ardından ikinci sezon geldi, yine çok güzel gidiyor dedik, izlemeye heyecanla devam ettik. Çoğunluk gibi bizim de beğenimizin büyük bölümünü, 1980’lere olan (veya genel anlamda geçmiş) nostalji duygumuz besliyordu. Hala da 1980’leri çok güzel yansıttıklarını ekleyelim.

Ancak üçüncü sezonda bir şeyler yolunda değil gibi. Öncelikle “1980’leri anlattığımıza göre, Rus düşmanlığı diziye tam uyar” demişler anlaşılan, ama hiç uymamış ki! “Ruslar kötüdür” savını bu sezonun merkezine neden oturtur ki Duffer biraderler? 1980’ler ABD’nin SSCB’ye karşı düşmanca tutumunun tavan yaptığı bir dönem bile değil. Tüm Dünya’nın nefesini tutarak kafalarında “Kennedy mi kırmızı düğmeye basacak yoksa Kruşçev mi?” sorusuyla 13 gün boyunca nükleer tehdit korkusu yaşadığı 1960’ları, veya daha geriye giderek 1940 ve 50’lerde McCarthy’nin ABD genelinde cadı avı başlattığı karanlık dönemi kendisine fon edinen bir dizi olsa anlayacağım. Ama 1980’ler? SSCB kurulduğundan beri ABD’nin beslediği sıradan, kabak tadı veren düşmanlığından bahsedilebilir ancak. İzlerken “evil Russians” tabirini duyduğumda gerçekten de dizi bu kavramla dalga geçiyor sandım, ne yazık ki yanılmışım, çok üzücü.

İkinci nokta, senaryo düzleminde. “Ortada gerçekten bir senaryo var mı?” aklıma gelen ilk soru. İlk sezonda hikâyenin kuruluşu, karakterlerin tanıtılışı, 1980’ler arka fonunun hatlarının belirlenmesi, çok sayıda harikulade özellik önümüze serilivermişti, diziye de o nedenle ilgi duymuş, gördüklerimizi çok sevmiştik. İlk iki sezonda olay örgüsü, çok belirgindi.

Bu noktada ELFEN LIED (2002) animesini anmadan geçemeyeceğim çünkü Stranger Things’in ilk sezonunda anlatılan Eleven’ın “origin story”si Elfen Lied’de anlatılan, laboratuvarda “üretilen” ana karakterle o kadar büyük benzerlikler taşıyor ki! Konuyu burada bırakıyorum.

Üçüncü sezonda ise senaryo, zorunlu (üçüncü bir sezon çekmek lazım) bir ilerleyiş izlenimi veriyor ne yazık ki. Evet “kötü Ruslar”, Robin ile Steve’in Ruslar’a yakalanışları, Suzie’nin varlığını sorgulamamız, vs. tüm bunlar senaryonun bir parçası ama, esas konu nedir? Birinci ve ikinci sezonda Eleven’ın hastaneden / laboratuvardan çıkması gerekliliği, çıkınca da onun korunması, yakınındaki insanların ona kol kanat germesi, insan sıcaklığı, insani değerler, tüm bunlar ana konuyu oluşturan dallardı ve bir araya geldiklerinde heybetli bir ağaç oluşturuyorlardı. 

Kazak yönetmen Timur BEKMAMBETOV’un Night Watch (2004) ve Day Watch (2006) filmlerindeki tasviri andıran Upside Down World kavramı da güzel bir tat katıyordu diziye. Ne var ki bu son sezonda elimizde sadece birkaç önemli senaryo kırıntısı var, ana konu ise daha çok, sonraki sezonlarda anlatılacakların zeminini oluşturma işlevini görüyor gibi. Bu açıdan da biraz “soluklanma senaryosu” gibi duruyor, gelecek sezonlarda tekrar çok güzel fikirleri paylaşmadan, senaryoya yedirmeden önce verilen bir sezonluk ara. 

Son olarak dizinin 1980’lere duyduğu özlem ve sevginin, üçüncü sezonda biraz yüzeysel kaldığını belirtmek isterim: 1985 tarihli Back To The FutureGeleceğe Dönüş filminin kapanışının sinema salonunda alkışlandığı sahneden bahsediyorum. Bu elbette çok güzel bir sahne, Geleceğe Dönüş filmini severim ve evet, isteyen alkışlayabilir elbette. Ne var ki bugün o filmi alkışlıyorsak, 1980’lere ait, çocukluğumuza ait değerleri de alkışlıyoruz biraz da. Sadece filmi değil. 

Netflix ve Duffer Brothers çok araştırma yaparak yazıyor ve çekim yapıyorlar eminim, dolayısıyla 1985’de ABD’de Back To The Future filmi birçok salonda alkışlanmış olabilir. Fakat gerçeğe dayansa bile bunu diziye dahil etmek ne kadar doğru bilmiyorum. Çünkü 1980’ler bugün gülümseyerek baktığımız birçok şeye sahip, kıyafetler olsun, saçlar, permalar, müzikler, alışkanlıklar… 

Ama işte bunlara ilgi alanları ve politik angajman / sorumluluk da dahil. 1975’te “sona eren” Vietnam Savaşı’nı, Kate Millett gibi birçok araştırmacının feminist harekete yaptığı katkıları, entelektüel birikimin günümüzdekinden çok daha yüksek olduğu gerçeğini, tüm bunları ve o döneme özgü olayların artçı şoklarını 1980’lerden koparıp “1980’ler de böyleydi işte” diyemezsiniz. Bu politik ve entelektüel altyapıya da değinilmesi gerekirdi ve buna, 1980’lerde insanların sinemada ilk kez gördükleri bir filmi alkışlamaktan daha önemli işleri olduğu gerçeği de dahil. Böyle bir olay gerçekten olmuşsa bile, diziye dahil edilmesi 1980’leri biraz hafifletiyor gibi.

Bunların dışında Invasion of The Body Snatchers (1978) filmine kesinlikle şapka çıkartan canavar teması çerçevesinde üçüncü sezonda canavar tasarımına pek özen gösterilmemiş olması da üstad H.R. Giger’ın (Alien) kemiklerini sızlatacak, Chris Walas (Gremlins, The Fly) ve Alec Gillis (Tremors) gibi birçok sanatçı ve canavar tasarımcısının da ağzını açık bırakacak türden. 

Sonuç olarak Stranger Things popüler kültürde fenomen statüsünü korumaya devam ededursun, bu üçüncü sezonun bazı noktalarında kendini gösteren baştan savma tutum umarız diğer sezonlarda (Polis şefi Jim Hopper’ın ölmediğini ve Rus hapishanesinde olduğunu tahmin ettiğimiz 4. sezon gibi) ortaya çıkmaz ve Stranger Things’in 3. sezonu, uzun sürmesi muhtemel franchise içinde tek kötü sezon olarak kalır ve dizinin bir bütün olarak güzelliği, bu sezondaki eksiklikleri unutturur.

H. Necmi Öztürk

Bir Cevap Yazın