The Seventh Continent: Hedef Yedinci Kıta

“Yabancılaşma”, “aidiyetsizlik” ve “varoluşsal sıkıntılar” denildiğinde akla gelen yönetmenlerden biri olan Michael Haneke, 1989 tarihli The Seventh Continent (Yedinci Kıta) ile kariyerine derinlikli ve bir o kadar da kışkırtıcı bir başlangıç yaptı ve bu film onun kariyerini çizmesinde önemli bir marka haline geldi. Bir yerde mutlu bir aile varsa, maddi ve manevi olarak uzaktan güçlü gözüküyorlarsa, işte tam o sırada ortaya Haneke çıkar: “Ben bu aileyi dağıtmasını çok iyi bilirim, yoksa ben dağılırım. Ya ben, ya o!” düsturuyla her şeyi yıkmaya, yok etmeye hazırdır.

Hazır bu seneki Bienal’in (2019) teması Yedinci Kıta iken aklımızı Haneke’nin Yedinci Kıta’sı çeldi, kendimizi bu şiddet dolu filmi kaleme almaktan geri koyamadık. Kendi içinde her zaman ciddi çatışmalar yaşayan yönetmen bu filmle geçmiş, şimdi ve gelecek üçlüsünün kıvrımlarını yaşatır seyirciye. İzlerken belki de bazen “keşke geçmişimi silebilsem” ya da “geleceğim şimdikinden çok daha iyi olmalı” gibi düşüncelere kapılabilirsiniz. Bazen geçmişinizi silmek size gerçekten zor gelebilir ya da geleceğinizi inşa edebilecek kadar kendinizi güçlü bulamayabilirsiniz ancak Haneke tüm bu arzularınızı 104 dakikalık bir filmde yerle bir etmekte hiç de zorlanmış görünmüyor.

Haneke sineması genellikle açık bir şekilde gösterilen şiddeti olumlu kılar veya onu öyle etkileyici bir şekilde sergiler ki en başta düşündüğünüz “şiddet” konusundan geriye hiçbir şey kalmaz; kendinizi adeta duy(g)usal bir boşlukta bulursunuz. Yönetmen izleyicinin ritmine de hâkim olunca, o zaman haliyle oturduğunuz koltukta izlediğiniz film size acı çektirecektir. Her şeye belli bir mesafeden tanık olur ve gözlemlersiniz; o sırada film, hikayesinin tüm çıplaklığıyla kendi estetiğini korur, görsel kompozisyonuyla sizi giderek içine çeker ve artık deneyimlediğiniz hikâye, taşımak için çok ağır gelebilir. İşte Yedinci Kıta izleyicide tam olarak böyle bir etki bırakma gücüne sahip. Filmi izlerken baştan sona deneyimlediğiniz tüm duygu durumlarının sonucundan siz sorumlu oluyorsunuz bir bakıma. Bu tip filmlerin sindirimi kolay mı diye sorarsanız cevap elbette olumsuz, hatta tam olarak mideye taş gibi oturur dersek abartmış sayılmayız.

Can Sıkıntısı ve İzolasyon

Sessiz ve karanlık bir ortamın hâkim olduğu Yedinci Kıta tüm yönleriyle, Haneke dendiğinde akla gelebilecek filmlerden. Pastoral bir çerçeve içinde sunulan hikâye, başlangıçta bizi gündelik rutinlerin içine davet eder. Ancak zaman geçtikçe bu gündelik rutinler evrimleşir. Yönetmene göre “aile” kavramı bir noktada kentsel varoluşun en önemli simgelerinden biri ve bu simge ciddi anlamda büyük sorunlar barındırdığı için, zira bir ailenin kurtuluşu ancak Yedinci Kıta ile mümkün olabiliyor.

Bu filmi izlemeye başlar başlamaz karşılaşacağınız en dikkat çekici şey, “sıkıcı” bir ailenin sizi bekliyor olduğu gerçeği. Her karakter içsel olarak kendisine şiddetli bir savaş açmış durumda. Peki, bu insanları ne kurtarabilir? Haneke bunun için de bir çözüm bulmuş. Herkes için bir adet Yedinci Kıta. Yönetmene göre bu, sancılı da olsa bir insanın ulaşabileceği en son nokta. Kimileri buna “gelecek” diyor ancak Yedinci Kıta’yı gelecek olarak adlandırabilmemiz için Haneke’nin filmde karakterlerin kendi geleceklerinin yıkımına izin vermemesi gerekiyor. O yüzden Yedinci Kıta kavramı için tam olarak “gelecek” anlamında kullanılıyor diyemeyiz.

Ömür Yiyici Oto Yıkamacılar

Filmde en çok karşımıza çıkan ve izleyiciye “bekleyiş”in tam olarak nasıl bir hal aldığını gösteren somut dışavurumlardan biri de “oto yıkama” sahneleri. Bunlar, insanın bir yerde, bir konuda takılıp kalma hissini, rutinden dolayı gücünün tükenişini temsil ediyor gibi. Her oto yıkama sahnesinde karakterler tıpkı otomobiller gibi kendi ruhlarını temizleyip, dinginleştiriyor. Burada sıradan bir araba yıkama sahnesinin içinde olmadığınızı söylemekte fayda var. Haneke bir bakıma tıpkı belgesellerde izlediğimiz hayvanlar gibi insanların da hayata tutunma ve hayatta kalma mücadelelerini Yedinci Kıta ile çok iyi bir şekilde özetliyor.

Tutunacak Bir Dal Hayat Kurtarıyor

Sanayileşme sonrası insanın üzerine çöken rahatlık düşüncesi aslında tam tersine, büyük bir ağırlık duygusu yaratmıştır. Alınan bir terfi, kazanılan bir kuruş daha fazla para bile aslında hiçbir mutluluk getirmemiştir çünkü artık arayış maddi değil varoluşsal bir düzleme ulaşmıştır. Rahatlık sadece butik dükkanların içinden izlediğiniz hayatlara benzer. O halde asıl varoluşa ulaşmak için bedeni tamamen arındırıp onu terk etmek mi gerekir? İşte tam burada Haneke “intihar” meselesiyle bizi baş başa bırakıyor. Günümüz insanının en önemli problemlerinden biri de iletişim kuramamasıyken, yönetmen bunu “intihar” ögesini kullanarak çok iyi işliyor. Hayatını sonlandırma sürecinde bile dört duvar arasında iletişimsizlik tavana çıkıyorsa bundan daha yüce nasıl bir varoluşsal gövde gösterisi yapılabilir ki? Haneke bu noktalarda şiddetin dozunu hiç çekinmeden arttırmış.

Sistematik Yıkım

Çok sevdiğin ve daha dün terfi aldığın işini bugün çöpe at, geçmişten beri geleceğin için biriktirdiğin tüm birikimin klozetin dibini boylasın, çocuğun ölsün, eşinle tüm iletişimin sonsuzca kesilsin ve sen de hiçbir şey olmamış gibi, sanki belgesel izler gibi televizyondaki karıncaları izle… İşte Yedinci Kıta’ya ulaşmanın bedeli. Çok da pahalı değil. Bu tam anlamıyla Hanekevari sistematik bir yıkım. Bir noktada ütopik / distopik yaşam tarzını beyazperdeye taşıyor.

Yedinci Kıta’da insan doğasının sınırlarından en karanlık içsel çatışmalarına kadar var olmayı, yabancılaşmayı deneyimler, hayatın neresinde olduğunuzu sorgular ve konforun ne anlama geldiğini sorgulayabilirsiniz. Şimdiden keyifli seyirler dilemek isterdik ama söz konusu Haneke olunca, tekinsiz seyirler diyelim.

Burcu Meltem Tohum

Bir Cevap Yazın