Josephine Decker’in yönetmenliğinde çekilen Shirley, izleyicilerin karşısına ilk kez geçtiğimiz Sundance Film Festivali’nde çıktı. Susan Scarf Merrell’ın aynı adlı romanından uyarlama olan bu filmi, 70. Berlin Uluslararası Film Festivali de ENCOUNTERS kategorisinde konuk etmiş. Filmin başrollerinde Shirley Jackson karakterine hayat veren ve ayrıca son dönemin de önemli oyuncuları arasında yer alan Elisabeth Moss var. Filmin bir diğer önemli ismi olan ve 2017 yapımı Call me By Your Name’den hatırladığımız Michael Stuhlbarg ise Stanley Hyman karakterine hayat veriyor. Filmde dikkat çeken diğer oyuncular Odessa Young ve Logan Lerman.

Kendi Sinema Dilini Oluşturmak
Her yönetmenin kendine ait bir sinema dili olması beklenir ancak bu beklentinin her zaman karşılandığı söylenemez. Josephine Decker, 2018 yılında gösterime giren Madeline’s Madeline adlı filmiyle sinefillerin dikkatini çekmeyi başarmıştı. Madeline’s Madeline’de de kendine has çekim teknikleri ve oyuncu kullanımıyla beğeni toplamıştı. Bu noktada Shirley’nin de özgün bir sinema dilinin olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Filmin sinematografisi ise Victoria ve Rams gibi filmlerde de çalışan Sturla Brandth Grøvlen’e ait.

Shirley’nin çekim teknikleri daha çok karakterlerin ruh durumlarına ve meydana gelen olaylara bağlı gelişen duygu durumlarının yansımasına göre çoğunlukla “zoom in / zoom out” şeklinde ilerliyor. Shirley karakteri gergin ve melankolik bir karakter olduğu için kameranın sürekli onun yüzüne “zoom in” yaptığını görüyoruz. Bu da filmin takibini zorlaştırmıyor değil açıkçası. Aslında bu tekniğin, bundan 10-15 yıl önceki sinema anlayışına baktığımızda hikâye anlatıcılığı bakımından işlerliğini kabul ettirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak bugün bir filmde eğer çok fazla “zoom in” ve “zoom out” varsa o zaman filmin izleyiciye aktarımı noktasında sıkıntılar var demektir.

Kuşkusuz Elisabeth Moss, Shirley karakteri için biçilmiş kaftan; gerek yüz ifadelerinin kullanımı gerekse hemen her olay karşısındaki olumsuz ve tatminkarlıktan uzak bakışları filmde ön plana çıkıyor. Moss’un başarılı oyunculuğuna rağmen, insan “zoom in” ve “zoom out” tekniklerinin oyunculuktan çok daha fazla ön plana çıkmasına gerek var mıydı diye düşünmeden edemiyor.
Kaynak Metne Sadık Kalmak
Shirley gibi, mesleği yazarlık olan birinin biyografik hikayesini beyazperdeye taşımak çoğunlukla zor bir görevdir. Bir de bunun üzerine anlatılan öykü direkt olarak bir romandan alınmışsa işte o zaman tehlikeli sularda yüzüyorsunuz demektir çünkü bu durumda hikâye, ister istemez iki koldan ilerliyor ve yönetmene de iki iş düşüyor: Bunlardan ilki birinin sizin için hali hazırda derlediği hikâyeye sadık kalmak diğeri ise biyografisi yapılan kişinin hayatının anlatıldığı kitabın dışında, kendi kişiliğini yansıtabilmek. İşte bu ikisinin aynı potada eritilmesi çok güç. Bu şekilde bir nevi kulaktan kulağa biyografi anlatımı ön plana çıkmış oluyor ve anlatıcı sayısı katlanıyor.

70. Berlin Uluslararası Film Festivali’ne bizzat katılarak bir de konuşma yapan Josephine Decker, Shirley’nin özellikle 1962 tarihli We Have Always Lived in the Castle adlı kitabından çok etkilendiğini söyledi. Öte yandan Shirley filmi, yönetmenin bize gösterdiği kadarıyla, yazarın belli bir dönemde hangi kitap üzerinde durduğunun ya da ne çalıştığının detaylarına inecek tarzda bir anlatım sunmuyor. Hepimizin bildiği üzere Shirley Jackson, 2018 yılında Netflix’in çıkardığı ve yazarın aynı adlı kitabından uyarlanan The Haunting of Hill House ile aramıza katıldı. Gerek çekimleri, gerek oyunculukları ve kullanılan yenilikçi korku öğeleriyle gönlümüzü fetheden bu Netflix yapımı seri sayesinde, Shirley bir anda hepimizin merak ettiği bir karaktere dönüştü. Bu bakımdan Josephine Decker’in Shirley’si, arayıp da bulamayacağımız bir hediye adeta.

Yazar Klişelerini Seyircinin Gözünün İçine Sokmak
Özellikle bir yazarın biyografik tarzda hikayesi sinemaya uyarlandığında anlatılan hangi yazar olursa olsun, genellikle onun ne kadar tahammül edilemez ve huysuz biri olduğu yansıtılır. Elbette okuduklarımızdan ve eserlerinden yola çıkarak Shirley karakteri için sanılanın aksine yumuşak ve sevimli biri olduğunu söyleyemeyiz, ne var ki Decker’in Shirley’si de en az kafamızda canlandırdığımız Shirley Jackson kadar yıpratıcı, huzursuz, üstelik tüm yazar klişelerini gösteren bir yapım.

Zıt İlişkiler Ağı ve Karakterlerin Bağımsızlıkları
Yönetmenin, Shirley filminde bilinçli olarak her bir karakteri birbirine benzer şekilde sunmamış olması filmin seyir keyfini arttırıyor. Bu şekilde zıt karakter oluşumlarının birbirleriyle olan ilişkileri seyircinin gözleri önüne seriliyor. Özellikle Shirley ile kocası Stanley arasında bulunan tezatlık çok iyi işliyor. Bu açıdan Stanley karakterini canlandıran Michael Stuhlbarg’in oyunculuğu kuşkusuz kendini izlettirmeyi başarıyor. Filmde var olan bu karakter çeşitliliğinin tek negatif yanı ise, yer yer hikâyenin önüne geçebiliyor olması.

Eğer daha önce The Haunting of Hill House dizisini izleyip ardından da Shirley Jackson’ı araştırdıysanız yazarın ne dereceye kadar hayal dünyasında yaşadığını ve sürekli sanrılar gördüğünü biliyorsunuzdur. Josephine Decker ise, ilginç bir şekilde Jackson’ın bu yanına pek yüklenmemiş. Hatta karakterin bu durumuyla ilgili göndermeler barındıran sekansların çok cılız kaldığını bile söyleyebiliriz. Filmde kullanılan müzikler dönemin canlı tınılarını taşıyor. Hikayesinin tabanında sürekli gerilim olan böyle bir filmde hikâyenin zıddı olan canlı müziklere kulak vermek ise seyir sırasında yaşayabileceğiniz bir başka karşıtlığı ortaya çıkartıyor.

70. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde izleme şansı bulduğumuz bu film, biletleri satışa çıktığı andan itibaren dakikasında tükenen filmler arasında yer alıyordu. Tıklım tıklım bir salonda gösterilen yapım bütün izleyicilerden tam not aldı mı bilinmez ancak Dial M for Movie olarak, eksi yanlarının artılarından fazla olduğunu söyleyebiliriz.