AŞK ve ÖLÜM: “Sen Hayatsın ve Ben Onu Terk Ediyorum”

Türkçe’ye Aşk ve Ölüm olarak geçen A Matter of Life and Death (1946) bir yandan Stairway to Heaven diye de biliniyor çünkü Amerika’daki dağıtımı bu ad altında yapılmış bulunmakta. Filmin yönetmenleri Michael Powell ve Emeric Pressburger, nam-ı diğer The Archers yani Okçular, “Stairway to Heaven” isminden pek memnun olmasa da Amerikan izleyicisinin isminde death yani ölüm kelimesi geçen bir filme çok da sıcak yaklaşmayacağı düşünüldüğü için filmin dağıtımı söz konusu olduğunda böyle bir çözüm bulunmuş.  Amerikan izleyicisinin hassasiyetleri ve sinema konusundaki tercihleri bambaşka bir yazının konusu pek tabii. Buna ek olarak, filmin İngiliz yapımı olduğunu da söylemeden geçmeyelim.

Filmin Amerika ile İngiltere arasındaki ilişkileri iyileştirmek amacıyla en başta bir propaganda aracı olarak düşünülmüş olduğu gerçeği mevcut. Zaten bunu filmin gidişatından da kolayca anlayabiliyoruz ancak yine de film, bu amacı göze batmadan ve seyirciyi rahatsız etmeden varlığını sürdürebiliyor. Normalde filmin sinematografik ögelerine dikkat kesilmek ve ayrıntıları fark etmek filmler hakkında yazan ve eğitim alan birinden elbette beklenen bir durum ancak A Matter of Life and Death’te hikâye öyle sürükleyici ve de dokunaklı ki, film bittiğinde izleyici normalde hep büründüğü eleştirel kimliğinden sıyrılmış olduğunu fark ediyor. O nedenle de geriye dönüp, bazı şeylerin üzerinden tekrar geçmesi gerekebiliyor. Normalde dikkatli davranan birini bile böyle sürüklemiş olması göz önünde bulundurulduğunda A Matter of Life and Death gerçekten de başarılı ve insana geçen vakti unutturan bir film.

İkinci Bir Yaşam Şansı

Film, açılışı ve konusu bakımından Frank Capra’nın 1946 yapımı filmi It’s a Wonderful Life ile benzeşiyor. Sonsuz bir evren kavramından geçerek bir anda Dünya’ya iniyoruz, üstelik tam da 2.Dünya Savaşı’nın sonlarına… Evrenin ve varlık kavramının büyüklüğünü keşfettikten sonra bu büyük çerçevede oldukça küçük kalan bir gezegene geliyor, savaş naralarını işitiyoruz. Zaten manasız gelen savaş düşüncesi, böyle bir bağlamda sunulduğunda daha da yersiz geliyor göze. Sonra birden oldukça kaotik bir ortamda uçağını hareket eder halde tutmaya çalışan Peter Carter (David Niven) ile baş başa kalıyoruz. Sahnenin geri kalanı oldukça şiirsel ve de trajikomik bir şekilde ilerliyor. Öyle ki seyirci olarak biraz da neye uğradığımızı şaşırıyoruz ve film daha ilk dakikalarından bizi bütünüyle içine çekmiş oluyor.

Ölmüş olan arkadaşı Bob (Robert Coote) dışındaki tüm mürettebatı uçaktan göndermiş olan Peter, Amerikan Hava Kuvvetleri için çalışan June (Kim Hunter) ile telsiz yoluyla konuşmaya başlıyor. Peter’ın öleceğinden emin olmasının getirdiği şakacılık ve June’un onu sağ salim bir biçimde indirmeye çalışarak görevini yapmak istemesi arasındaki tezatlık sahneye gerçek bir dokunaklılık ekliyor. June’a birazdan uçaktan atlayacağını söyleyen Peter, paraşütünün olmadığını da eklemeden geçmiyor. Filmi ana karakterin öleceğinin kesin olduğu bir noktadan başlatmak gerçekten de azımsanmayacak bir merak uyandırıyor izleyicide. Ayrıca sahne, başlıkta geçen mükemmel repliğe de ev sahipliği yapıyor. Peter atlamadan önce June’a şöyle diyor:

Seni seviyorum June. Sen hayatsın ve ben onu terk ediyorum.

Peter’ın uçaktan atlamış olmasına rağmen ölmemesinden ve cennetvari bir sahilde uyanmasından -ki ne hikmetse Peter tam da June’un bisikletiyle geçeceği yere düşmüş- anlıyoruz ki günü gelen insanları “öbür dünya”ya taşıma sisteminde bir aksaklık mevcut. Bol renkli ve canlı asıl dünyadan -biz insanlara göre asıl dünya demek daha doğru olacaktır tabii- bir anda siyah beyaz ve cennet olabileceğini tahmin ettiğimiz bir yere geçiyoruz. Burada Peter’ı buraya taşımakla sorumlu olan görevlinin (Marius Goring), ki kendisi Fransız İhtilâli’nde giyotine kurban gitmiş bir Fransız, bir komedi unsuru olacak şekilde, suçu kötü İngiliz havasına attığını, sonuç olarak görevini gerçekleştiremediğini öğreniyoruz. Çünkü bu Fransız, filmde geçen adıyla Kondüktör 71, hedefi olan Peter’ı uçaktan atladığında bol bulutlu gökyüzü sebebiyle bulamamış ve onu öbür dünyaya götürememiş. Haliyle Peter hak ettiğinden fazla yaşamak durumunda kalmış.

Halüsinasyon ile Gerçeklik Arası Bir Yer

Filmin devamında devreye June’un arkadaşı Dr. Reeves (Roger Livesey) giriyor. Kendisinin camera obscura aracılığı ile tüm köyü seyre dalması bir yana, Peter’ın öbür tarafla girdiği mücadelede çok etken ortaya çıkan bir karakter haline geliyor. Kendisini motosiklet kullanırken gördüğümüz ilk sahnede yapılan hızlı geçişler ve hissettirilen aksiyon sonucunda kendisinin bir şekilde kazaya kurban giderek öleceğini hissedebiliyoruz. Bu da karakter bir gece yarısı gerçekten kaza geçirdiğinde şaşırmamıza ve de üzülmemize engel oluyor aslında. Film böylece umutlu ve optimist tonunu ciddi bir ölüm içeriyor olmasına rağmen koruyabiliyor. Buna ek olarak, ölümünden hemen sonra Dr. Reeves karakterini Peter’ın film boyunca aradığı savunma avukatı konumunda görmek fazladan bir rahatlık bile sağlıyor ve onun kaybına doğru yumuşak bir geçiş olmasına yol açıyor.

Filmin adının Amerikan versiyonuna konu olan stairway to heaven yani cennete giden merdiven filmde gerçekten de mevcut. Öyle ki Kondüktör 71 ile Peter bu basamaklarda oturup günü gelmekte olan davayı tartışıyor, geçmişin önemli kişilerinin heykellerine bakıyorlar. Peter bu merdivenden kaçıp dünyaya inerken de kondüktörün “Peter” diye yükselen sesi, bizim dünyamızda yer alan June’un “Peter” nidalarına karışıyor ve Peter uykusundan uyanıyor bir anda. İki dünya arasındaki geçişler özellikle dönemine göre kesinlikle çok yenilikçi. Ancak Pressburger ve Powell ikilisinden ancak böyle bir şey beklenebilir diye düşünüyor insan.

Kondüktör dünyamıza geldiği ve Peter’la konuşmak istediği an duran zaman, fotoğraf gibi görünen durgun kareler, Peter’ın anestezi esnasında gözlerini kapadığı zaman dünyaya onun kapanmakta olan göz kapaklarının ardından bakmamız, amfi tiyatro görünümündeki gökyüzü mahkemesinden zoom out ederek onu uzaklardaki bir galaksi şeklinde görmemiz ve daha bir sürü örnek gerçekten de dahiyane birer yaratıcılık ürünü.

Aşk, Gözyaşı ve Dünya’nın Kanunu

Filmin kapanışında Peter davasını, azılı bir İngiliz düşmanı olan Abraham Farlan’e (Raymond Massey) karşı hem June’un aşkı hem de Dr. Reeves’in zekası sayesinde kazanıyor. Normalde ölmüş olması gereken birinin yaşamaya devam etme hakkını savunmak için aşkın yeterli olmayacağına inanılsa da June’un Peter yaşasın diye kendi hayatından vazgeçmesi jüri tarafından yeterli bir kanıt olarak görülüyor ve Peter’a oldukça uzun ve de “cömert” bir ömür bahşediliyor. Mahkemede yerli Amerikalılardan İngilizlere, İrlandalılardan Fransızlara kadar birçok kişi görmüş olsak da filmde Alman olmaması dikkat çekiyor. Filmin en başında Peter’ın bir Alman kentini bombalamaya gidiyor oluşu da olasılıklar arasında.

Gökyüzündeki dünyada 2. Dünya Savaşı esnasında ölmüş birçok genci görüyoruz. Bu açıdan bakıldığında filmin savaşta ölmüş kişiler için bir ağıt olabileceğini söyleyebiliriz. Bizce filmin tek zayıf noktası “Ölmüş ancak Peter gibi kendi yaşamlarını savunma fırsatını yakalayamayan insanların da yaşamak için yeterli sebepleri yok muydu?” diye düşündürmesi. Bu açıdan dünya(lar) Peter’ı biraz kayırıyor ve diğer insanlara haksızlık yapıyor gibi. Yine de sağladığı duygu yoğunluğu ve katarsis, ayrıca yaratıcılığı ve görsel şöleniyle apayrı bir sinema deneyimi yaşatıyor A Matter of Life and Death. Filmin iç sıkıntısı ve ölümle boğuşmaların sık olduğu bugünlerdeyse gerekli duygusal boşalmayı sağlaması açısından da başka bir yeri var sanki. Tüm bunlara ek olarak, Powell ve Pressburger iş birliğiyle gerçekleşmiş diğer işler de kesinlikle izlenmeye değer, bunu da söylemeden geçmeyelim. Onların işlerini iki kelimeyle özetlemek gerekirse, ancak ufuk açıcı tabiri yeterli olmaya belki biraz yaklaşabilir.  

Ece Mercan Yüksel

Bir Cevap Yazın