Afgan kökenli Alman yönetmen Burhan Qurbani tarafından çekilen Berlin Alexanderplatz’ın Dünya prömiyeri geçtiğimiz 70. Uluslararası Berlin Film Festivali’nde yapıldı. Film, Alman yazar Alfred Bruno Döblin’in, 1929 yılında yayımlanan aynı adlı eserinden uyarlama. Alman edebiyat tarihinde ilk metropol roman olarak yerini alan bu eser yayınlandığı tarihten günümüze dek televizyon ve sinema dünyasında sık sık uyarlamalara konu oldu. Yazıldığı dönemde ise, eleştirdiği kavramlar nedeniyle son derece tartışmalı bir eserdi. 21. yüzyılda hala farklı uyarlamalarıyla karşımıza çıkmaya devam eden Berlin Alexanderplatz, aslında sadece belli bir döneme ya da tarihe ait olmaması nedeniyle her dönemde uyarlanıp aynı kavramlar üzerinden yeniden değerlendirilmeye açık bir eser. Yüzyıllardan beri, hala bir insanın kökenine, tutkularına, güçsüzlüğüne, savunmasız yanlarına yapılan suçlamaların yapısı, ilkelliği değişmedi. Qurbani’nin Berlin Alexanderplatz’ının; Berlin Film Festivali’nde prömiyerini yaptıktan sonra oldukça ön plana çıkmasındaki faktörlerden biri de bu aslında.

Bu yıl pandemi nedeniyle kendi online platformunda gerçekleşen 39. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin programında da yer alan Berlin Alexanderplatz, festival seçkisinde yayınlanan ilk filmdi. İzleyici kitlesi tarafından büyük bir ilgiyle karşılanan ve daha ilk günden biletleri tükenen Berlin Alexanderplatz ilk bakışta, bir insanın defalarca sırtından vurularak sürekli yere düşse de her seferinde nasıl tekrar hayata sımsıkı tutunduğunun resmini çiziyor.

“Q for Quad”
Fiziksel olarak bitip tükenmenin, tükenişin belirli bir zihinsel darbe olmadan gerçekleşemeyeceğini gösteren Francis (Welket Bungué), filmde sadece bireysel olarak kendini değil aynı zamanda kendi gibi tarih boyunca ezilenlerin tarihini de sırtında taşıyarak şu meşhur “adalet”in peşindeki ana karakter. Portekiz yapımı Bastien (2016) adlı kısa film ve 2017 Brezilya yapımı Corpo Elétrico filmlerindeki performansıyla sinema dünyasında ön plana çıkan Bungué, aklındaki cümleleri planlamadan, tartmadan acımasız dünyanın terazisine koyan, her seferinde düşüp dizlerini bu teraziye vuran Francis’e hayat verirken adeta kendine içkin sınıflar arasında geziniyor.

Filmin başrol oyuncusu olan, Reinhold karakterini canlandıran Albrecht Schuch filmin başlangıcından sonuna kadar sergilemiş olduğu oyunculuğuyla filmin hikayesinden ciddi anlamda rol çalıyor. Geçtiğimiz yıl hikayesiyle sinemaseverlerin oldukça ilgisini çeken Systemsprenger’da dikkatimizi çekmeye başlayan Schuch’un Systemsprenger’dan Berlin Alexanderplatz’a olan yolculuğu kesinlikle izlenmeye değer. Bu kadar zıt ve farklı karakterlere böyle kısa sürede başarılı bir şekilde hayat vermiş olması gerçekten takdire şayan bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Hem fiziksel hem de zihinsel olarak oldukça mesai harcamış olduğu açık olan Albrecht Schuch, Berlin Alexanderplatz’da nefret edecek derecede başarılı bulabileceğiniz bir karaktere hayat veriyor.

Filmde dikkatimizi başka açıdan çeken bir diğer oyuncu ise Jella Haase. Burhan Qurbani’nin Berlin Alexanderplatz’ında Mieze karakterinin çok önemli bir görevi var; filmin baştan sona anlatıcılığını üstlenen bu karakter, biz henüz onunla tanışmadan, anlatının ilk bölümlerinde dahi sesiyle karşımıza çıkıyor. Ayrıca seyirci olarak her bölümde bizzat kendisinin varlığının olup olmadığını bilmesek bile Qurbani, sinema dünyasında anlatıda izleyicinin bütün olayları bilen biri tarafından (narrateur omniscient) aktarılmasında mutlaka söz konusu anlatıcıyla görsel iletişim kurulması gerekmediğinin de altını çiziyor. Yönetmen, Mieze karakteriyle akıllara Gilles Deleuze’ün “Qu’est-ce que peut une image?” (Bir imge ne yapabilir?) sorusunu getiriyor.

Berlin Alexanderplatz’da olayların geçtiği mekanlar belli, koreografik düzenin tam olarak nasıl olması gerektiği belli, oyuncular ve oyuncuların uğrayacağı mekanların da birbirleriyle ilişkisi kesin hatlarla çizilmiş durumda, ne var ki imge, olduğu ya da çizildiği gibi tasvir edilmek zorunda değil. İmge aynı zamanda bir ses olabilir, bu da temsili karakterin tıpkı edebiyatta olduğu gibi tanrısal bakış açısıyla sinemasal olarak nasıl yorumlanabileceğini gösterir.

Filmde dikkatimizi çeken bir başka oyuncu ise sinema tarihinde önemli bir yere sahip olan 1998 yapımı Tom Tykwer tarafından yazılıp yönetilen Lola Rennt (Run Lola Run) filminde boy gösteren Joachim Król. Berlin Alexanderplatz’da Król tarafından canlandırılan Pums karakteriyle Burhan Qurbani; adeta Alman edebiyatıyla Alman sinemasının önemli noktalarına göndermeler yaparak hem tarihsel hem de kültürel açıdan yaratım sürecine hizmet eden olaylara saygı duruşunda bulunmuş.

Berlin Alexanderplatz’da görsel efekt ve renk kullanımlarının bir bakıma Gaspar Noé filmlerini andırdığını söyleyebiliriz ancak Qurbani’nin görüntüyü, imgelerini kendi diliyle ele alıp yorumlaması bakımından, bu benzerliğin film boyunca sürdüğünden bahsedilemez. Her ne kadar Döblin’in yazdığı bu eser sinemaya birden fazla uyarlanmış olsa da Qurbani’nin günümüz sinemasına yakışır düzeyde görsel vuruşları oldukça etkili. Yönetmenin montaj tekniği, olay örgüsünün aktarımında “klasik” olarak adlandırılanın aslında ne kadar da klasik olmadığını gösteriyor. Ayrıca filmin müziklerini yapan Dascha Dauenhauer ise genç ve yetenekli bir isim. Anlatının en önemli katmanlarında kılıcını savuran gladyatörler gibi tınılarını anlatıya serpiştiriyor.

Mekânın Yabancı Tanıklığı
Alexanderplatz, bugün tüketim çılgınlığının tam ortasına hapsolmuş, Berlin’in en önemli simgelerinden biri sayılmaktadır. Alfred Bruno Döblin’in kendi orijinal hikayesini anlatabilmesi için sanıyoruz ki bundan daha iyi bir yer olamazdı. O dönem daha çok işçi sınıfının yaşadığı bölgede ikamet eden Döblin’e göre Alexanderplatz, kullanılmaya başladığı yıldan itibaren Berlin’in kimliğinin vazgeçilmez bir parçasıydı. Weimar Cumhuriyeti Almanya’sının kaotik yanını tüm çıplaklığıyla ortaya seren bu mekân, Berlin ile özdeştir. Adını Rus Çarı I. Alexander’dan alan ve bir dönem tüm dünyadan özellikle çalışmak, iş bulup yeni bir hayat kurmak isteyenlerin akın ettiği önemli bir mekân olan Alexanderplatz, düşlerini gerçekleştirmek isteyen her insanın hedefindeydi.

II. Dünya Savaşı sırasında bombardımanlar sonucu tamamen yıkılan Alexanderplatz’a bugün Burhan Qurbani’nin gözüyle bakmak bu yüzden çok önemli çünkü Berlin’in ikiye bölünmesiyle birlikte Alexanderplatz, Doğu Berlin’in merkezi haline gelerek bir nevi Berlin’in yapısının değişimine de tanıklık eder. Adı hala aynıdır ama maruz kaldığı olaylar farklıdır. Tarihteki bu duruşuyla tıpkı Berlin Alexanderplatz’daki Francis gibidir Alexanderplatz. Film boyunca Francis’in kimliğinin, hatta adının değişim sürecine tanık oluruz. Francis her zaman aynı, kendini bildiği gibi kalmaya çalışsa da dışarıdan aldığı darbeler onu her zaman tıpkı Alexanderplatz gibi yıkıma götürüp değiştirecektir. Francis, her zaman Francis olarak kendisini temsil edecektir ama aldığı darbelerdeki yıkıntılarıyla Almanlar’ın Alex diye adlandırdığı eğlencenin, tüketimin, geçici mutluluğun ortak noktası Alexanderplatz’a dönüşecektir.