26. L’Etrange Festival Paris’te başladı ve Cronenberg yeni filmi ile karşımızda! Fakat bu Videodrome ya da Crash’in yönetmeni David değil, onun oğlu Brandon Cronenberg. Brandon’ın Possessor (Sahip) filmi ocak ayında Sundance Film Festivali’nde görücüye çıktığından bu yana köşesine çekilmiş bekliyordu. Bu bekleyişte elbette koronavirüsün hayatımıza girmesi ile birlikte festivallerin ya online olarak yapılması ya da iptal edilmesi etkiliydi. Ancak 22 Haziran’dan beri sinemaların açık olduğu Fransa, filmi uzun bir aradan sonra izleyicisi ile buluşturdu.

Brandon Cronenberg yavaş yavaş kendi kitlesini inşaa eden bir yönetmen. Antiviral filminden tam 8 yıl sonra bu kitle ve yönetmeni keşfetmeye gelmiş sinefiller “Sahip”lerine kavuşmuş oldu. Üstelik L’Etrange Festival’de izlediğimiz versiyon bilet satma derdiyle filmin bazı noktalarını kesmesi muhtemel prodüktörlerin eli değmemiş hali. Evet L’Etrange Festival, takipçilerine “Uluslararası Prömiyer” başlığı altında, Possessor’ın (2020) director’s cut halini görme şansı da vermiş oldu.
İsterseniz öncelikle biraz filmimizin hikayesinden bahsedelim. Possessor’da esas kızımız Tasya Vos (Andrea Riseborough) gizli bir servisin güzide ajanlarından. Bilimkurgu ve gerilim türlerinin özelliklerini içinde barındıran yapımda Tasya bu gizli servisin seçtiği insanların bedenine beyne yerleştirilen bir implant sayesinde “Sahip” oluyor. Tasya bir makineye bağlanarak kurbanın zihnini kontrol ediyor. Ne yaptığını bilmeyen kurban üzerinden bir cinayet işlendikten sonra Tasya, bu bedenden ayrılıyor. Ancak Tasya’nın kendi bedenine ve hayatına dönmesi demek, aynı zamanda kullanılan kişinin intihar ya da başka bir yoldan ölmesi demek.

Kahramanımız görevden göreve koşarken bir yandan da gerçek kimliğini kaybetmeme mücadelesi veriyor. Bunun için psikolojik destek alıyor. Ancak bu destekler yetmiyor ve Ajan Vos bir görev sonrası girdiği erkek bedeninden çıkmakta zorlanıyor. Böylece hikâye, “avcının ava dönüşmesi” klişesine bağlanıyor.
Brandon Cronenberg babasının filmlerinde görmeye alışık olduğumuz şok edici sahnelerin vuruculuğunu Possessor filminde daha üst seviyelere çıkarmayı başarmış. Kelimenin tam anlamı ile gözümüze sokulan estetize bir şiddetle karşı karşıyayız. Brandon elbette bunun farkında. Yönetmen daha filmin giriş sekansında “Gördüğüm şeyler iğrençti!” diyebilecek seyirciyle gizli bir empati de kuruyor aslında.

Film, kahramanımız Tasya Vos iş üstündeyken başlıyor. Ajan Vos, bir kasap misali hedefini doğradıktan sonra girdiği bedeni terk ediyor. Tasya’nın kendi bedeninde uyanınca yaptığı ilk iş ise kusmak. İşte tam bu noktada Brandon bana; “Bu sahneleri gördükten sonra ne yapmak istediğini anlıyorum” demiş oluyor.
Andrea Riseborough, Tasya Vos karakterine oldukça iyi hayat vermiş. Riseborough şefkatli bir anneden bilincini yitirmek üzere olan soğukkanlı bir ajana kadar hikâye boyunca temsil ettiği toplumsal statülere gerekli duyguyu katmakta çok başarılı. Filmin atmosferini desteklemek için Riseborough’un saçları, kaşları ve hatta kirpikleri platin sarıya boyanmış. Bu izleyene tuhaf bir karakter ile karşı karşıya olduğu hissini veriyor. Ancak ister istemez bu durum bana bir “Tilda Swinton taklidiyle mi karşı karşıyayım?” sorusunu sordurttu.

Possessor’un “ben bilincimi kimseye yedirmem” diyerek Ajan Vos’a karşı koyan av mı yoksa avcı mı olduğu tartışılır karakteri Coline Tate ise Christopher Abbott tarafından canlandırılmış. Coline Tate, sevgilisinin mültimilyarder babasına ait şirkette çalışıyor. Yakışıklı bir iç güveysi adayı olan Tate’in Ajan Vos’un kafasında olduğunu ve kendisine cinayetler işlettiğini anladığı gerilim barındıran anlarda, Christopher Abbott bana göre son derece yapmacık ve zorlama bir oyunculuk sergiliyor. Abbott’un bu filmdeki performansının uzun vadede çok akılda kalacağını düşündüğümü söyleyemem.

Brandon Cronenberg, “Timesup” ve “Me Too” gibi hareketlerin olduğu bir dönemde erkek bir yönetmen olarak bize bir kadın hikayesi sunuyor. “Bırakalım da kadınları biraz da kadınlar anlatsın” iştahı ile yanıp tutuştuğumuz günlerde Kanadalı yönetmen, hikayesinde anne olma durumu gibi konulara da giriyor. Ancak yukarıda anlattıklarımdan anlayacağınız üzere Brandon’a bunlar yetmiyor ve oğul Cronenberg bir kadına erkek bedenini deneyimleterek trans birey olma konusu ile ilgili de ahkam kesiyor.

Elbette herkes istediği her konuyu her biçimde anlatabilir. Hayal gücüne sınır konulamaz. Üstelik büyük sanatçılar bizlere derin gözlemleri ile çevrelerinde gördüklerinden damıtılmış harika portreler sunabilir. Fakat ben en samimi olan sanatçının, eseri aracılığı ile birebir deneyimlemiş olduğu, bildiği bir hikâyeyi anlatması olduğunu düşünüyorum.

Yazının sonuna gelirken “Bu film bana ne anlattı ya da ne hissettirdi? Salondan filmi izlemek için içeri giren ben ile film sonrası dışarı çıkan ben arasında nasıl bir fark var?” soruları kafamda canlanıyor.
Sanatçılar eserleri ile karşımıza çırılçıplak çıkmış olurlar. Resim, heykel, müzik, şiir, roman, sinema vs. eserler ilk önce onları ortaya koyanları bize yansıtan aynalardır. Bu minvalde Possessor benim için pek de söyleyecek bir sözü olmayan fakat sinema tekniklerini iyi kullanan bir yönetmenin aynası oldu diyebilirim, en iyi ihtimalle. Possessor’da bizi hiçbir şeye değil ama belki daha çok narsisizme götürebilecek süslü fakat bilinçsiz bir şiddet var.
