Korku Romanından Sinema Efsanesine: Hitchcock’un PSYCHO’su

Robert Bloch’un aynı adlı romanına (1959) dayanan, senaryosu Joseph Stefano tarafından yazılan ve usta Alfred Hitchcock tarafından yönetilen Psycho (Sapık, 1960), bugün hâlâ en çok konuşulan ve izlenen filmler arasında. Özellikle herhangi bir şekilde sinema eğitimi alan / alacak olan bir öğrencinin, bu filmin adını duymadan hayatına devam etmesi imkânsız. Filmin hikâyesine dönecek olursak, romanın yazarı Bloch suç, korku ve fantezi türünde eserler veren Amerikalı bir yazar. Onun bu hikâyesinin -iyi ki- sinemaya aktarılmasıyla ortaya izleyici üzerinde hâlen büyük etki bırakmakta olan bir film çıktı. Hitchcock bu filmi “komik” olarak nitelendiriyor olsa da normal bir izleyici için oldukça rahatsız edici bir film diyebiliriz Psycho için. Dolambaçlı hikâyesiyle ve önceden tahmin edilemezliğiyle fazlasıyla akılda kalan, iz bırakan bir film Psycho. Kendini pek çok kez izlettirdiğini de eklemeden geçmeyelim.

Filmin kendisine geçecek olursak eğer, söze jenerikten başlamak gerekir. Fazlasıyla etkileyici bir müzikle başlayan Psycho, çok yüksek tempolu bir film olacağının sinyalini önceden veriyor. İzleyiciyi heyecanı yüksek bir maratonun içerisine daha ilk dakikadan sokarak, onun koltuğunda oldukça atik bir biçimde oturmasını sağlıyor. Bu yüksek tempolu açılıştan sonra “Phoenix, Arizona”da olduğumuzu gösteren bir yazı görüyoruz. Akabinde “herhangi” bir binanın “herhangi” bir penceresine doğru yavaşça süzülüyoruz. Aslında bunu kamera yapıyor, ancak izleyici kamerayla eşleştiği için – ki bu durum Psycho’da büyük önem taşıyor – bu hareketi biz yapmış gibi oluyoruz.

Bu “herhangi”lik durumu izleyiciye, az sonra olanlar hepimizin başına gelebilirmiş hissini veriyor. Bu his de film ilerledikçe tekinsizleşiyor, zira olanlar hiçbirimizin yaşamak isteyeceği türden şeyler değil. Gördüğümüz binanın bir penceresinden yavaş yavaş içeri doğru sokuluyor kamera. Bu izleyicide kesinlikle bir “gözetleme” hissi doğuruyor. İçerideki sahnenin oldukça “özel” bir sahne olması da bu hissi doğruluyor, izleyiciyi sanki şahit olmaması gereken bir şeye şahit oluyormuş gibi rahatsız ediyor. Ana karakterlerimiz olan Marion Crane (Janet Leigh) ve Sam Loomis (John Gavin) ile tanışıyoruz böylece.

Filmin Yıldızıyla Seyirci Arasındaki Suç Ortaklığı ve Kurulan Bağ  

Aslen sevgili olan bu çift, Crane’in öğle molalarında ucuz otellerde buluşmaktadır. Crane evlilik hayalleri kurarken Loomis maddi durumunun kötü olduğundan, eski eşine nafaka ödediğinden dert yanmaktadır. İkilinin arasındaki diyalog oldukça özel bir diyalog. Dolayısıyla yönetmenin bir anda film açılır açılmaz bizi böyle bir diyaloğa ortak etmesi, üstelik de bu diyalogların bir yatak odasında geçiyor olması kesinlikle bilinçli bir tercih. İkilinin konuşmalarından birbirlerini çok sevdiklerini, ancak hayatın kısıtlamaları yüzünden başka yerlere savrulduklarını anlıyoruz.

Buna ek olarak o yıllarda evlilik dışı ilişki pek de hoş karşılanmıyordu, bunu da belirtmek gerek. Onların ilişkisine şahit olmak bu açıdan da izleyiciyi “suça” ortak ediyor. Yine de birbirlerini sevdiklerini anlayınca, onlar için “ama evlenmek de istiyorlar” şeklinde savunmalar ürettiğimizi fark ediyoruz. 21. yüzyılda bu filmi izleyen kişiler olarak bu savunmayı üretiyor olmamız çok absürt. Bu da Hitchcock ustanın bizi anın duygusu içerisine nasıl aldığına ve seneler sonra olsa bile izleyiciyi nasıl avucunun içinde oynattığına dair çok iyi bir kanıt.

Otel odasından çıkan Crane işe geri dönüyor. Ofise yanında fazlasıyla zengin bir iş adamıyla (Frank Albertson) dönen patronu (Vaughn Taylor) yeni bir kontrat imzalayacaklarını sekreteri Crane’e söylüyor. Her yerinden tuhaflık ve rahatsızlık akan sahnede, zengin iş adamı elindeki nakit 40 bin doları Crane’in yüzüne doğru sallıyor ve “Asla yanımda kaybedebileceğimden fazlasını taşımam,” diyerek adeta Crane’e “Çal bu parayı!” diyor. Bir önceki sahnede çiftimizin paraya ihtiyacı olduğunu öğrenmiştik. Şimdiki sahnedeyse Crane’in yüzüne doğru para sallayan bu adamın elindeki bu parayı kaybederse hiçbir zarar görmeyeceğini öğreniyoruz. Üstelik adamın oldukça rahatsızlık verici, burnu büyük ve tuhaf bir adam oluşu Crane’in hayali hırsızlığını meşrulaştırıyor. “Bebeği” olan kızına düğün hediyesi vermek için bu satın alımı yapacak olan bu adam Crane’e “Parayla mutluluğu satın alamazsın, ancak mutsuzluğu yok edebilirsin. Mutsuz musun?” diyerek adeta Crane’i provoke ediyor.

Anlıyoruz ki yüklü miktardaki parayı bankaya yatırmakla yükümlü olan Crane – artık kendisine ısındığımız için ilk ismi olan “Marion” ile hitap edeceğim yazının devamında – evine gittiğinde bu parayı çalmaya çoktan karar vermiş. Kız kardeşi Lila’nın (Vera Miles) yokluğunda parayı da alıp, arabasına binerek uzaklaşmaya çalışıyor Marion. Ancak sokakta patronuyla karşılaşıyor. Bu da Marion’un içsel monologlarına kapıyı açıyor. Bu noktada Janet Leigh’in oyunculuğuyla baş başa kalıyoruz. Kimileri kendisinin Psycho’daki performansını beğenmeyebilir, ancak ben kesinlikle tatmin edici ve keyif verici bulduğumu söyleyebilirim. Marion’un yüz ifadeleri, aklındaki cümleler farklılaştıkça evriliyor. Kendi suçuna kâh iş adamının, kâh patronunun gözünden bakıyor. Mutsuzluğu parayla yok edebileceğini söyleyen iş adamını nasıl oyuna getirdiğini düşününce de sinsi bir gülümseme beliriyor Marion’un yüzünde, ancak onu suçlayamıyoruz. Çünkü iş adamı gerçekten de korkunç biri olmak için ekstra çaba göstermişti sanki.

Bates Motel Dünyası’na Giriş

Bu yazıyı filmi izleyip öyle okuduğunuzu farz ediyoruz, zira pek çok filmde olduğu gibi bu filmde de filmi henüz izlemediyseniz bu yazı tam bir spoiler niteliği taşıyor doğal olarak. Dolayısıyla olay örgüsünün ayrıntılarını birebir yazmayacağım. Zira bu kadar ayrıntılı bir yazıda bunu yapmak onlarca paragrafa mal olabilir. Filmdeki en önemli noktalara değinmek, yeri gelince bazı şeyleri açıklamak yazımızın ana amacı. Filmimize geri dönersek, Marion çıktığı yolculukta dikkatleri üzerine çekiyor, arabasını değiştiriyor ancak otoyoldaki polis memurunun radarına daha da fazla giriyor. Hava da oldukça kötüleşince, Marion çareyi en kısa zamanda bir motelin çatısı altına başını sokmakta buluyor. Girdiği motelse maalesef başına pek de iyi şeylerin gelmeyeceği, ünlü Bates Motel.

Burada bir diğer ünlü karakterimiz, üzerine çok fazla yazıp çizilen Norman Bates (Anthony Perkins) ile tanışıyoruz. Kendisi nazik, kırılgan ve çekingen genç bir adama benziyor, lakin deliliklerini ve de tuhaflıklarını fark etmekte pek gecikmiyoruz. Marion’u bilerek 1. kabine götürüyor, zira orada odanın içini gözetleyebileceği bir delik bulunmakta. Burada kamera kullanımının biçimi kesinlikle çok belirgin: Biz önce Bates’i dışarıdan görüyoruz, sonra Bates’in gözü bizim (kameranın) gözümüz oluyor ve biz de içeriyi gözetliyoruz. Bir anda ana karakterimiz değişiyor sanki, belirgin bir geçiş yaşanıyor. Akşam yemeği söz konusu olduğunda anne Bates ile tanışıyoruz. Kendisinin sesini ve oğluyla olan kavgasını duyuyoruz: anne herhangi bir kadının oğluyla iştahını doyuramayacağını üzerine basa basa söylüyor. Buradaki anne-oğul ilişkisinde ciddi bir patoloji fark ediyoruz, sınırlar oldukça bulanıklaşmış.

Marion’a süt ve sandviç getiren Norman – ki süt filmlerde genellikle masumiyetin simgesi olarak kullanılır – Marion’a ilginç hobisinden söz ediyor: Norman hayvanları doldurmayı seviyor. Bu sahnedeki kompozisyon ise takdire şayan. Norman annesinden söz ederken ve onun hakimiyetinden kurtulamayacağını dile getirirken, çerçevenin sol üst köşesinde kocaman bir baykuş figürü görüyoruz. Baykuş burada anneyi temsil ediyor ve oldukça göz korkutucu bir biçimde Norman’ı baskılıyor.

Çerçevenin sol kısmı en güçlü kısımdır – yazıları sağdan sola veya yukarıdan aşağıya okuyan bir kültüre ait değilseniz eğer – aynı zamanda çerçevenin en üst kısmında yer almasıyla baykuş figürü iyice kuvvet kazanıyor. Burada sohbet gayet sakince devam ederken Marion anne karakterinin belki de bir yere kapatılması gerektiğini söyleyerek büyük bir hata yapıyor. Sinirlenen Norman annesinin tarafında yer alıyor, Marion’sa düşman tarafına geçmiş oluyor: anneyle Norman’ın ilişkisini tehdit eden, çekici ve sarışın ancak ortadan kaldırılması gereken bir kadın hâline geliyor Marion.

Marion Crane’le İlk Ayrışma

Norman’la ettiği sohbet sonucunda parayı geri götürmeyi ve yaptığı hatayı telafi etmeyi amaçlayan Marion, odasına gidiyor ve duş almaya karar veriyor. Polisi atlatmaya çalışırken bunu başarmasını sanki suçlu olan bizmişçesine istediğimiz Marion, parayı geri götürmeye karar verdiğinde suçluluk duygumuz ikiye belki de üçe katlanıyor. Çünkü biz Marion’la bir olmuş, polisi gördüğümüzde onun gibi gerilmiş, parayı sağ salim kaçırabilmesini istemiştik. Zaten savunmamızı da hazırlamıştık bunun için: Marion ile Sam birbirlerine aşıklardı ve 40 bin doların çalındığı kişi gerçekten de bunu “hak etmişti”.

Burada şunu eklemek gerek, çoğu seyirci tabii ki gerçek hayatta böyle bir fırsat ayağına gelince bunu gerçekleştirmeyecekti. Ancak seyirci – ana karakter eşleşmesi film dünyasında genellikle normal hayatta yapmayacağımız şeyleri savunmamıza veya bu hareketlere hak vermemize, hak vermesek bile yanlış yapan karakteri korumamıza, başarmasını istememize yol açabilir. Bu sonuçta film dünyası, öyle değil mi? Filmde de şu gerçekleşmiştir: Biz bazı doğrularımıza rağmen Marion’ı sever ve de koruruz – kamera bizi buna iter – akabinde Marion çark eder, suçunu kapatmak, affedilmek ister ve bizi tam anlamıyla ortada bırakır. Lakin bu bizi son ortada bırakışı da olmayacaktır.

Sonrasında Marion’un soyunuşunu Norman’ın gözlerinden izler, ardından da parayı geri götüreceğini bilerek mutlu olan ve rahatlamış Marion’a duşta eşlik ederiz. Lakin bu mini rahatlık anı çok kısa sürer. Bir gölge gelmiştir ve Marion’u pek çok yerinden bıçaklamaya başlar. Buradaki en ilginç nokta filmin başından beri aşina olduğumuz, kendimizi eşleştirdiğimiz karakterin filmin ortasında pat diye ölmesidir. Bu, dönemin izleyicileri için çok büyük bir şok olmuştu. Bir anda ne yapacağını bilemeyen seyirci, filmin ortasında adeta yapayalnız kalmıştı. Öyle ki neredeyse 45 dakikadır eşleşmiş bulundukları ana karakterleri ölmüştü ve şimdi kiminle eşleşmeleri gerektiğini, filmin devamında kendilerinin, yani izleyicinin başına ne geleceğini bilmiyorlardı.

Duş sahnesinde pek çok önemli ayrıntı mevcut. Bunlardan bir tanesi kesinlikle müzik. Eğer filmi dikkatli izler ve de dinlerseniz müziğin, Marion’ın kalp atışlarıyla uyumlu olduğunu fark edeceksiniz. Marion bıçaklanmaya başladığında filmin açılışındaki gibi oldukça ince bir sesle ve yüksek frekansta devam eden müzik, Marion’ın kalp atışları yavaşladıkça toklaşıyor ve yavaşlıyor. En sonunda da müzik kesildiğinde Marion’ın hayata veda ettiğini anlıyoruz. Marion’ın cansız gözüne odaklanan kamera adeta bir filmin bitimindeki gibi iş görüyor. Lakin sonrasında Hitchcock yine “bir şeyler” yapıyor, sihrini konuşturuyor ve filme geri dönüyorsunuz. Bu konuda Psycho gibi başarılı bir örnek daha, düşünsek de akıllara gelmiyor. Bu arada Norman’ın Marion’ı öldürdükten sonra Marion’ın arabasını bataklıkta yok etmeye çalıştığını ekleyelim, çünkü bu bilgi bize ileride lazım olacak.

Gerilim Filmlerinde Sık Rastlanan Bir Öge: Katilin Evinden Ruhuna Açılan Kapı Metaforu

Filmin ikinci bölümünde, ki bu bölüme Norman’ın hikâyesi demek istiyorum, Norman annesinin işlediği suçları örtmeye çalışıyor. Marion’u aramaya Arbogast adında (Martin Balsam) bir dedektif gelir. Bu dedektifi Marion’ın kız kardeşi Lila tutmuş. Lila kız kardeşini en başta sevgilisi Sam’in yanında arasa da orada bulamıyor ve Sam’in bu hırsızlıkla bir alakasının bulunmadığını anlıyor. Arbogast Norman’ı sorguluyor ve hikayesinde pek çok tutarsızlık fark ediyor.

Bu normal zira Norman azılı bir katil değil (filmin sonunu hepimiz bildiğimize göre bunu burada söylemenin bir sakıncası yok); o, psikolojik problemleri yüzünden oldukça ani hareket ederek, yaptıklarının sonucunu düşünmeden öldürüyor. Arbogast anne ile konuşmakta ısrar ediyor ancak Norman buna tabii ki izin vermiyor. Lila’ya bir şeylerden şüphelendiğini telefonda söylüyor ancak annenin bulunduğu eve tek başına gitmek gibi bir aptallık yapıyor. Orada yine “anne” karakteri Arbogast’ı öldürüyor. Bu sahnedeki çekim açısı yine ilginçtir ki Arbogast’ı yukarıdan, tanrısal bakış açısından izleriz. Daha sahnenin başından onun başına bir şeylerin geleceğinden eminizdir adeta.

Arbogast’ın başına bir şeyin geldiğinden emin olan Lila dayanamaz ve Norman’la bizzat kendisi konuşmak ister. Oraya direkt gitmeden önce Sam’in bir tanıdığı olan Şerif Al Chambers’ı (John McIntire) ziyarete giderler. Bu evde gerçekte “anne” diye bir karakterin olmadığını, daha doğrusu artık yaşamadığını öğrenirler. Seneler önce anne kişisi Norman’ın üvey babasıyla birlikte trajik bir biçimde ölmüştür. Hatta anne karakteri önce eşini öldürmüş, sonra da kendi hayatına son vermiştir. Bu bilginin de ışığıyla Sam ve Lila beraber Bates Motel’e giderler. Bir çift gibi görünüp, oda tutarlar. Amaçları motelde Marion’u aramak, evde Arbogast’in bahsini ettiği anneyi ziyaret etmektir.

Norman üzerindeki baskıyla oldukça garip davranmaya başlar. Sam onu oyalar, Lila da annenin yaşadığı eve gider. Bu ziyaretten önce Norman bunun olacağını öngörmüş, anneyi meyve kilerine yerleştirmiştir. Şimdi bu evdeki pek çok ayrıntıdan söz etmek gerek. Öncelikle Norman halen çocuk odasında kalmakta, çocuk yatağında yatmaktadır. Anne hakimiyetindeki çocukluk aşamasını geçememiştir. Buna ek olarak evde pek çok erotik – daha doğrusu erotizmi çağrıştıran – obje mevcuttur. Heykeller, dekorasyon, imgeler ve tablolar, her şey oldukça tuhaf bir hava yaymaktadır. Ayrıca Lila, Norman’ın odasında Beethoven’ın Eroica plağını görür. Plağın ismi “kahramanlık” anlamına gelse de fonetik benzerlik çağrışım için yeterlidir.

Buna ek olarak Norman’ın annesini meyve kilerine kapatmış olması da belirgin bir tercihtir çünkü meyve bolluğu, bereketi ve de en önemlisi doğurganlığı temsil eder. Kendi içerisinde erotik bir kavramdır, hele de söz konusu olan şey bir filmi okumaksa. Sonuç olarak diyebiliriz ki Norman annesini putlaştırmış, annesiyle olan ilişkisinde çok fazla bağımlı hale gelmiştir. Norman Bates’in neden bu hale geldiğini gösteren Bates Motel adında bir dizi de mevcut, bunu da eklemiş olalım. Dizi, Norman’ın annesiyle birlikte Bates Motel’i satın aldığı zamanlardan başlıyor hikayesine, ilgilenenlere duyurulur (Şahsen bu diziyi izlemedim, sanırım konuyla alakalı olan ancak Hitchcock yapımı olmayan herhangi bir dizi veya filmi izlemeyi reddediyorum. Tercih tabii ki sizin).

Norman’ın Yenilgisi, “Anne”nin Zaferi

Evde anne karakterini arayan Lila, Norman’ın kendisinin peşinden eve girdiğini görür ve kilere saklanır. Kilerde anneyi gördüğünü sanan Lila ona dokunur, ancak dokunduğu şey yalnızca bir iskelettir. Akabinde annesinin kıyafetleri içerisindeki Norman, Lila’ya saldırır. Ancak Sam onu durdurur. Filmin sonundaysa polis merkezindeyizdir artık. Bir psikiyatrist Norman’ın odasından çıkar ve bize her şeyi açıklar. Bu konuya da açıklık getirmek gerekir diye düşünüyoruz: Normal şartlarda bu “filmin sonunda her şeyi açıklayan karakterin varlığı” konusu günümüz seyircisine tuhaf gelebilir. Lakin sinemalarda zamanında her film başlamadan önce filmi açıklayan ve anlatan kişilerin mevcut bulunduğunu – beyazperdede değil, filmi nerede izliyorsanız o salonda! – hatırlatalım. Dolayısıyla tüm hikâyenin doğru anlaşıldığından emin olmak için filmin sonunda böyle bir psikiyatrist karakterinin kullanılması hiç de şaşılacak bir durum değil.

Sonuç olarak psikiyatristten öğreniyoruz ki Norman aslında hem annesini hem de annesinin ikinci eşini yani üvey babasını öldürmüş ve bu suçlulukla baş edememiş. Bunların sonucunda da kişilik bölünmesi yaşamış ve zaman zaman annesi rolüne bürünür olmuş. Annesine olan aşırı bağlılığı sebebiyle onun başka bir adamla evlenmesini kaldıramamış, aşırı uçta bir yanıt olarak çifte cinayet işlemiş, buna da intihar süsü vermiş. Norman’ın zihni işlediği suçları kaldıramamış, kendisini rahatlatmak adına da tüm suçları anne karakterine yıkmış. Annenin işlediği cinayetleri temizleyerek de kendisini rahatlatmak istemiş. Marion’dan önce iki genç kızı da aynı şekilde öldürmüş. Burada söz konusu olan durum şu: Norman aslında herhangi bir kadına karşı arzu duyduğunu hissettiğinde bu eylemleri gerçekleştiriyor. Çünkü içindeki “anne”nin varlığı ile dışarıdaki beğendiği kadınlara duyduğu arzuyu aynı bedene sığdıramıyor, her zaman annenin tarafını seçiyor.

Her şey anlatıldıktan ve Marion’ın ne kadar korkunç bir biçimde öldürüldüğü açıklandıktan sonra ne Sam’in ne de Lila’nın buna uygun bir tepki vermemiş olması bence filmin tek kusurlu kısmı. Zira filmin sonunda herkes hikâyedeki düğümün çözüm noktasına odaklanmış ki – tıpkı seyirciler gibi – çok yakın oldukları insanı kaybeden Sam ve Lila bile hikâye tarafından büyülenmiş gibi gözüküyor. Ayrıca bu ikilinin arasında ilginç bir çekimin olduğunu da söylemeden geçmeyelim.

İzleyiciyi Rahatlatmaktan Çok Uzak Bir Son: Çözülen Düğümle Gelen Korku

Filmin sonuna iyice yaklaşıldığında, Norman’ın tutulduğu odaya geçiyoruz. Kendisi bomboş plan içerisindeki tek insan, canlı veya cansız başka hiçbir nesne yok. O boşluğun ortasında, battaniyesinin altına sinmiş haliyle çok masum ve savunmasız görünüyor, duyabildiğimizse yalnızca annesinin sesi. Anne artık Norman’ı bütünüyle ele geçirmiş halde. Tam da bu esnada Norman’ın yüzü kendi deliliğinin de etkisiyle fazlasıyla garipleşiyor ve korkutucu bir hâl alıyor. Bu yüzü unutmak kesinlikle imkânsız. Üstelik Norman’ın yüzü ile annenin iskelet halindeki yüzü – aslında kafatası desek daha doğru olur – üst üste biniyor. Film çoğu kimse için rahatsız ediciyken Alfred Hitchcock için çoğunlukla bir eğlence öğesi. Az önce bahsettiğimiz sahneye ek olarak, film bataklıktan Marion’un arabasının çıkarıldığı sahneyle bitiyor. Bu da şu demek: zamanında üzeri örtülen gerçekler ve de suçlar tekrardan gün yüzüne çıktı, aydınlığa kavuştu.

Psycho sinema tarihi açısından kesinlikle çok önemli bir film. Biz de filmle alakalı en önemli gördüğümüz yerleri ayrıntısıyla aktarmaya çalıştık. Umarım aklınızdaki soru işaretlerine yanıt olmuş ve filmi izlerken fark etmediğiniz pek çok detayı fark etmenize yardım etmişizdir. Bu tarz kapsamlı filmlerde değinmediğimiz ayrıntılar elbette kalabilir. Mesela Norman’ın annesine olan bağlılığı psikoanalitik kuramlar ışığında incelenebilir, akademik olarak fazlasıyla destekli bir metin yaratılabilir. Lakin bu, filme genel olarak bambaşka bir bakış açısıyla bakmayı gerektirdiğinden, bunu yapmayı belki de başka yazılara bırakabiliriz. Umarız bu yazı keyifli ve de anlamlı bir yazı olmuştur siz okurlarımız için. Muhtemelen Psycho’yu tekrar tekrar izlemek isteyeceksiniz, o yüzden size şimdiden “Keyifli seyirler!” diliyoruz.

Ece Mercan Yüksel

Alfred Hitchcock hakkındaki diğer yazılar için:

Bir Cevap Yazın