THE NEST: Suretleri Söylenemeyende Göstermek

Sean Durkin’in ikinci uzun metraj filmi olan The Nest (2020) ile ilgili ilk izleniminiz bir evliliğe dayalı gerilimler silsilesi ise bunu aklınızdan çıkarmanızı öneririz. Öte yandan filmde birincil ve dolaylı yoldan ikincil persona’lara dayalı gerilimler kovalamak daha makul bir yaklaşım olacaktır. İlk uzun metrajını 2011 yılında “Martha Marcy May Marlene” adıyla piyasaya süren Durkin bu zamana kadar Afterschool (2008) ve Rental (2020) filmlerine yaptığı yapımcılıklarla da gerilim anlatılarını çok sevdiğini gösteriyor. The Nest, yönetmenin daha önce içinde yer aldığı yapımlara göre daha ağır bir gerilime sahip bir film olarak dikkat çekiyor.

Filmin başrolünde Rory O’Hara karakterine hayat veren, bu yıl The Third Day ile de gerilim ve dram türlerinde çok sağlam bir karakter yapısı çizmiş olan ve özellikle yine The Third Day: Autumn’da yer aldığı aralıksız 12 saatlik canlı çekimde gösterdiği performansla alkışlarımızın yetmediği Jude Law var. Allison O’Hara karakteriyle ona eşlik eden Carrie Coon ise alışıldık stereotiplerin dışına çıkan karakter çizimiyle dikkatimizi çekiyor. Kendisinin daha önce Gone Girl (2014), The Post (2017) ve henüz gösterime girmemiş olan Ghostbusters: Afterlife gibi yapımlarda yer alması ise kendisinin karakter bazlı bir oyuncu olduğunun pekâlâ göstergesi. Bunun yansımalarına The Nest’in anlatısı boyunca tanık oluyoruz.

Dile Getirilmemiş Olan Hiç Dile Getirilmeyen Olarak Kalmalı mı?

Wittgenstein’ın Tractatus’unda yer alan, “üzerine konuşulamayan konusunda susmalı” ifadesi kendi içinde bir paradoks içerir. İçinde dolaylı bir inkâr barındıran bu ifade, The Nest’in özellikle ilk yarısını niteleyen bir yargı olarak karşımıza çıkıyor. Rory O’Hara’nın başından beri sakladığı şeyleri eşi Allison O’Hara bilmezken, biz de aynı şekilde bir şeyler bilmekten çok uzağız ancak Rory O’Hara’nın şüpheli hareketleri ve eşinin görmediği bizim ise tanık olduğumuz bazı olaylar, tam da bu noktada inkâr barındıran ifadenin zincirlerini paramparça ediyor. Zaten üzerine konuşulmayanlar bireyin kendince yarattığı imkânsız bir yasak olarak havada salınırken onun Rory O’Hara üzerinde yarattığı estetik havadan da zamanla eser kalmıyor ve biz yavaş yavaş, kendi çöküşünü hazırlayan birinin mezarının kazılmasına tanık oluyoruz.

Filmde yansıtılan “hakikat” olgusu baştan aşağı Rory O’Hara karakteri üzerine kurulmuş. Bu karakter zaten kurmacanın da kurmacası olduğundan, bir tür mise en abîme ortaya çıkıyor ve hakikat, doğrudan iki kez kurmaca olarak nitelik kazanıyor. Bu da ana karakterin zaten başından beri beslediği travmatik yapısını, dışarıdan bozulmamak üzere nötr bir pozisyona sokuyor. Bu anlamda The Nest’in kesinlikle bir anlatı / hikâye filmi değil de karakter filmi olduğunu söyleyebiliriz. Karakter yapılarının çok fazla öne çıkması ve karakterlerin de artık birer meta-uzam ve meta-zaman özelliği sergilemeleri, bir filmde görebileceğinizden çok daha fazla yüceltilmelerine neden oluyor.

Rory O’Hara’nın kendi içindeki hakikat ise keskin çizgilerle çizilmemiş, ne izleyici onun hakikatine tam anlamıyla yaklaşabiliyor ne de kendisi. Hakikat meselesi onun kendisi için bile aşılması zor bir kavram. Biz de onun hakikatiyle ne doğrudan ne de dolaylı yoldan yüzleşemediğimiz için kurmaca adı altında onun travmatik durumuna olumlu yaklaşıyoruz çünkü anlatı ilerledikçe izleyiciye salık verilen “hakikati bulma” ümidi sürekli kapıları tırmalıyor. Ancak ilginçtir ki Rory O’Hara’nın travmatik durumu kendisi için hiçbir zaman direkt olarak bir sorun teşkil etmiyor çünkü onunki, keyfi olarak kendinden kaçış hikayesinin sonu getirilemeyen başlangıcından başka bir şey değil.

Kurmacadaki Kayıtsız Estetik Keyif

Bertrand Russell’ın dediği gibi, başkalarını sadece kendisinin var olduğuna ikna etmeye çalışan tekbenci’ler vardır. Rory O’Hara, tam anlamıyla Russell’ın ifade ettiği tekbenci karakter yapısını sonuna kadar sırtında taşıyor. Bu argüman ise film boyunca ana karakterin hem eşine hem de iş arkadaşlarına karşı gösterdiği hoşgörüsüzlük meselesine doğru genişliyor. The Nest, kişinin öznesinin baştan yaratımına tanık olmak için izleyiciye çok nadide bir deneyim sunuyor. Öznenin sıfırdan yaratımına sondan başa doğru tanık olduğumuz için ve öznenin en ilk halini hiç bilmediğimizden, öznenin kendini yeniden ortaya koyduğunu söylemek belki güç olacaktır ancak onun değişimindeki hızlı ve yer yer yavaş geçişlerini görmek, sinemasal karakter anlatımını deneyimlemek anlamında taze bir kan sunuyor.

Film her ne kadar içine göçmüş karanlık bir hikâyeyi izleyicinin önüne temiz bir tabakta sunmuş olsa da bu deneyimi kendi tonlarında hiçbir zaman daha da çok karartmıyor. Aksine filmin tonları her zaman çok açık, bu da bize her sabahın yeni bir gün doğurduğunun ve umudun asla tükenen bir şey olmadığının doğrudan gösterimi. Öyle ki filmin son sekansında bir gün doğumunda ailenin küllerinden tekrar doğuşuna tanık olmamız bir önceki cümlede söylediğimizi destekler nitelikte.

The Nest’de ana karakterin içinde yansıyan şeyin asla karakteri temsil etmediğini ve buna rağmen onun gerçekliğinin mantıksal biçiminin yansımalarını göreceksiniz ancak unutmayalım bu, bir ailenin yıkımını anlatan bir film değil, daha çok öznenin ölüm yolculuğuna, onun günbatımına (keza filmin tonlarında sürekli bu renk dağılımı hâkim) tanık olduğumuz bir deneyim. Ayrıca filmin sonunda gösterilebilenin söylenemez olduğunun zorunlu kabullenişine maruz kalmamız, tıpkı son sahnede aynı masa etrafında toplanmış ancak o ana kadar birbirinden tamamen farklı hayatlar yaşamış aile üyelerinin sessizliği gibi, üzerine konuşulmayan konusunda da susmamız gerektiği alt anlamını taşıyor.

Burcu Meltem Tohum

Bir Cevap Yazın