Dev Bir Yazarın Gölgesinde Kalmış Bir Büyüme Serüveni: MY SALINGER YEAR

Joanna Rakoff’un aynı adlı romanına dayanan ve yönetmen koltuğunda Philippe Falardeau‘nun bulunduğu My Salinger Year (Salinger Yılım, 2020) adlı yapımı, geçtiğimiz ay İKSV’nin Mart Seçkisi kapsamında izledik. Üniversiteden yeni mezun olmuş, yazar olma hayalleri kuran genç bir kadının öğrenci kentinden ayrılıp, sevgilisini bırakıp New York kentine gelişini ve orada yaşadıklarını konu alıyor film. Aslen bir büyüme hikâyesi diyebiliriz bu film için zira filmin adı her ne kadar yazar J.D. Salinger diye bağırıyor olsa da hikâye bütünüyle, Margaret Qualley tarafından canlandırılan Joanna’nın “tek başına ayakları üzerinde duran bir birey olmak ne demek” gibi sorulara odaklanmasından ve kendi karakterini, hayattaki asıl tutkusunu keşfetmesinden ibaret. İngilizce’de genellikle “coming of age” şeklinde ifade edilen bu tarz filmlerde karakter hayatını değiştirecek ve hatta daha da ötesi onu dönüştürecek bir karar alır veya bir değişim yaşar. Bunun üzerine önce hayatındaki her şey adeta kaotik bir hâl alır. Akabindeyse karakterimiz büyür, ayaklarının üzerinde durmaya başlar, kendini biraz olsun daha fazla tanır ve daha emin adımlarla hayata atılır. Salinger Yılım’da da yine aynı şekilde klasik olarak ifade edebileceğimiz bir hikâye örgüsü kuruluyor ve yapım Joanna’nın kısa süreli büyüme yolculuğuna biz izleyicileri ortak ediyor.

Joanna az önce de sözünü ettiğimiz üzere mezun olduktan sonra New York kentine gelir ve ardında sevgilisi Karl’ı (Hamza Haq) bırakır. Kendisi oraya bir daha dönmeyeceğinin farkındadır ancak bunu Karl’a doğru şekilde ifade edebilecek olgunluğa henüz sahip değildir. New York’a geldiğinde her şey güzel olacak sanırken yazar olmanın o kadar da kolay olmadığını fark eder. New York’ta apartman daireleri pahalıdır, kendisinin bir geliri yoktur ve bu yüzden Joanna en yakın arkadaşının evine taşınır. Bir yayın ajansında işe başlar, amacı orada biraz vakit geçirip, endüstriye dair bir şeyler öğrenip yazar olmaktır. Ancak hiçbir şey planlandığı gibi gitmez. Patronu oldukça soğuk ve talepkâr çıkan Joanna yazarlık hayallerini tamamen arka plana iter. Ancak bu esnada da önüne hayata dair düşünmesine olanak tanıyan pek çok şey çıkar.

Sinemada Klasik Olay Örgüsü Üzerine

Joanna’nın patronu Margaret (Sigourney Weaver) çok güçlü hatta maskülen bir hava yayan, bütünüyle özgür bir kadındır. Joanna’yı bilerek ve isteyerek ezer hatta dışlar. Ancak ne var ki bir filmden bekleneceği üzere bu soğuk hava sadece bir dış kabuktur. Margaret aslında, bipolar bozukluğu bulunan sevgilisi Daniel’ı (Colm Feore), Daniel’ın eşiyle 20 sene boyunca paylaşabilecek kadar özverili ve duygu dolu (!) bir kadındır. Joanna ile Margaret’ın ilişkisi geliştikçe -ki bu Daniel’ın intiharı sonrasında gerçekleşir- Margaret’ın kabuğu yavaşça açılır ancak bu zaman geldiğinde de artık Joanna’nın ajansı terk etme vakti gelmiştir.

Joanna Karl’a aslında ondan ayrılmış olduğunu haber vermezken -belki cesareti yoktur, belki de gerçekten ayrılmak istemiyordur- aynı zamanda New York’ta Don (Douglas Booth) diye birisiyle tanışır ve onunla aşk yaşamaya başlar, hatta onunla aynı eve taşınır. Ancak Don, Karl gibi güvenilebilir ve sevgi dolu bir karakter değildir. Joanna böylelikle eski aşkının kendi gönlündeki yerini ve önemini görür, sonuç olarak da Don’ı -ona âşık olmadığını söyleyerek- terk eder. Bunun sonucunda da hikâyedeki klişeye bir yenisi daha eklenmiş olur. Büyük şehirden ötürü gözleri açılan kadın veya erkeğin orada yeni birisiyle tanışması, onda aşkı bulduğunu sanması ancak terk ettiği kişinin asıl aşkı olduğunu anlaması teması film ve edebiyat tarihinde senelerdir işlenen ve maalesef biraz suyu çıkarılmış bir tema olma özelliğini taşıyor.

Joanna New York’ta “büyürken” hem edindiği tek bir tecrübe sayesinde (!) hem de Margaret aracılığıyla örneğini gördüğü müthiş özveri dolu ilişki sebebiyle gerçek aşkın emek istediğini, bunun da uzun süreli birlikteliğe ve arkadaşlığa dayalı olduğunu anlar. Artık hayatın önemli gerçeklerini anlamış genç bir kadın olarak Don’ı tamamen terk eder ve yetişkin hayatına doğru sağlam bir adım atar. Bu paragrafta tabii ki pek çok kinaye bulunmakta, bunun da notunu da düşelim.

Filmin eleştirdiğim kısımlarından ötürü filmi beğenmediğim düşünülmesin. Aksine, film Sigourney Weaver’ın varlığı ve daha pek çok şey açısından keyifli bir seyir deneyimi sunuyor, ancak bahsettiğim sorunlar ve klişeler maalesef Amerikan ve Amerikan tipi sinemanın çok derinlerine işlemiş sorunlar. Düzen içerisindeki hayatın ortasına bir meteor gibi düşen bir sorun, akabinde filmin gelişme bölümünde bu sorunla uğraşılması ve filmin finalinde bu düğümün çözülmesi bilindik bir formülasyon ve çoğu filmde işe de yarıyor -ya da en azından öyle görünüyor-. Üstelik tahmin edilebileceği üzere bu formülasyon canavar filmlerinden tutun aşk filmlerine kadar her janradan filme uygulanabilir türden. Bu durum da yönetmenlerin ve yapımcıların bu formülasyona sık sık başvurmasına yol açıyor.

Salinger Adıyla Telaffuz Edilmiş Hayali Bir Koruyucu Melek İmgesi

90’lı yıllarda geçen hikâyeye nostaljik bir hava hâkim, bu durum filmin belki de izleyici gözündeki çekiciliğini arttırıyor. Filme adını veren, Çavdar Tarlasında Çocuklar (1951) ve Franny ve Zooey (1961) gibi kitaplarla bilinen ünlü yazar J.D. Salinger konusuna gelecek olursak şunu kolaylıkla söyleyebiliriz ki kendisinin filmde ismi ve nadiren duyduğumuz sesi dışında herhangi bir mevcudiyeti bulunmamakta. Filmde ara ara gösterilen portresi, kendisinin daima arka plandan çekiminin yapılması, asla yüzünün görünmeyişi, telefondan gelen Tanrıvari sesi ile kendisinden adeta omnipresent[1] bir varlık yaratılmış. Bu hâliyle J.D. Salinger imgesine -kesinlikle gerçekte yaşamış olan J.D. Salinger’a değil- inanılmaz bir güç verilmiş. Bizzat görülemeyen, direkt olarak duyulamayan bir varlık olması onun üzerinde bir gizem yaratmış ve onu filmde çok kritik bir noktaya konumlandırmış. Bu durum çoğu sahnede maalesef fazlasıyla sırıtıyor ve filmin esasen J.D. Salinger’la hiç alakası olmayıp bütünüyle Joanna ile ilgili oluşu durumu daha da tuhaflaştırıyor. Bunun sonucu olarak da izleyici “tanık olduğumuz hikâye aslen Joanna’nın hayatından bir kesitken, bu kesitte ciddi olarak hiçbir etkisi bulunmayan bir ‘varlığın’ inşasına film bu kadar yeri neden ayırdı?” sorusunu sormadan edemiyor.

Fransızlar filme daha tutarlı bir başlık vermişler kanımızca: “New York Yılım”.

Sonuç olarak, eğer “hayat hakkında fazla bir şey bilmeyen Joanna’nın gözünden dünya” konseptini göz önünde bulundurarak izlerseniz film size keyifli bir seyir deneyimi yaşatacaktır. Bunun dışında bir şey beklemek hayal kırıklığı olacakken, bahsettiğimiz çerçevede filme bakarsanız içi yumuşatan sakin bir film bulabilirsiniz. “Kesinlikle izlenmeliler” listesine girebilecek bir yapım değil, ancak vaktiniz varsa ve biraz olsun gündemden, bitmek bilmeyen pandemiden uzaklaşmak istiyorsanız Joanna’nın hikâyesi içinizi ısıtabilir veya sizi durduk yere Salinger kitaplarına yönlendirebilir. Keyifli seyirler!  

Ece Mercan Yüksel


[1] Her yerde aynı anda bulunabilen ve etkisi fazlasıyla görülen varlık.

Bir Cevap Yazın