Dial M for Movie – Mayıs 2021 Seçkisi

Başlığı görünce “Nisan seçkisi yayınlandı da ben mi kaçırdım?” diye düşündüyseniz, öncelikle dikkatiniz için teşekkürler, ancak kaçırılmış bir şey yok ortada, hatta şöyle söyleyelim; Nisan ayını biz yok ettik gibi oldu. Dial M for Movie olarak artık aylık seçkilerimizi o ayın ortasına veya sonuna doğru değil, ayın hemen ilk günlerinde yayınlama kararı aldık. Uygulama aşamasında da, matematiksel olarak bir ayın elimine edilmesi gerekliydi. Dolayısıyla bundan sonra aylık seçkilerimiz, her ayın başında sizlerin beğenisine sunulacak. Mayıs seçkimizi oluştururken bazı yoğunluklar nedeniyle ekip olarak değil, yine üç kişi bir araya gelerek çalıştık, ancak film sayımız değişmedi elbette. Bu seçkideki on filmi her zamanki gibi heyecanla ve paylaşma arzusuyla sizlere sunuyoruz, şimdiden keyifli okumalar, bol filmli günler.

Closer (Burcu Meltem Tohum)

Damien Rice‘ın The Blower’s Daughter adlı şarkısıyla adeta tek vücut olan Closer, insanın en saf dürtülerini tüm açıklığıyla ortaya seren son derece dokunaklı bir film. Patrick Marber’ın aynı adlı oyunundan uyarlanan film, acıyı reddetmenin şiirsel ve bir o kadar da şiddetli hikayesini anlatıyor. Filmin akıllardan silinmeyecek olan giriş sahnesi acının fiziksel halini çizerken, hemen ardından ise psikolojik altyapıya doğru izleyiciyi bir gezintiye çıkarıyor. Bu filmde mutlu olmak tamamıyla yasak. Michael Haneke ya da Yorgos Lanthimos’unki gibi bir mutsuzluk ortamından beslenme olmasa da mutsuzluğun en insancıl yanına işaret ediyor Closer.

En ilkel insani duyguların dört farklı karakter üzerinde, olaylar geliştikçe çiçek açması, filmde mutlu olmak için hiçbir sebep olmadığını vurguluyor. Bu dört karakterin kendi içlerindeki dört hikayeden de hiçbir şekilde mutluluğa dair bir kıvılcım çıkmıyor. Bunun yerine arzu, güç, intikam, ego ve temelsiz umut üzerine birçok olayla karşı karşıya kalıyoruz. Bu bağlamda Closer, tam anlamıyla öngörülemez bir erdemin peşinde. Ancak ne kadar çabalarsa çabalasın bu mertebeye hiçbir zaman erişemeyecek olan bir kalbi olduğunun da farkında. Duygusal aşırılıkların aç libidolarla cebelleştiği gündelik hayatın ritimleri kışkırtıcı ve zorlayıcı bir seyir keyfi sunuyor. Sürekli olarak duygusal iniş-çıkışların vuku bulduğu bu filmde iklimsel yüzleşmeler dediğimiz karşılaşmalar daimî olarak kendini tekrarlar nitelikte.

Arzu edilenin özüne ulaşmanın imkansızlığını daha filmin ilk anlarında hiç çaba sarf etmeden kabul eden Closer, bir süre sonra çabalamanın da ne kadar manasız ve işe yaramaz olduğunu gösteriyor. Bu yüzden hikâyede karakterler arasında üst üste gelen hatalar bir noktadan sonra izleyiciyi rahatsız etmeyi bırakıyor. O, artık filmin doğal ritmi olarak kalıyor. Teorik olarak filmdeki karakterlerin varlığı, soyutlanmanın pençesinde. Her bir karakter birbirinin yıkımına filmin sonuna değin yoğunlaşarak bir şeytan dörtgeni yaratmayı başarıyor.

Daisies (Burcu Meltem Tohum)

Dünyanın hali hazırdaki düzenini gereğinden fazla sıkıcı bulmuş iki karakterin (Birinci Marie ile İkinci Marie) bu sıkıcılıktan kurtulmalarına tanık olduğumuz Daisies izleyiciye tatlı ama bir o kadar da rahatsız edici bir fantezi dünyasının kapılarını aralıyor. Dünya artık içindekilerle hiçbir anlam ifade etmediği anda geriye sadece bu dünyanın kırıntılarından arzu edilen başka bir dünya yaratmak kalır. Bu durum, sıkıntının derinliklerini keşfetmiş ana karakterler için bir anlamda derin bir trajedi de taşır. Bu trajedinin yan etkileri ise düzensizliğe yol açmak, halka açık yerlerde insanlara rahatsızlık vermek ve skandal yaratmak şeklinde bölümlere ayrılabilir. Daisies (Sedmikrásky) bir anlamda Nouvelle Vague Française ile Pop Art etkilerini taşıyor gibi gözükse de birçok eleştirmenin gözünde o, tanımlanamayan film kategorisine (O.F.N.IObjet Filmique Non-Identifié) girer.

Filmin görsel alt tabanındaki renkli filtrelerin kullanımı benzersiz geçiş sekansları doğuruyor. Ayırt edilebilir kolaj tekniğiyle de kolaylıkla Dadaizm izlerine rastlayabiliriz. Film, hikayesini pasif olarak kullanırken görsel dünyasındaki canlı ve dikkat çekici yelpazesinin aktif bir rol oynanmasını mümkün kılıyor. Filmin bir noktasından sonra aktarılan hikayeyle / sorunla değil bire bir görsellerle sohbet içinde olduğumuz hissine kapılırız. Daisies her gün insanların en az bir kez tatmış olduğu “sıkılma” ruh halini parmağında oynatırken bunu bir nevi provokasyon olarak kullanıyor ve imge üzerine imge bindiriyor. Birinci Marie ve İkinci Marie için sadece yıkmak, ahlakın duvarlarını delmek, bilinenden sapmak derin bir varoluşsal ıstırabın da ayrı birer göstergesi.

Çek Yeni Dalgası’nın en önemli simgelerinden biri olan Daisies, yok etme arzusunun baskın gelen görsel şiddetiyle yönetmen Vera Chytilová’nın filmografisinden sıyrılan bir yapım. Yer yer karakterlerin üzerinde sezdiğimiz mekanik hareketler filmi aynı anda hem hareketli hem de hareketsiz kılarak dengede duramayan bir rahatsızlık doğuruyor.

Enter the Void (Burcu Meltem Tohum)

Yoğun ses ve görsel efektler yoluyla kendi anlatım dilini oluşturmuş bir Gaspar Noé harikası diyebileceğimiz Enter the Void, izleyiciyi aktif bir maceraya çağıran nadir filmlerden. İngilizce ve Japonca dillerinin birbiriyle mükemmel bir estetikte buluştuğu yapım, stroboskopik çekim tekniğiyle ilk sekansından itibaren büyüleyici bir atmosfer yaratıyor. Klasik bir baş dönmesinden ziyade görsel hipnotik efektlerin sınırlarını zorlayarak izleyiciyi kendisine sıkı sıkıya bağlıyor. Enter the Void izlemek, etrafında yoğun poyrazların estiği bir uçurumun kenarında durmak gibi. Uçurum sizi içine çekecek derecede ağzını açmış beklerken sürekli olarak ona kapılmamayı deniyorsunuz ancak içinde bulunduğunuz dengesiz durum sizi o kadar bitap düşürüyor ki tüm mücadeleniz sonucunda kendinizi şişeler dolusu içkinin içinde yüzmüş gibi sersem hissedebiliyorsunuz. Bu anlamda Enter the Void, görsel olarak ciddi anlamda zengin ve kaleydoskopik bir düzlem sunuyor. Örneğin kendinizi bir anda sübjektif biçimde bir vajinanın içine dalan plan çekiminde bulabiliyorsiniz.

Tıpkı yönetmenin 2002 yapımı Irréversible filminde olduğu gibi bu filmde de Technocrane kullanımı mevcut. Enter the Void’i kendi dağılmış parçalarını yamamaya çalışan bir aşk hikayesi olarak da değerlendirebilirsiniz. Film görsel olarak ağırlığını aşırı bir şekilde belli etmesine rağmen hikayesinin altında yatan varoluşçu dışavurumlar dikkat çekici. Özellikle ölüm konusu ve buna bağlı olarak gelişen olaylar silsilesi gözlerden kaçacak gibi değil. Noé, her türlü duyguyu ve tutkuyu doğrudan, yıkıcı bir şekilde yok etmek yerine onlara olabildiğince yaklaşarak, gerekirse şiddeti ve iğrenç diye tanımlanan unsurları da kendi dilinde yüceltiyor. Noé’nin filmlerinde daimî olarak göze çarpan şiddet unsuru aslında insanın en derinlerinde yatan duygu durumlarını yüceltmenin, onları mükâfatlandırmanın bir yolu. Herkesin yansıtmayı tercih etmediği bu yol, pür, savunmasız, dışarıya tamamen açık bir kimlik sunuyor.

Psikotropik bir deneyim veren Enter the Void, tür olarak “psychedelic melodram” kategorisine dahil edilebilecek özelliklere sahip. Duyusal yolculuk türünün ağır bastığı film, varolmanın hezeyanını da güçlü bir şekilde temsil ediyor. Ancak her koşulda bu duyusal yolculuğun bile bir ücreti olduğunu düşünecek olursak filmin sonuna değin bu ücreti ödemeye hazır olmamız gerektiğini de unutmamak gerek.

Excalibur (H. Necmi Öztürk)

Yuvarlak Masa Şövalyeleri ve Kral Arthur efsanesini konu edinen bir film izlemek aklınızda varsa Excalibur mutlaka listenizde yer almalı. Sinema ve TV’de bu konuyu işleyen çok sayıda film ve dizi bulunmakta, bazıları da “hoş bir seyirlik” sunuyor ancak siz de kabul edersiniz ki kriterimiz bu kadar düşük olmamalı. Biraz tarihsel tutarlılık, o da olmazsa en azından uyarlanan kitaba sadakat de gerekli. Dizi ve filmlerde gördüğümüz Merlin’in Arthur’la yaşıt olması, meşhur kılıç Excalibur’un kayadan çıkartılması, masanın eşitlik adına yuvarlak tasarlanması, Morgana’nın saf kötü olması gibi yan bilgilerin bazıları tamamen yanlış, bazıları da hangi kitaptan uyarlama yapıldığına göre tamamen değişiyor. Üstelik çoğu film ve dizi, efsaneyi hangi kaynaktan aldığı bilgisini ya paylaşmıyor, ya da kapanış jeneriğinin sonunda küçücük yazılarla geçiştiriyor. Halbuki ortada tek bir efsane yok, yüzyıllar boyunca değiştirilerek tekrar tekrar yazılan bir mitos söz konusu. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için sitemizdeki şu yazıya bakılabilir, biz filme geri dönelim.

Excalibur’u benzerlerinden ayıran özelliklerden en önemlisi, efsaneyi hangi kaynaktan uyarladığını belirterek, kaynak yapıta yani Sir Thomas Malory’nin 15. yy’da kaleme aldığı Arthur’un Ölümü adlı kitabına sadık kalması. Yoğun olarak kullanılan klasik müzik (Wagner ve Carl Orff gibi), oyunculuklar, kostümler, Merlin’i canlandıran Nicol Williamson’ın eski İngilizce’yi andıran aksanı, geniş plan çekimler, eylemlerdeki sadelik ve olayların gelişimindeki doğal hız, tüm bunlar filmin konusunu Ortaçağ anlatısına oturtabilmemizi sağlıyor ve söz konusu Kral Arthur efsanesi olunca, özellikle sinemada bu tutarlılık az bulunan, değerli bir ayrıntı.

Yapım ayrıca Helen Mirren, Liam Neeson, Gabriel Byrne ve Patrick Stewart gibi günümüzde daha geniş kitlelerce tanınan oyuncuların da ilk filmlerinden biri olma özelliğini taşıyor. Magazin bilgisi olarak Mirren ile Neeson’ın bu film sonrası yakınlaşarak birkaç yıl birlikte yaşadıklarını da ekleyelim. Sonuç olarak piyasada bulunan onlarca benzer konulu dizi ve film arasında Excalibur oldukça iyi bir seçim olacaktır. Konuyla ilgilenen tüm sinemaseverlere önerilir.

Harry Potter Serisi (Ece Mercan Yüksel)

Fantezi edebiyatının vazgeçilmezlerinden olan Harry Potter serisiyle dünya 1997 yılında tanışmıştı. İlk film olan Harry Potter and the Sorcerer’s Stone’u (Harry Potter ve Felsefe Taşı) ise 2001 yılında izleme fırsatını bulmuştuk. Toplam 7 kitaptan oluşan seri 8 film olarak beyaz perdeye aktarılmıştı. Bugün önemini hâlen koruyan seri, bu seriyle özellikle de çocukluk döneminde tanışmış olanlarımız için büyük bir duygusal anlam ihtiva ediyor. Daniel Radcliffe, Rupert Grint, Emma Watson gibi oyuncuların seri boyunca büyüyüşüne tanık olurken, pek çoğumuz da kendi büyüyüşüne tanık oldu bu süreçte. Serinin son filmi olan Harry Potter and the Deathly Hallows: Part 2’yu (Harry Potter ve Ölüm Yadigârları: Bölüm 2) 2011 yılında izlediğimiz düşünülürse, ortada -kitaplar konu dışı tutulursa- 10 senelik bir yolculuk var diyebiliriz. Bu yolculuk, kitaplar da denklemin içerisine eklendiğinde daha da büyürken izleyicinin / okuyucunun kurduğu duygusal bağın ne denli büyük olduğu daha net anlaşılabiliyor.

En başlarda büyüyle dolu, eğlenceli ve gerçekten de çocuklara yönelik diyebileceğimiz bir filmken, yıllar ilerledikçe serinin devamındaki tonun ne kadar değiştiği rahatlıkla görülebilir. Hele de bir hafta sonu “Harry Potter maratonu” yapıyorsanız, filmler arasındaki ton farklılığı gözünüze fazlasıyla batacaktır. Esasen ilk filmin arka planı da hiç de “çocukça” veya yumuşak değildi. Ne de olsa anne-babasını korkunç bir biçimde kaybetmiş ve her gün tacize uğrayan bir çocuktan söz ediyoruz. Ancak filmler arasındaki fark bu tarz olayların yansıtılışındaki üslup farkından ileri geliyor. Seneler geçtikçe ve seri ilerledikçe, filmin teması ve sinematografisi de gittikçe karanlık ve de virane bir hâle bürünüyor.

Seriye bir bütün olarak bakacak olursak, ona tam bir “coming of age story” diyebiliriz. Buradaki ana hikâye Harry Potter karakteri üzerinden dönerken, yan hikâyelerde de pek çok büyüme kurgusu örneğine rastlamak mümkün. Karakterlerin gelişimi ve değişimi böyle uzun bir seride gayet iyi işlenmiş olmakla beraber, esas olarak çok sancılı ve zor bir büyümeye odaklanılıyor. Bu durum herkes için – Draco Malfoy için bile – geçerli. Üstün bir pazarlamayla oldukça başarılı bir ticarete dönüşen seri, yazarı J.K. Rowling’e bugün hâlen fazlasıyla kazanç sağlıyor. Seri sona erdikten sonra çeşitli yan kitapların çıkarılması, akabinde J.K. Rowling’in kendi Twitter hesabından kitaba eklemeler yapmaya devam etmesi, yarattığı karakterler hakkında hiç bilmediğimiz şeyleri söyleyip adeta sansasyon yaratması pek de hoş karşılanmayan olaylardan olsa da seri bugün hâlen severlerinin kalbindeki yerini koruyor.  

Make Way for Tomorrow (Ece Mercan Yüksel)

Amerikan klasikleri arasında sayılan Make Way for Tomorrow (Kurt Kocayınca), Leo McCarey’nin yönetmenliğini üstlendiği bir 1937 filmi. Yapım aslen Josephine Lawrence’ın romanından uyarlanmış bir senaryoya sahip olmakla birlikte, insana ister istemez Japon yönetmen Yasujirō Ozu’nun 1953 yapımı filmi Tokyo Story’sini (Tokyo Hikâyesi)çağrıştırıyor.

Make Way for Tomorrow’da evlerini satmak zorunda kalan bir anne-baba kendilerine destek olacakları konusunda çocuklarına güvenir. Ancak hepsinin kendi sorunları vardır ve anne-babalarını yanlarına almak istemezler. Çocukların bencilliği çoğunlukla gözler önüne serilirken, zaman geçtikçe onlarla empati kurmaya başlarız. Çocuklar kendi aralarında anne ve babayı sırasıyla konuk etmek üzere anlaşmışlardır. Ancak tek şartları vardır: Anneyi ve babayı aynı anda konuk edemeyeceklerdir. Böylelikle senelerdir birlikte olan çiftimiz ayrılır, filmse gerçek bir drama dönüşür.

Anne-baba çocuklarıyla kalmaya başlayınca, nesiller arası fark ve bu sebepten oluşan problemler daha da fazla göze batmaya başlar. İzleyiciyse yaşının kaç olduğuna bağlı olarak değişmekle beraber, genellikle çocuklarla -ki bu insanlar da esasen çocukları olan, orta yaşlı insanlardır- kendisini eşleştirir. Bir yandan insanın bencil doğası, yaşlananın her daim dışlanmaya mahkûm kalması ve iki neslin de birbirini anlayamaması gibi sorunlar gözler önüne serilir. Bu açıdan film insan doğasına duygusal bir yaklaşımdır. Film az önce sözünü ettiğimiz Tokyo Story’ye de en çok bu açıdan benzer diyebiliriz. İki filmde de nesiller arası anlaşmazlıklar işlenirken, genellikle çocuklar sorumsuz ve bencil olarak yansıtılır. Sonuç olarak, iki film de oldukça doğal olan bu alışılagelmiş durumlara sinematik bir açıdan yaklaşır, bu tarz “gündelik” meseleleri ölümsüzleştirir. İki filmi de tavsiye ediyoruz.

Nayak: The Hero (Burcu Meltem Tohum)

Satyajit Ray’ın on dördüncü uzun metraj filmi olan Nayak: The Hero, insan seçimlerinin psikolojik analizlerini hiçbir düşünceye bağlı kalmadan en duru şekilde sentezleyen bir film. İnsanlığa, onun aşırılıklarına dair sağlam bir bakış açısı çiziyor. Film boyunca ister istemez içerisine kafamızı soktuğumuz tren ortamı ise sosyal sınıf meselelerine dikkat çekmek için önemli bir metafor olarak karşımıza çıkıyor. Bu hemen akıllara Bong Joon-ho’nun 2013 yapımı Snowpiercer adlı filmini getirse de Nayak: The Hero’nun tadı tam olarak Alfred Hitchcock’un Patricia Highsmith’in hikayesinden uyarlamış olduğu, 1951 yapımı Strangers on a Train gibi. Hüzünlü ve dramatik yanı olduğu kadar aynı zamanda dönemin sosyal politik düzen yapısı üzerine de izleyiciyi düşündürmeye iten Nayak: The Hero, anlatımına tematik bir zenginlik de katıyor.

Filmde tren içerisinde yerimizi almış olsak da kameranın, her zaman izleyiciyi üçüncü tekil şahıs olarak değil de birinci tekil şahıs olarak kullandığını belirtmek gerekir. Bu da kimi zaman yolculuğun sessizlik içerisinde geçmesini doğuruyor. Bu sayede film boyunca ana karakterle beraber etrafı süzerken ve o anın deneyimini yaşarken rahatça nefes alıp anın muhakemesini kendi içimizde yapabiliyoruz. Nayak: The Hero, sanatın o günkü durumunu anlamak için de önemli bir film. O dönem popüler sinemanın önemli yüzlerinden biri olan Uttam Kumar’ın, bir anlamda sanatın popüler yanını reddeden Ray’ın Nayak: The Hero filminde yer almış olması, göz kamaştıran bir zıtlık doğuruyor.

Sanatın içinden çıkıp ona tüm kapılarını kapatmakla, sanatın kendisine dönmenin iki zıt kutbunda belirleyici noktada duran Nayak: The Hero sürekli olarak tematik konularda karakterleri konuşmaya yöneltiyor. Bir bakıma film, Satyajit Ray’ın manifestosu gibi. Bundan ötürü en sivri konular bile istesek de ayrılamayacağımız bir trenin içinde tartışılıyor. Yönetmenin diğer filmlerine göre duygusal anlamda bir yansıma yerine daha çok düşündürücü ve tartışma konuları doğurabilecek özelliğe sahip olan film, zihinsel bir yolculuğa doğru ince bir portre çiziyor.

Papillon (H. Necmi Öztürk)

William Friedkin, “Leap of Faith” belgeselinde, Exorcist’in (1973) çekimleri sırasında bir sahnede gerekli tepkiyi (gözyaşı) alabilmek adına oyunculardan birine kısmen izin alarak yumruk attığını, diğer bir oyuncuyu yerinde zıplatmak için de yakınında gerçek bir silah ateşlediğini anlattıktan sonra şöyle der: “Günümüzde bu tür şeyler pek hoş karşılanmıyor, o zamanlar filmler daha farklı çekiliyordu”. Bu saptamanın sağlamasını, yine aynı yılda çekilmiş olan Papillon filmine bakarak da yapabiliriz. Düşünün ki setteki danışmanınız, işlediği öne sürülen cinayet suçundan aklanıp aklanmadığı belli olmayan, hapsedildiği adalardan defalarca kaçmaya çalışmış, kitapta öne sürdüğü kişi olup olmadığı bile şüpheli, Papillon kitabının yazarı Henri Charrière!

Charrière’e göre kendisi masum ve yazdığı kitaptakilerin %75’i doğru. Ne var ki birçok gazeteci, Charrière’in kendi yaşadıklarından hareketle yazdığını iddia ettiği Papillon’un sadece %10’unun doğru olduğunu savunuyor. 2005’te, sol kolunda kelebek dövmesi bulunan 104 yaşındaki Charles Brunier’nin gerçek Papillon’un kendisi olduğunu öne sürmesi de Charrière’in hanesine pek katkıda bulunmuyor. Ne var ki sinemanın güzelliği de burada devreye giriyor, tüm bu arka planı bir kenara bırakıp, sadece ve sadece filme, karşımızdaki sanat eserine yoğunlaşabiliyoruz. Öyle de yapmalıyız zira çünkü Papillon gerçekten de muhteşem bir macera, izleyiciyi derinden etkileyen bir görsel şölen.

Başroldeki Steve McQueen’in ve Dustin Hoffman’ın “iyi oynadıklarını” söylememe gerek olduğunu sanmıyorum, ikisi de muhteşem birer performans sergiliyor, filmi rahatça sırtlıyorlar elbette. Göğsündeki kelebek dövmesi nedeniyle Papillon lakaplı Henri Charrière’in 1931-1944 arasında Fransız Guyanası ve Cüzamlılar Adası (puro sahnesi!) dahil, hapishane olarak kullanılan farklı adalarda kalışını ve bu hapishanelerden kaçma girişimlerini konu alan film, Dustin Hoffman’ın hayat verdiği Louis Dega adlı, fragmanda da dendiği gibi “yaşama arzusu dışında hiçbir ortak noktası bulunmayan” iki mahkumun arkadaşlığı üzerinden ilerliyor. Shawshank Redemption takım elbise giymiş, zarif bir kaçış filmiyse, Papillon da giysileri aşırı giyilmekten çözünmeye başlamış, açlıktan dişleri dökülen, üzerinde hamam böcekleri dolaşan, gerçekçiliği had safhaya taşıyan bir kaçış filmidir diyebiliriz.

The Square (Burcu Meltem Tohum)

İsveçli yönetmen Ruben Östlund’ın en tartışmalı filmlerinden biri olan The Square, güvenli olarak addedilen mekanların soyut yıkımının sonuçlarını aktarıyor. Yönetmenin adını verdiği Kare (The Square) sözde dışarıdan gelebilecek her türlü tehdide karşı korunmamızı sağlayan bir alan gibi gözükürken bu tip mekanların iyileştirici yanlarının nasıl ağır bastığının da altını çiziyor. Karikatüristik bir mizah anlayışı olan Östlund, The Square’de çağdaş sanatın problemli yanlarını da kendi diliyle tenkit ediyor. Gündelik hayatın popülist imajları, insanların birbirine karşı takındığı duyarsız şiddet biçimleri, kaba retorik yansımalar bu filmde sık sık karşılaşacağımız temel unsurlar. Filmin baştan aşağı tenkit üzerine kurulmuş olduğunu düşünürsek kokuşmuş, çürümeye yüz tutmuş bir umutsuzluğun kokusunu burnumuzun dibinde algılayabiliriz.

The Square, neden ve sonuç ilişkilerinin hâkim olduğu bir anlatım yapısına sahip. Bunun en keskin örneğini filmdeki gala yemeği gecesinde radikal bir performans sergileyen bir sanatçının dışavurumlarından görebiliriz. Ruben Östlund, filmde hiçbir şekilde doğrudan yüksek şiddet sahnelerine yer vermez ancak izleyiciye vermek istediği mesajın standart bir şiddet sahnesinden çok daha ötesinde bir şiddete, yıkıcılığa sahip olduğunu söyleyebiliriz. Medeniyet ve ilkelliğe dair beden bulmuş yansımalara da rastlayabiliriz. Örneğin Anne’ın (Elisabeth Moss) evindeki şempanze ile Christian’ın (Claes Bang) göz göze geldiği an, gerçek dünyada mıyız yoksa gerçek diye adlandırdığımız primatların dünyasında mıyız tartışmaları akla geliyor. Bu tip sahnelerle filmdeki gerilimi her an tavana çıkartan Östlund, uzun çekimlerle de dayanılması kolay olmayan yüksek tansiyonları tetikliyor.

Sanata dair olanı mütemadiyen rahatsız edici olarak bir tepside sunan The Square, uygar dünyanın temel kurallarını birer birer yıkıyor. Bir nevi “zalimlik” tiyatrosu olarak da adlandırabileceğimiz bu film, modern bir dünyada kurban edilebilir olmanın sınırlarını zorluyor ve bunu yaparken ilkel dünya ile olan bire bir karşılaştırmanın da tadına baktırıyor. Herkesin kendi “modern” dünyasından yansımalar bulabileceği The Square, medeniyetin, güvenliğin simgesi değil de bir nevi kendi gerçek yüzümüzü görmek için ayna yerine geçebilen çok özel filmlerden biri.

Walk The Line (H. Necmi Öztürk)

Johnny Cash aramızdan ayrıldıktan iki yıl sonra gösterime giren Walk The Line, Cash’in oğlunun prodüktörlerden biri olması, Cash’in otobiyografik kitaplarına sadakati, Phoenix ile Witherspoon’un olağanüstü oyunculukları, üstüne şarkıları da kendi sesleriyle söylemeleri gibi etmenler sayesinde biopic (biyografik film) türü içinde en iyilerden biri şüphesiz. Yoksul geçen çocukluğunda kardeşinin planya testeresinde çok kötü bir şekilde yaralanması sonrasında hayata veda etmesinin ağırlığını bir melankoli battaniyesi gibi hep üzerinde taşıyan Cash’in hüznünü beyazperdeye çok iyi yansıtan Joaquin Phoenix, filmin en önemli değerlerinden. Ayrıca Reese Witherspoon da kendisine bir Oscar heykelciği kazandıran June Carter rolünde çok başarılı.

Sadece müziği sevmeniz bile bu filmden keyif almanız için yeterli ancak yönetmen koltuğundaki James Mangold, hikaye akışının da bir ustanın elinde olduğunu her sahnede hatırlatıyor adeta. Olay örgüsü, Johnny Cash’in kitaplarından yararlanılarak yazılan diyaloglar, müziğin de doğru yerlerde, doğru biçimde kullanılması sayesinde hiçbir sahnesi aksamayan bir yapı ortaya çıkıyor. Ayrıca yukarıda bahsettiğim şarkıları Phoenix ile Witherspoon’un bizzat söylemeleri de son derece önemli, kayıt üzerine sadece dudak oynatsalardı izleyici olarak deneyimimiz playback yapan bir şarkıcının konserinde bulunmak gibi olacaktı şüphesiz. İki usta oyuncu şarkıları bizzat söyleyerek, hissettiklerini (Phoenix’in kendi çocukluğunda yaşadığı acıları derinlerden çekip çıkartması gerekti şüphesiz) seyirciye çok daha içten ve direkt bir şekilde aktarabilmişler.

Betimlenen onca acıya, Falsom Hapishanesi konserinin gerçekçi canlandırılmasına, oyunculuklardan taşan hüzne rağmen hem müziği hem de hayatı sevdirebilecek, film bittikten sonra da, daha önce dinlemediyseniz size kesinlikle birkaç Johnny Cash parçası dinletecek güce sahip bir film Walk The Line. Şiddetle tavsiye edilir.

Dial M for Movie

Tüm seçkilerdeki kısa eleştirilere BURADAN ulaşabilirsiniz.

Bir Cevap Yazın