Kristina Lindström ile Kristian Petri ikilisinin 2021 yapımı belgeseli The Most Beautiful Boy in the World (Dünyanın En Güzel Oğlanı), bu yıl içerisinde Sundance Film Festivali’nde prömiyerini yaptı. Çoğunlukla Luchino Visconti’nin Death in Venice (Venedik’te Ölüm, 1971) adlı yapımına ve sonrasına odaklanan belgeselde “dünyanın en güzel oğlanı” olarak adlandırılan Björn Andrésen’in hayatından kesitlere tanık oluyoruz. Belgeseli anlamak için hem Andrésen’den hem de Death in Venice’ten ve de filmin ünlü yönetmeni Luchino Visconti’den ayrıntılı bir şekilde söz etmek gerek, zira bu konuların hepsi belgeselin farklı ayaklarını oluşturuyor.

Daha önce sitemizde kritiğini yapmış olduğumuz Death in Venice, Thomas Mann’ın aynı adlı öyküsüne (1912) dayanan bir film. Filmde saygın besteci Gustav von Aschenbach (Dirk Bogarde) Venedik’e gelir ve kaldığı otelde mutlak güzelliği bulur. Ancak bu durum onun ölümüne sebep olur. Uzun zamandır aradığı ancak hayatı boyunca bulamadığı bu güzelliği Tadzio (Björn Andrésen) adlı gençte gördüğünde hem insanüstü bir aşka tutulur hem de mutlak bir imkânsızlıkla ve derin acılarla dolu bu ruh hâli içerisinde vebaya yakalanır, sonuç olarak da ölür. Tadzio adeta bir ölüm meleğidir, lâkin fazla güzel bir ölüm meleği… Tadzio bestecinin kısa süreliğine de olsa hayata tutunmasına ve kendisini güzelleştirmek istemesine sebep olur. Yine de bu geçicidir ve yalnızca bir makyajdan ibarettir. Öyle ki bu makyaj son anında bestecinin yüzünden ter damlaları aracılığıyla akar gider. Çirkinlik, boya, yaşlılık ve ölüm iç içedir.

İçi Boşaltılmış Bir Güzellik İmgesi ve Metalaşma Üzerine
Bu yapım ve kitap yaşlı birinin kendisinden hayli küçük birine tutulmasını içeriyor olsa da az önce sözünü ettiğimiz gibi bu aşk cinsellik içeren bir aşktan çok uzak. Öyle ki bu tutulma hâli dünyevi ve insani her şeyi aşar, adeta tüm sanatları kapsayan bir tutulmadır. Belgeselden öğrendiğimize göre Visconti filmi çekerken bu kısma fazlasıyla dikkat etmiş ve Björn’e çekim esnasında insanların fazla yaklaşmasını yasaklamıştır. Bunun Björn’ü korumak amaçlı yapıldığı düşünülse de Björn’ü bu filmle gelen şöhretten neyin koruyacağı maalesef çok muğlak. Filmin çekimlerine dönecek olursak sette neredeyse herkesin eşcinsel olduğunu söyleyebiliriz. Buna Dirk Bogarde ve yönetmen Visconti de dahil. Bu durumu belirtme nedenimiz cinsel tercihlere özel bir anlam yüklediğimizden değil, oyuncu Björn’ün içinde bulunduğu set ortamındaki güç dengelerine vurgu yapmak. Visconti şahsına münhasır ve çok başarılı bir yönetmen olmasıyla birlikte, kendine haslığının getirdiği pek çok zorlukla biliniyor diyebiliriz. Kendi içerisinde pek çok çelişki barındıran bir adam olmasına ek olarak, hakkında yazılan pek çok metinden kendisinin acımasız ve sert birisi olduğunu biliyoruz. Bu açıdan bakıldığında Björn’ün genç yaşta maruz kaldığı şeyleri ve filmle birlikte gelen şöhretin söndüğü sırada yaşayacağı boşluğu düşünmüş olduğunu pek de sanmıyoruz.

Belgeselde Death in Venice’in çekimlerine, yapımdaki diğer ögeleri baskılamadan ağırlık verilmesi yerinde bir tercih olmuş. Visconti’nin Björn’ü “dünyanın en güzel oğlanı” ilan etmesi çöküşün en belirgin başlangıcı olmuş diyebiliriz. Yine de belgesel ilerledikçe ilk çatlamaların bundan çok daha önce başladığını görüyoruz. Björn Andrésen babasının kim olduğunu bilmemekle beraber annesini de küçük yaşta kötü bir biçimde kaybetmiş. O dönemin ve de İsveç kültürünün de getirisi -veya götürüsüyle- aile içerisinde bu kayıptan hiç konuşulmamış. Bu da belgeselde ifade edildiği şekliyle Björn’ün hep çocuk kalmasına ve bazı şeyleri hiç aşamamasına yol açmış olabilir.

Akabinde anneannesiyle büyüyen Björn, yine onun zorlamasıyla Death in Venice seçmelerine katılmış. Seçmelerde Björn’ün Visconti ile karşılaştığı ilk anı belgeselde görebiliyoruz. Buradan Björn’ün odadaki ilgi objesi olmaktan gerçekten ne kadar rahatsız olduğu anlaşılıyor. Film sektöründe kadın, erkek veya çocuk fark etmeksizin – genellikle kadınlar ve çocuklar için daha fazla olmak üzere tabii – insan bedeninin metalaştırılması maalesef kaçınılmaz bir gerçek. Bunu Björn’den seçmelerde film ekibi tarafından incelenirken üstünü çıkartması talep edildiğinde daha net bir biçimde görebiliyoruz. Bir çocuğun bu şekilde görüntülenmesi ve vücuduna bakılması oldukça rahatsız edici, tabii bu durum bizce yalnız çocuklar için değil, herkes için geçerli.

Film Endüstrisi ve Sistematik Fabrikasyon
Belgeselden anlaşılan o ki bu ani ilgi, henüz iç dünyası gelişmemiş ve karakteri yaşı gereği tam oturmamış birinde oldukça kırılgan bir ego yaratmış. Film prömiyerini yaptıktan sonra partilerde ilgi odağı olan Björn bu ilgiden nefret etmiş. Etrafındaki insanları kendisini yiyecek gibi bakan gözlerden ibaret şekilde aktaran Björn hem kadınlardan hem de erkeklerden aynı şekilde tiksinmiş gibi görünüyor. Kendisinin yalnızca bir meta hâline geldiğinin ve etrafındaki insanların Björn’ün üzerindeki bu etiket sebebiyle onu yanlarında tutmak istediklerinin bütünüyle farkında olan bu çocuk, bu tarz partilere dayanabilmek için fazla içtiğini bile söylüyor.

Film sektöründe çocuklara ve yetişkinlere ilaç verildiği bilinen bir gerçek. Çoğu Hollywood oyuncusunun daha çocukken bağımlılık geliştirip genç yaşta öldüğü de öyle. Çoğu diyoruz çünkü bu tarz hikâyelerin sayısı azımsanabilecek gibi değil. Bazısı ileride bu tarz bağımlılıklar geliştirmese bile, film sektörünün çocukların ve de genellikle genç kadınların -hem oyuncuları hem de izleyicileri kastediyoruz- kendilerini algılayış biçiminde büyük problemler yarattığı biliniyor. Hâl böyle olunca Björn kendisini uzun süre toparlayamamış: Geçmişten gelen kayıp aile hissi, ergenlik döneminin kendi sancıları ve “benlik” algısının bozulmasının üst üste gelmesiyle oluşan kaotik bir durum söz konusu.

Hiç İstenmemiş Bir Ün ve Beraberinde Gelen Yabancılaşma
Belgeselde Björn’ün şimdiki hâliyle geçmişteki hâli arasında sık sık mekik dokunmuş. Björn’ün şu anda oldukça yaşlı oluşu filmdeki genç hâliyle büyük tezat oluştururken iki ayrı zamandaki Björn’ün ruhsal dağınıklığı ve çocuksuluğu birebir aynı. Buna ek olarak belgeselde Björn’ün yetişkin yaşamına nasıl devam ettiğini, ne gibi problemler yaşadığını ve yaşı geçkin bir insan olarak hâlen kendisini bazı konularda nasıl toparlayamadığını görüyoruz. Bu açıdan bakıldığında Björn’ün hayatına “heba olmuş” bir yaşammış gibi trajik bir hava verilse de Björn’ün yanında onu seven kişilerin varlığı bu trajedi havasını biraz olsun yumuşatıyor.

Belgeselin üzerinde en çok durduğu çekim tekniklerinden birisi olarak Björn’ün sürekli uzaktan ve de arka plandan çekilmesi gösterilebilir. Bu Björn’le aramıza ister istemez aşılamaz bir mesafe koymakta. Onun arkadan gösterilmesi aracılığıyla Björn’ün yüzü yani bir insanın duygularını gösterdiği alanla aramıza konulan engel, kendimizi Björn’le bir hissetme ve onu anlama çabalarımıza ket vuruyor. Bu da onun hem kendisini yalnızlaştırışına, insanlara mesafe koyuyor oluşuna hem de ünün ve bolca sunulan yapay ilginin onu nasıl tek başına bırakışına odaklanmamıza yardımcı oluyor.

The Most Beautiful Boy in the World bir zamanlar dünyayı kasıp kavurmuş olan Björn Andrésen’in çocukluktan itibaren hayatına odaklanıyor ve bunu yaparken ana karakterin hayat içerisindeki kırılganlığını oldukça çıplak ve de gerçekçi bir biçimde gösteriyor. Buna ek olarak belgesel hem Death in Venice’in çekimleri hem de Andrésen’in özel hayatıyla ilgili pek çok bilinmeyeni ekrana taşıyor. Biyografik bir yapım olmaktan öte, belgesel aslında üzerinde durulmayan ve de iyileştirilmeyen yaraların sebep olabileceği yıkımlara dair hüzünlü bir bakış da sunuyor. Dramın dozunu fazla kaçırmadan mesafeli bir bakış açısıyla gerçekleri yansıtan belgesel özellikle bahsi geçen filmi izlediyseniz daha da keyifli bir seyir deneyimine dönüşüyor. Tavsiye ediyoruz!

Ece Mercan Yüksel’in “Venedik’te Ölüm” yazısı için tıklayın.