Rose Glass’ın ilk uzun metrajlı filmi olan Saint Maud (2019) özünde kendi vahiylerini kendisi yazan / yaratan bir kadını konu alır. Bir Roma Katoliği olan Maud (Morfydd Clark) kısa süre önce hastanedeki işinden ayrılmış ve özel bakıcılık yapmaya başlamıştır. Böylece kurtarıcısı olacağı kadın Amanda’nın (Jennifer Ehle) hasta bakıcısı olur ve onun bakımını üstlenirken sınırı aşıp ruhunu dahi temizleme işlemine girişir. Amanda, Maud’un aksine sigara içen, alkol kullanan, eğlenceyi seven ve homoerotik ilişkilerde bulunan eski bir dansçıdır. Maud kendisini Amanda’nın kurtarıcısı konumuna koyduğu için bu alışkanlıklarından sıyırılıp onun kendisi gibi olmasını sağlamaya çalışır. Zamanında kendisinin de yapmış olduğu ve günahkar eylemler olarak nitelendirdiği davranışları Amanda’da tekrar görmesi, travmalarına geri dönüşler yaşatır.

Ortaçağ’dan kalma Hıristiyan mitlerinin her birini sırayla yaşar Maud. Azizesi olan Magdalalı Meryem’in çektiği doğum sancıları gibi, karnında sürekli bir ağrı vardır. Tanrı’nın sesini duyar ve Tanrı’ya her dua ettiğinde orgazm deneyimi yaşar. Bu kendinden geçme durumu Ortaçağ’da oldukça normal kabul edilir çünkü vecd halinin bu tür etkileri görülebilir niteliktedir. Tanrı’nın bedenini ele geçirdiğini bile hisseder. Başka bir kadınla cinsel olarak ilişkiye giren Amanda onun gözünde son derece günahkarken kendisinin Tanrı yolu ile orgazmlar yaşaması da bir o kadar dindar saydığı hareketlerdendir.

Antik Yunan mitolojisinde Dionysos’un dinsel törenlerini kutlayan kadınlar alayı Bakkhalar’a, çılgınca kendilerinden geçtikleri an Mainad denir. Doğanın sırlarına eren insanın durumu ise mainomai ve enthousiasmos kelimeleri ile nitelenir. Bu durumda kişi tanrıya erer, tanrıyla karışır ve tanrısallaşma yetisine ulaşır.

Amanda’nın doğum günü partisinde dindarlığı ile dalga geçmesi üzerine ona bir tokat atan Maud, işinden olur. İsa’nın diğer tarafını çevirmeleri gerektiğini söylediği yanağa ilk tokadı günahsız olan Maud atmıştır. Amanda ile olan ilişkisi kesilince cinnet durumuna adım adım biraz daha yaklaşır. İsyan etmemeye çalışarak dua eden Maud’un her kelimesinin altında birer isyan ve sorgulama vardır. Tanrı’nın sesini duyan bu kadın kendi iç sesinden habersizdir. Hıristiyan mitlerinde de sıkça geçen Tanrı’nın sesini işitme veya bir düş olarak onu görme olayları Antik Yunan mitlerini hatırlatan olaylardır.

Antik Yunan mitolojisinde Zeus dışında tüm Tanrılar yeryüzüne inebilir ve kendilerini farklı biçimlerde gösterebilirler. Bu duruma epiphaneia denir ve epiphaneia durumu ses, ışık, düş ve metamorfoz şeklinde görülür. Tanrının sesi oldukça güçlü ve liriktir aynı Maud’un duyduğu zaman olduğu gibi. Tanrının kendini gösterme olayına ise theophaneia denir ancak Maud böyle bir olay yaşamaz. Yine Antik Yunan mitolojisinde bir yerde Tanrı’nın bulunup bulunmadığını anlamanın bir yolu da gökyüzüne bakmak ve Tanrıların gökyüzüne yükselirken çıkardıkları yüksek sesi duymaktır. Maud, gökyüzünde bunlardan ilki olan göğün ve bulutların hareketlerinden Tanrı’nın o anlarda onunla beraber olduğunu anlar. Aynı zamanda Tanrılar bir kişinin kılık değiştirmesini de sağlayabilir ve Maud’un gökyüzüne bakıp Tanrının orada onunla olduğunu anladığı zaman gözlerinin heterokromi şekline bürünmesi bundandır.

Filmde dikkat çeken ögelerden birisi de William Blake ve eserleridir. Öyle ki bu eserler filmin birer karakteri haline gelir. William Blake’in okültist çizimlerini İsa Mesih resimlerinin yanına asar. Her defasında cehennem tasvirine ne kadar yakınlaştığını hisseder bu sayede ve bundan kaçmaya çalışmak onun en büyük tatmin sağlayıcı ögesidir. Kendisine göre günahkar sayılan her eylemi tek gecede yaparak Tanrı’nın merhametini tekrar kazanmaya çalışır. Bir nevi Tanrı’nın onu unuttuğundan şüphelidir çünkü kendisi için uygun gördüğü hiçbir şeyi hayatında yaşayamıyordur. O gece mainomai yaşayıp Tanrı ile tek vücut olup odasında levitasyon deneyimi yaşarken / yaşadığını sandığında dışarda patlayan havai fişekler, yeni dini mistisizm göstergelerinin modern yorumudur.

İsa’nın çektiği tensel acıyı çekme ve Tanrı’ya en sadık kulu olduğunu kanıtlama arzusu içinde, ayakkabılarını içine İsa Mesih’in bir çizimine sapladığı çivileri koyarak giyer ve tüm gününü kendisini bu şekilde cezalandırarak geçirir. Maud aslında en sadık kul olduğunu gösterme yarışı içindedir, ne var ki kibir de aslında yedi ölümcül günahtan birisidir.

Şeytan olarak gördüğü Amanda aslında kendinde yok etmeyi istediği şeytani özellikleri öldürmek ister. Amanda’da gördüğü şey kendisidir. Kendisinden bir parçayı öldürdüğü zaman Maud’dan geriye artık sadece bedeni kalmıştır ve bu bedeni Tanrı’ya adak olarak sunmak ister. Cehennem temsili ile kendini Tanrı’ya adayan Maud artık kendini Tanrıyla eş konumda görür ve insanların yani yarıştığı kulların karşısında diz çöktüğü hayali ile kendini yakar. Ancak bu hayalden sıyrılıp gerçekliğe odaklanıldığında tahmin edildiği gibi bu durum hiç de sanıldığı gibi ruhani bir olay değildir.

Cinnet – Saplantı – Ölüm üçgeninde gezen bu film her açıdan uçlarda olmanın kötücüllüğünü gözler önüne serer ve Carrie hikayesini hatırlatır. Maud melek yerine bir cadı – kötücül anlamda – haline kendi çabaları ile gelmiştir. Her insanın yaptığı gibi cenneti dileyen Maud, kendi cehennemini de tıpkı vahiyleri gibi, kendisi yaratmıştır.
