PERSONA NON GRATA: Hepimiz Kayıp Zamanın Peşindeyiz

Her ne kadar kendimizi alışmış olduğumuz düzen içinde, belirlediğimiz sınırlar dahilinde hissetsek de, bazen öyle uzaklaşmalar yaşarız ki böylece kendi sınırlarımızın bile yabancısı olabiliriz. Bu yıl 50. Uluslararası Rotterdam Film Festivali’nin (IFFR) Harbour Kategorisi’nde izleyici ile buluşan Persona Non Grata (Hvor Kragerne Vender), bize kendi kişisel sınırlarımızın bile yabancısı olabileceğimizi gösteriyor. Bu öyle bir yabancılık ki zaman akıp giderken, her gün karşılaştığınız akşamların tadı bile aynı kalamıyor ve belki de en kötüsü bu aynı kalmayışın farkındalığı oluyor. Elbette farkında olmasak hayatımızdaki her akşamın farklı olmasının da herhangi bir can acıtıcı yanı olmazdı.

Gerçekten Dünyanın Sonu Değil!

Lisa Jespersen’in ilk uzun metraj filmi olan Persona Non Grata (2021), hikayesi itibariyle akla Fransız yazar Jean-Luc Lagarce’ın Juste la fin du monde (Alt Tarafı Dünyanın Sonu) adlı tiyatro oyununu getiriyor. Daha çok ölüm konusuna odaklı olan bu eserin Persona Non Grata ile kurulabilecek en temel yakınlığı ise kişinin bazen kendi kanından olan insanlarla dahi yaşayabileceği yabancılık hali. Lagarce’ın bu eseri 2016 yılında Xavier Dolan tarafından sinemaya uyarlanmıştı.

Aldığımız kararlar bazen biz farkında olmadan zaman içinde boynumuza, boğazımıza dolanıp kalıyor, öyle ki ağzımızdan anlamı olmayan sadece birkaç kelimenin çıkmasına neden oluyor. Persona Non Grata, bu anlamda tam olarak kişinin kendisini kendinden yabancılaştırma, uzaklaştırma ve bulunduğundan tamamen başka bir yere sürme hikayesidir. Öyle ki film, sadece insan ilişkileri arasındaki yabancılık konusuna eğilmekle kalmıyor, yeri geliyor bir akşam yemeği masasındaki çatal, bıçak bile onları tutacak olan parmaklarınıza “öteki” gibi gelebiliyor. Bu açıdan filmde aktarılan “öteki” kavramının da oldukça aktif planda ilerlediğini söyleyebiliriz. Bu kavramın, filmde ilk önce öznenin yani ana karakterin içinden çıkarken çevresel faktörlerle iyice bilendiğini görebilirsiniz. Filmde Laura karakterine hayat veren Rosalinde Mynster, filmde inşa etmiş olduğu, oldukça güçlü gözükmeye çalışan ancak içeride bir yerlerde oldukça zayıf olan bir karakter için biçilmiş kaftan.

Zaman En Az Doğa Kadar Acımasız

Mükemmel bir doğanın içinde geçen Persona Non Grata’nın hikayesi zamanın üzerimizdeki kabuklarını birer birer tanıyor. Verdiği en dikkat çekici mesajlardan biri de zamanın hiçbir zaman bizim onu bıraktığımız yerdeki gibi kalmamasıdır. Laura’nın kendini doğduğu yerden alıp bir süre başka bir yere sürüklemesiyle, arkasında bıraktığı yerin zamanı hiç de onun düşündüğü gibi kalmamış, hatta kendisi için bile gittiği yerde başka bir zamanın sayfaları açılmıştır. Dolayısıyla “bırakma, terk etme” eylemiyle birlikte iki özneye etki etmiş olan durum bir zehir gibi filmdeki zaman tanıklarının üzerinde salınıp durur. Bu açıdan Lisa Jespersen, dünya ile olan karmaşık ilişkimize de parmak basmış oluyor. Her sabah uyandığımızda aynada tanıdık olan kendi yüzümüzü görüyor olmamız kesinlikle onun bizim yüzümüz olduğunun bir göstergesi değil, aksine sahip olduğumuzu düşündüğümüz yüz başkasına, yani zamanın kendisine ait. Aynadaki yüz her gün başka birisine benziyor ancak o kesinlikle başlangıçta olduğumuz biz değil. Bu bağlamda Persona Non Grata’nın izleyiciyi her daim sorgulanması gereken yoğun bir konunun içine çektiği kuşku götürmez.

Söyleyemeyeceğimiz Şeyler Var, Masanın Altında Kalmış

Mekanların içine hapsolmuş anılar bizi kendine doğru çektikçe kendi zamanımızda birkaç kez geriye gidip geliriz, Laura’nın ailesinin yanına döndüğünde yaşamış olduğu şeyler de bunun bir parçasıdır. Aritmik bir şekilde ilerleyen sekanslar her zaman hatırlanmaya değer olan şeyleri ortaya çıkarıyor. Hatırlanan bazı anıların, ait olduğu mekanlarına dönerken bir şeyleri hatırlamasına sebep olan anıları saklamaya çalışan Laura’nın yaşadığı ikilem oldukça realist bir yaklaşımla çekilmiş. Laura evine döndüğünde, evdekiler için dünya, Laura’nın gezdiği yerler değil. Aksine dünya onlar için evlerinin kapısından çıktığı, yurtlarından, mahallelerinden hiç uzaklaşmadığı o yerler. Bu açıdan Laura’nın dünyası ile ailesi arasında her zaman oldukça tutumlu bir ayrılık söz konusu. Gözlerimiz Laura için her zaman doldurulacak boş bir sayfa aramış olsa da onun için tüm sayfaların yırtılmış olduğunu görüyoruz. Koca bir umutsuzluk, geleceksiz bir hayatın pençesine tutunmuş olan Laura’nın tüm bu arayışı çölde bir şelale arama çilesi içine girmek gibi.

Filmin görüntü yönetmenliğini yapan Manuel Alberto Claro’nun, filmde yaşayan ama cansız bir kalıntı olan Laura karakterine odaklandığı her sahnede, homojen bir zamanın görselliğinde kaybolabilirsiniz. Persona Non Grata’da “terk etmek” fiilinin şimdiki zamanı, geçmiş zamanından bir türlü kurtulamayan bir eylem olarak sürüyor. Öyle ki filmin sonunda “terk etmek” hâlâ zamanda bir değişim kazanmıyor, bu fiil, filmde her zaman şimdiki zaman içerisinde sürüp gidiyor. Bu bakımdan biz Laura’nın geçmişine dair sekanslar gördüğümüzde bile her zaman onun şimdiki zamanına tüneyebiliyoruz. Bu da Persona Non Grata’nın zamansallığının tüm zincirlerini kırıyor ve hepimizi şimdiki zamana yabancı bırakıyor.

Burcu Meltem Tohum

Bir Cevap Yazın