Dial M for Movie – ONUR SEÇKİSİ

Dial M for Movie olarak aylık seçkilerimize ilk kez 2020 yılının Temmuz ayında start verdiğimiz için, ilk onur seçkimizle karşınızdayız. Haziran ayının Pride Month olarak kutlanıyor olmasından dolayı mutlu ve gururluyuz, ancak ister istemez biraz buruk bir kutlama ayı bu. Kutlama kavramının doğası üzerine düşündürüyor hatta. İnsanlık olarak çoğunlukla büyük yıkımların veya felaketlerin bitişini kutluyoruz zira, onlara özel bir gün atfediyoruz, ne var ki LGBTIQ adına verilen mücadele halen sürmekte. Üstelik bu her zaman toplu olarak verilen bir mücadele de olamıyor. Görünüşü, kıyafeti veya davranışları biraz olsun genel kabul görmüş normların dışında olan her birey, evden çıktığı, toplumun içine karıştığı her saniye bu mücadeleyi kişisel olarak vermek zorunda kalıyor.

Yöneticiler sıklıkla “tolerans” sözcüğünü ortaya atıyorlar, iyi niyetli bir sözcük gibi görünse de biraz düşündüğümüzde bu sözcüğün temelini yine ayrımcılıktan aldığını kolayca görüyoruz. Tolerans, yani hoş görme, anlayışla karşılama. “Yanlış veya rahatsız edici bir şey mi var da anlayışla karşılayalım?” sorusu beliriveriyor hemen. Bu açıdan Black Lives Matter sloganı da düşündürücü, çünkü stand-up komedyen Michael Che‘nin de dediği gibi, “matter” fiili üzerinden “Afrikalı Amerikalılar’ın hayatları önemlidir” diyerek aslında toplumdaki değişime yönelik beklentimizin ne kadar düşük olduğunu da dile getirmiş oluyoruz, sloganı “her Amerikalı eşit sayılsın” veya “her insan eşit doğar” şeklinde sunamıyoruz mesela, ne acı.

Tüm bu düşünceler zihnimize üşüşse de, öleceğini bildiği halde hayatına var gücüyle devam eden, üreten, çalışan, mücadele eden her insanın büyüleyici yaşama sevinciyle, 2021’in bu Haziran ayında, ONUR ayının “kutlama” kısmına odaklanmak istedik ve bizleri etkileyen filmlerden oluşan özel bir seçki hazırladık. Toplumlardaki yaygın düşünce yapılarının değişeceği, farklılıkların çatışma değil yakınlaşma nedeni olacağı bir geleceğe kadehlerimizi kaldırırken, herkese sinemasal bir Onur ayı diliyoruz, bol filmli günler!

120 Beats per Minute (Ece Mercan Yüksel)

Robin Campillo’nun yazıp yönettiği 2017 yapımı 120 Beats per Minute (120 Battements par minute / Kalp Atışı Dakikada 120) 1990 yıllarında yükselişe geçen, AIDS hastalığının 80’li yıllarda ortaya çıkışı sonucu oluşan protesto grubu ACT UP’ın Paris ayağına ve grup üyelerinin yaşadıklarına odaklanıyor. Grubun AIDS ile olan mücadelesini konu alan film grup içi pek çok tartışmaya da yer veriyor ve dolayısıyla fazlasıyla diyalog içeriyor. AIDS hastalığı ile ilgili içinde bulundukları toplumda bir farkındalık yaratmaya çalışan grubun mücadelesi kendi içinde bambaşka bir mücadeleye dönüşüyor.

Grubun kimi üyeleri daha politik, daha ılıman bir yaklaşımı benimserken, bazıları çok daha agresif bir tutumu savunuyor. Zira AIDS öldürüyor ve dışarıdaki pek çok insanın bu ılıman protestoların sonucunu bekleyecek vakti yok. İlaç şirketlerini ve politikacıları gerekli aksiyonları bir an önce almaya davet etmeye çalışan grup bunu nasıl yapabileceği konusunda pek çok zorluk yaşıyor.

Hikâye hükümetlerin özellikle, HIV virüsünü kapmış olan insanların “sapkın” hareketleri sebebiyle bu virüsü ve bu virüsle gelen hastalıkları hak ettiklerini düşündüğü ve buna göre davrandığı bir döneme denk gelmekte. O yıllardan bu yana pek çok gelişme olmuş ve farkındalık çalışması yapılmış olsa da bunlar maalesef hâlen yeterli değil. 120 Beats per Minute de izleyicide hareketli, etkileyici ve zaman zaman da can acıtıcı bir hikâye ile bu konuda bir farkındalık yaratmayı, izleyicide bir yerlere dokunmayı hedefliyor. Filmde Persian Lessons (Umudun Dili, 2020) adlı filmden tanıdığımız Nahuel Pérez Biscayart’ı ve Portrait de la Jeune Fille en Feu (Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi, 2019) filmiyle ününe ün katan Adèle Haenel’i görmek mümkün. Tavsiye ediyoruz.

Blue is the Warmest Colour (H. Necmi Öztürk)

Abdellatif Kechiche’in 2013 yılında bizlerle tanıştırdığı bu filmden bahsederken, klişe tabirler kullanmak nedense rahatsızlık vermiyor; kesinlikle içinizi ısıtan bir yapım bu. Bu anlamda belki de ilk defa özgün adından daha iyi bir isme sahip bir film var karşımızda, zira filmin orijinal adı; La vie d’Adèle (Adèle’in Hayatı). Kendisinden birkaç yaş büyük olan Emma (Léa Seydoux) ile tanıştıktan sonra Adèle’in (Adèle Exarchopoulos) hayatının her seviyede nasıl değiştiğini ve zenginleştiğini merkezine alan film, çok incelikli ve dokunaklı bir aşk öyküsünü bizlere sunarken, tamamen toz pembe (veya mutluluk hangi renkteyse) bir çerçeve çizmekten de uzak duruyor. Anlatımındaki şiirsellik sayesinde, duygusal hareket etmeyeceğini düşünen birçok izleyicinin neredeyse “birlikte uzaklara kaçın!”a varıncaya dek klişe cümleler haykırmasını sağlayabilecek Mavi En Sıcak Renktir, aynı zamanda seyirciyi hayatın gerçekleriyle sarsmayı da kolayca başarıyor.

Bir kadın ile erkeğin ilişkisinde yaşanan sıradan sorunların, cinsiyetlerle sınırlanmamış olan bir ilişkide de yaşanabilecek olması veya belirli cinsiyetlere atfedilen kalıplaşmış davranışların yine cinsiyetten bağımsız olarak kendini gösterebileceği gibi saptamalar gerçekten de çok yerinde, ancak daha da önemlisi, tüm bunların seyirciyi sevgi kavramı üzerine düşündürmesi. Elbette burada “sevgi” veya “ilişki” dendiğinde çoğu zaman akla gelen iki cinsiyetten değil, her türlü sınırlamadan muaf, saf ve salt olarak sevgi kavramını kast ediyoruz.

İnsanların dikdörtgen değil de artık daha kıvrımlı düşünmelerini 180 dakikada sağlamak zor belki ama, bizce yine de çok iyi bir başlangıç. Filmin iki insan arasında yaşanan bu saf sevgiyi seyirciye çok iyi yansıtabiliyor olmasının bir başka önemli nedeni de elbette oyunculuklar. Léa Seydoux, özellikle de Adèle Exarchopoulos muhteşem oyunculuklar sergiliyor ve bu zor rollerin altından başarıyla kalkıyorlar. Şiddetle öneriyoruz.

Brokeback Mountain (Berfin Tutucu)

Ang Lee’nin yönettiği ve hikayesini Annie Proulx’in kısa romanından alan Brokeback Mountain, LGBTİQ+ sinemasının kanon eserlerinden kabul edilir. LGBTİQ+ filmlerine silik bir bakış açısına sahip Hollywood artık daha kesin bir gözle eşcinsel temalı bir film yaparak bir başarı hikayesine imza atar. 1963 yazında aralarında hiç beklenmeyen bir aşkın geliştiği iki kovboyu konusu haline getirir Brokeback Mountain. Her ne kadar zamanında “queer Gone With The Wind” benzetmesi ile karşılaşsa da Brokeback Mountain kendi sinematik ve sosyal üslubunu geliştiren bir yapım olarak yıllardır hep karşımıza çıkar.

Teksas’ta geçen bu aşk hikayesinin kahramanları bir rodeo yıldızı olmak isteyen Jack (Jake Gyllenhaal) ve çiftçi Ennis Del Mar (Heath Ledger)’dır. İkisi de Brokeback Dağı’nda koyunları gütmek için bir işe girerler ve soğuk bir gecede aralarındaki cinsel tansiyonu fiziksel olarak destekleyen anlar yaşarlar. Bu geceden sonra aralarındaki ilişki çok daha farklı bir boyut kazanır. İkisi de yaptıklarının “nedeni”ni sorgularken aslında eşcinsel olmadıklarına inanmaya çalışır, “böyle” bir ilişkinin devam etmemesi gerektiğine inanırlar. İkisi de geldikleri yere geri dönerek evlenir ve çocuk sahibi olurlar fakat bir süre sonra tekrar buluştuklarında içlerindeki aşk ateşinin sönmediğinin farkına varıp yeniden görüşmeye ve sevişmeye başlarlar.

Proulx’in metninde de değindiği gibi asla cinsellik hakkında konuşmadan, sadece olmasına izin verirler. Bazen sevinçle bazen ise saklamaları gereken gerçeğin altında ezilerek yaşadıkları öfke ile. Jack daha girişken ve aşk devrimcisi konumundayken Ennis böyle bir ilişkinin devrimine hazır olmadığının farkındadır. Bu sebeple hikaye daha da trajik bir hale bürünür. Aşkın hangi biyolojik ve toplumsal cinsiyetler arasında geçtiğine değil, duvarlar arasında gerçek aşka sızacak yolu arayan iki aşığın hikayesini anlatır Brokeback Mountain ve bundan dolayıdır ki LGBTİQ+ sinemasından ayrı olarak da başarılı bir yapım olarak görülür bir haldedir. Dağların sert ve maskülen erkeklerinin heteronormativiteye sıkışmış yaşamlarının özgürleşememesi izleyiciyi ne konumda olursa olsun sarsan bir gerçekliğe doğru iter. Tüm bu yönleri açısından Brokeback Mountain LGBTİQ+ sinemasının belki de en sarsıcı ve en gerçekliği beyazperdeye sızdıran yapımıdır.

Call Me by Your Name (Berfin Tutucu)

Luca Guadagnino‘nun yönettiği ve köklerini André Aciman’ın aynı adlı eserinden alan Call me By Your Name filmi ana akım sinemanın başarılı bir eseri sayılırken aynı zamanda adından en çok söz ettiren LGBTİQ+ temalı filmidir. Elio (Timothée Chalamet) özünde oldukça melankolik ve içine dönük bir karakterken onu dış dünya ile genç yaşında tanıştıran Oliver (Armie Hammer) ile yollarının kesişmesi hayatında büyük bir değişim yaratır. Elio, diğer (bazı) LGBTİQ+ filmlerinin karakterleri gibi kendinden şüphe ederek yaklaşmaz bu sevgi ve merakına. Hiçbir zaman onu sorgulayıcı bir yapıda veya anda görmeyiz. Onun asıl sorguladığı şey kendi aşkı değil Oliver’ın aşkıdır. Oliver, Elio gibi hissetmemektedir.

Her şeyi hatırlar ancak bu, hayatına unutarak veya görmezden gelerek devam etmesini engellemez. Bu yüzden Elio’nun duygularını daha gerçekçi, Oliver’ın durumunu ise daha merakçı olarak tanımlayabiliriz. Filmin son sekanslarında Elio’nun babasının ona yaptığı konuşma da birçok LGBTİQ+ üyesi ve aktivistinin dikkatini çekerken LGBTİQ+ sinemasındaki önemli sekanslardan biri haline de gelir.  Queer platonizmini anlatan bu yapımda da çoğu dram ve romantik janrına giren filmde olduğu gibi yoğun bir trajedi söz konusudur. Mutluluk dolu sanılan her ana bile bir hüzün sızar yapımın konusu itibariyle. Bu hikaye de diğer queer sinema yapımları gibi kendini hayattan daha farklı bir mekanda var etmez. Bu sebeple gerçektir, olasıdır ve olmaya da devam edecektir.

Halston (Ece Mercan Yüksel)

Netflix’in 2021 yapımı mini dizisi Halston, zamanında Amerika’da ve tüm dünyada büyük ses getirmiş modacı Roy Halston Frowick’in hayatına ve de aynı adlı markası Halston’a odaklanıyor. Yapımcılığını Glee (2009-2015) ve American Horror Story (2011-2022) gibi yapımlardan tanıdığımız Ryan Murphy’nin üstlendiği Halston beş bölümden oluşuyor ve Halston’ın hem kişisel hem de profesyonel hayatındaki düşüşünü ve yükselişini bu beş bölüme sığdırmayı başarıyor. Hikâyenin ana fikri, hikâyenin yansıtılış biçimi ve de oyunculuklar oldukça keyif verici olduğundan, Halston’ın hayatını daha fazla bölüme dağıtılmış olarak izlemek isterdik diye düşünmeden edemiyoruz. Yapımcılar ve yönetmen bu yapımla Halston’ın hayatındaki dramı, hüznü ve yükselişi aynı objektiflikle aktarmayı başardıklarından izleyicinin de bu diziden daha fazlasını istemesi işten bile değil.

Bunlara ek olarak, Halston rolünde burada sayamayacağımız kadar çok yapımdan bildiğimiz Ewan McGregor harika bir iş çıkarıyor. Dünyada bu konuda pek çok farkındalık çalışması yapılıyor olsa da bir erkeğin günümüz dünyasında açıkça eşcinsel olan bir karakteri canlandırması hâlen zorluklar içeren bir durum -maalesef-. Yine de şunu da eklemek gerekir ki yapımdaki yardımcı oyuncuların da kesinlikle McGregor’dan aşağı kalır bir yanı yok.

İzleyiciyi boğmadan oldukça yerinde bir şekilde flashback kullanımına başvurulan dizide çocukluktan gelen hayal kırıklıklarının insanları yetişkinlik dönemlerinde nasıl etkilediği, yalnızlık, yıkım ve de kırgınlık konuları işleniyor. İzleyeni derin biz hüzünle baş başa bırakan bu yapım yalnızca moda sektörü üzerine yapılmış biyografik bir dizi olmaktan çok daha öte. Moda sektörünü sevseniz de sevmeseniz de bu cesur yapımda kendinizden bir şeyler bulacağınızdan eminiz. İyi seyirler!

Je, tu, il, elle (Burcu Meltem Tohum)

Uzun ve hareketsiz çekimler açısından dikkat çekici bir yapıya sahip olan Chantal Akerman’ın Je, tu, il, elle adlı filmi yönetmenin de deyişiyle tam anlamıyla “gerçek zamanda” geçiyor. Filmi sadece teknik açıdan bu şekilde nitelemek yetersiz olur, öte yandan oyuncuların kamera karşısına doğrudan yansıttıklarının da tabanında gerçeğin yattığını yine yönetmenin beyanlarından öğreniyoruz. Filmin uzun sekanslara bu doğrultuda açık olması anlatı yapısını daha da etkin kılıyor. Kameranın sabit duruşu bir durağanlık yaratırken aynı zamanda oyuncuların tamamen bir gerçeklik çemberinde yer alması; durağan alanın anlatım şekli düzleminde kırılmasını sağlıyor. Böylelikle durağanlık gerçekliğin kinetik yapısıyla buluşuyor. Bunun dışında Chantal Akerman’ın birçok filminin de bu tip bir gerçeklik kurgusundan beslendiğini söyleyebiliriz.

Filmin gerçeklik yapısının deneysellikten de beslendiğini söyleyebiliriz. Bu durum ister istemez eksikliklerin üzerini kapatıyor. Filmin tonundaki özgürlük ve sunduğu yaklaşım, izleyicinin üzerinde de kapana sıkışmışlık hissi uyandırmıyor. Je, tu, il, elle, isminden de hissedilebileceği gibi bir bakıma kayboluş hikâyesi gibi ancak bu kaybolma hem yönetmenin kendisi için hem de izleyici için geçerli bir düzlem sunuyor. Dört bölümden oluşan bu filmde teker teker “ben, sen ve o (x2)” kavramının açılımlarını gözlemliyoruz. Ayrıca filmde “erotik” olanın farklı beden ve ruh hallerine girişine de tanık oluyoruz. Bu bağlamda adlandırma ve adlandırılmış olanın bir olup Akerman’ın anlatımında buluşmuş olması kayda değer bir izleme şöleni sunuyor.

The Music Lovers (H. Necmi Öztürk)

Merkezinde müzik olan pek çok yapım sayılabilir elbette ancak The Music Lovers, en azından benim naçizane görüşüme göre, klasik müziğe adanmış en iyi filmlerden biridir. Ken Russell’ın en tartışmalı, daha da önemlisi en çarpıcı sanat eserlerine imza atmış bir yönetmen olması bir yana, Piyotr İlyiç Çaykovski rolündeki Richard Chamberlain de gerçekten neden İngiliz sinemasının devlerinden sayıldığını rahatlıkla kanıtlıyor. Tıpkı Vigo: A Passion for Life (1998) veya Antonia’s Line (1995) filmlerinde olduğu gibi, The Music Lovers da sinemasal düşünce evrenimdeki en şiirsel ölüm sahnelerinden birini barındırır. Bunun yanısıra yine akıllardan kolay kolay çıkmayacak bir sahnede de, insanın kişisel arzularına veya cinsellik üzerinden gitmek gerekirse bireyin cinsel yönelimine bir methiye armağan edilmiştir adeta.

Kısaca değinmek gerekirse, Çaykovski’yi eşcinselliğini toplum önünde saklamak için yaptığı evlilik sonrasında eşiyle bir tren kompartımanında gördüğümüz sahnede tren hızla giderken doğal olarak sürekli sallanmaktadır (cinsel birleşme ve lokomotif metaforları sahnenin tüm aurasını doldurur), Çaykovski’nin eşi cinsel birleşme istese de arzular, yönelimler, kısacası bireyler çok farklı noktalardadır, sonuç olarak her iki tarafı da üzmekten başka bir işe yaramayacaktır bu birliktelik.

Film aynı zamanda Çaykovski’nin sanatsal üretimlerinin enginliğine, nerelerden ilham aldığına ve bestelerindeki dehaya da değinir ancak Konchalovsky’nin bir röportajda dediği gibi, bir sanatçının hayatını sinemaya aktarırken o sanatçıyı sanatını icra ederken göstermek kadar tekdüze bir şey olamaz. Ken Russell da bunun pekala bilincindedir ve daha çok Çaykovski’nin özel yaşamı, düşünce yapısı ve hayata bakışı üzerinde bir iskelete oturtur filmini. Kesinlikle izlenmesi gereken bir başyapıt.

The Rocky Horror Picture Show (H. Necmi Öztürk)

Bu hazine-film üzerine söylenmedik ne kaldı diye düşünüyorum, belki şu saptama tekrar edilebilir: Rocky Horror Picture Show bir yaşama biçimidir! Gerçekten de sinema tarihinde çok özel bir yere sahip Rocky Horror, üstelik eleştirmenler veya sinemacılar tarafından değil, hayranları tarafından bu mertebeye kavuşmuştur. Benzer bir örnek olarak belki sadece The Big Lebowski verilebilir. Öncelikle, daha önce bir Rocky Horror Picture Show özel gösterimine katılmadıysanız, kuralları hemen açıklayalım: Yanınıza 100 gram kadar pirinç, el feneri ve tabii ki filmdeki tüm seyirci müdahalelerini gösteren “seyircinin el kitabı”nı almayı unutmayın. Filmdeki karakterlerden biri olarak giyinmek de tercih edilebilir.

Sesinizi de kontrol edin çünkü filmi izlerken bazı şarkılara eşlik edecek, kalkıp dans edecek, Brad ile Janet’ın nikah sahnesinde yanınızdaki seyircinin başından aşağı pirinç boca edecek, çiftimiz şatoya giderken el fenerleriyle sahneye müdahale edeceksiniz. Evet, çok özet olarak böyle bir deneyim Rocky Horror Picture Show özel gösterimi. Bu geleneği elbette filmin ABD’li hayranları başlattı ve kısa sürede tüm dünyaya yayıldı, bu satırların yazarı bile 2008’de böyle bir etkinliğe Türkiye’de katıldığına göre, yayılmanın sınırı yok gibi.

Artık biraz da filmin kendisinden bahsedelim, bunun için de yönetmen Jim Sharman’dan daha çok, filmdeki çoğu şarkının bestecisi de olan senarist Richard O’Brien’dan ve bu filmle devleşen Tim Curry’den bahsetmek gerek. Diğer başrol kimde diye mi sordunuz? Hemen söyleyelim: Susan Sarandon! “Dracula’nın şatosunda yatıya kalan evli çift” klişesini anlatısının merkezine elbette alaylı bir şekilde oturtan yapım, baştan sona tam da bu “kadın ile erkeğin evlilik bağı ile birleşmesi” kavramını deşiyor ve bunu son derece komik bir şekilde yapıyor.

Farklı cinsiyetlere atfedilen görünüş veya kıyafetleri birleştiren renkli görünümüyle herkesin aklını başından alan Dr. Frank-N-Furter karakteri, Tim Curry’nin muhteşem oyunculuğuyla “kalıpların dışında düşünme”nin vücut bulmuş hali adeta. Yeni evli çift Brad ve Janet “normlara uygun” olanı temsil ederken, Frank-N-Furter’ın Transilvanya’daki şatosunda herşey “anormal”dir, ancak herşey çok daha eğlenceli, çok daha renkli ve özgürdür. Filmde şatonun hizmetçilerinden birini (Riff Raff) canlandıran Richard O’Brien, filme asıl damgasını şarkılarıyla vurur, özellikle Science Fiction Double Feature ve daha birçok parça, klasikler arasındadır. Bir süre bu filmde oynadığı gerçeğinden bahsetmekten çekinen ancak sonrasında bu kötü alışkanlığını bir kenara bırakan Susan Sarandon da filmin önemli artılarından.

Tom à la ferme (Burcu Meltem Tohum)

Xavier Dolan’ın en karakteristik filmlerinden biri sayılan ve yönetmenin diğer filmlerine göre içinde çok duru, duygusal bir şiddet barındıran Tom à la ferme, tam anlamıyla ses çıkarmadan bağıran bir film. Anlatımı oldukça üstü kapalı olan yapım, diyaloglarıyla ve dinamik çekim kurgusuyla içinde barındırdığı sessiz gerilimin üzerine daha da büyük bir gerilim perdesi indiriyor. Tom à la ferme’in her ne kadar hikayesi tekinsiz ve gizemli olsa da filmdeki karakterlerin taşıdığı özellikler doğrudan açık bir şekilde verilmiş. Karakterlerin açıkça kendilerini ifade etmeleri ortadaki hikâyenin bir çiçek gibi açılmasında büyük bir köprü oluşturmak şöyle dursun, aksine hikâyeyi sinematografik olarak düğümlüyor.

Michel Marc Bouchard’ın aynı adlı oyunundan uyarlanan filmdeki tekinsizliği teatral bulmak da mümkün; mekân içinde kalan boşluklar bunun en iyi destekleyicisi. Tom à la ferme, her ne kadar dikkat çekici bir sinematografiye sahip olsa da kurgusu kimi zaman bunaltıcı olabiliyor. Bu bunaltıcı yan filmin olumsuz yanı olarak görülmektense anlatıdaki tekinsizliği ve karanlığı daha çok tetikleyen bir etken. Öte yandan filmde bir Hitchcock gölgesi de kendini hissettiriyor. Tom à la ferme’in, karakterler arası bilinmez ve çıkmaz sokaklar sunarken aynı zamanda anlatımının içeriğinde de karmaşık bir yapı sergilemesi aklımıza Hitchcockvari çözümlemeler getirebiliyor. Yönetmenin başka filmlerini izlemiş olanlar için, filmde farklı bir Xavier Dolan görülebileceğini de hatırlatalım.

The World to Come (Burcu Meltem Tohum)

The World to Come duygu yoksunluğunun kırıntılarında dolanmak için oldukça naçizane bir film. On dokuzuncu yüzyıl Amerika’sında geçen hikayesiyle bilindik bir anlatıyı farklı tonda bir kamera perspektifiyle karşımıza çıkaran Mona Fastvold, hem kadınların hem de erkeklerin dünyasındaki duygu eksikliğini, aşırı duygu yüküyle çarpıyor. Bu çarpışmadan geriye kalanlar hikâyeden sağ çıkarken kimileri ise aşırı duygusuzluğun pençesinde içlerinde hiçbir zaman dolduramayacakları duygu boşluklarını doldurmaya çalışıyor. Tamamen kırsal bir alanda geçen film, mekanlar arasındaki duygusal dalgaların atışını hiçbir süsleme, abartı olmadan yansıtıyor. The World to Come bu anlamda oldukça gri bir film, onun bu griliği ise izleyiciyi ile arasında daha sağlam bir bağ kurmasını sağlıyor. Buna ek olarak filmde, hikâyenin anlatımı için çok fazla unsura baş vurulmaması da, dikkatin tamamen ana noktada toparlanmasını sağlıyor.

Birbirini keşfetmek için bazen içine girdiğiniz gömleği çıkarmanız gerekebilir. Filmde bu tip gömleklerin birkaç kez çıkarıldığına tanık oluyoruz. Burada sadece kadınlar arasında değil, aynı zamanda erkekler arasındaki duygu eşitsizliğini de tüm çıplaklığıyla görebiliyoruz. En önemlisi de Mona Fastvold’un iki kadın arasındaki, erkekler tarafından çalınmış olan anılarına dikkat çekmesi. Ancak bu hiç de tek taraflı bir hırsızlık değil. Öte yandan filmdeki erkekler arasında da çalınmış olan duygulara rastlamak mümkün.

Tüm bu ön plana çıkan unsurların dışında “evlilik” kavramının hapsedici özelliğine de parmak basıyor yönetmen. Bu durum ise duygusal çalınmışlığa ve yoksulluğa büyük bir gönderme yapıyor. Film boyunca her karakterin birbirinden aşırı farklı ve zıt özellikler taşıdığını görüyoruz. Film tipik bir hikâye sunsa da yönetmenin bakış açısını takiben farklı bir perspektife tanıklık etmek iyi bir tercih sayılabilir. Jim Shepard’ın aynı adlı kitabından uyarlanmış olan bu filmin yazınsallığında yine yazarın yol göstericiliği mevcut.

Dial M for Movie

Tüm seçkilerdeki kısa eleştirilere BURADAN ulaşabilirsiniz.

Bir Cevap Yazın