İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) aracılığıyla izleyebildiğimiz filmler, deneyimleyebildiğimiz festivaller Ocak ayında da tüm hızıyla devam ediyor. Ocak ayı demişken, bu vesileyle yeni yılınızı kutluyor, “Umuyorum ki 2021 yılında hep birlikte daha nice festivalleri birlikte yaşayabiliriz!” demek istiyorum. Bugün bu yazımızda İKSV’nin ocak ayı seçkisinden Persian Lessons’ı (Umudun Dili, 2020) inceleyeceğiz. Rusya, Almanya, Belarus ortak yapımı olan filmin yönetmenliğini ismini The Life Before Her Eyes (Bir Nefeste Hayat, 2007) ve House of Sand and Fog (Sisler Evi, 2003) gibi filmlerden duymuş olabileceğiniz Vadim Perelman yapmakta. Wolfgang Kohlhaase’nın romanından esinlenerek çekilen ve Ilya Zofin’in senaryosunu yazdığı film, gerçek bir hikayeden ilham alınarak yaratılmış.

1942 yılında Nazi Almanyası’ndaki sayısız toplama kamplarının birinde geçen film, hayatta kalabilme savaşı veren Belçikalı bir gencin bu uğurda neler yapabildiğine odaklanıyor. Aynı konuyu işleyen diğer filmlere kıyasla bu filmin daha küçük bir oyuncu kadrosuna sahip olduğu ve daha az sayıda mekanda geçtiği dikkatlerden kaçmadı. Bu da filmdeki Nazi subayı olan Klaus Koch (Lars Eidinger) ile Belçikalı genç Gilles (Nahuel Pérez Biscayart) arasındaki ilişkiyi merkeze almamızı kolaylaştırıyor. Film bittiği yerde başlıyor: Açılışta gördüğümüz sahne, pek çok filmde uygulanan bir şekilde filmin son sahnesinden bir sahne aslında ve film akabinde hikâyenin en başına giderek bize her şeyi kronolojik bir biçimde anlatmaya başlıyor. Filmin en başında duyduğumuz diyalog, filmin sonunda anlam kazanıyor.

Kalan Her Şeyin Önemini Yitirdiği Bir Cehennem
Gilles, diğer tüm Yahudiler gibi bir araç içerisinde toplama kampına gönderilirken, yanındaki genç adam ona yiyeceğinin olup olmadığını sorar. Sandviçini paylaşan Gilles karşılığında bir kitap alır ve bu kitap Farsçadır. İçerisindeyse “Rıza” adında bir çocuk için yazılmış ithaf notu vardır. Sandviçi ödünç alan adam bu kitabı çaldığını ve bunun çok değerli bir kitap olduğunu söyler. Araçtaki bir başka kişiyse bu adama 10 Emir’den birisi olan “Çalmayacaksın”ı hatırlatır. Ancak Gilles de sandviçi alan adam da bilir ki bu yaşam savaşında bu emirlerin ne bir değeri kalmıştır ne de anlamı.

Klaus Koch rolünde Babylon Berlin adlı dönem dizisinden tanıdığımız Lars Eidinger’i görüyoruz ki kendisi bu rol için çok doğru bir tercih olmuş. Kendisinin sert ancak duygulu görünümü rolüne oldukça uymuş. Gilles rolündeyse 120 BPM (2017) filminde başrolü oynayan Biscayart’ı görüyoruz. Eidinger’i ayırt etmek kolaydı zira bu rolünün bahsi geçen dizideki rolüyle çeşitli benzerlikleri mevcut. Ancak Biscayart’ı filmle ilgili ayrıntılara bakmadan önce ayırt etmek oldukça güçtü, zira kendisi bu iki ayrı filmde bambaşka rollere bürünmüş, her iki filmin de ruhunu başka biçimlerde oldukça iyi yansıtmış. Üstelik Eidinger ile Biscayart arasındaki boy farkı filmdeki havanın kuvvetlenmesine de fazlasıyla yardım etmiş.

Eidinger korkulan, baskıcı ve sert bir Nazi subayını canlandırırken Biscayart güçsüz, aç, her gün yaşamıyla ilgili korkular duyan ve gittikçe sinen bir Yahudi’yi canlandırıyor. Fiziksel özellik bakımından Biscayart’ın görece minyon olması görsel açıdan hikâyenin desteklenmesine yardımcı oluyor. Buna ek olarak pek çok sahnede Biscayart’ı otururken -küçülmeye devam ederken- Eidinger’i ayakta ve gittikçe dağ gibi yükselen bir figür olarak görüyoruz. Dolayısıyla filmdeki “büyüyen tehdit” unsuru çok kuvvetli.

Faşizmin Psikolojisi
Filmin başından sonuna kadar fazlasıyla gergin ilerlediğini söyleyelim. Hayatta kalmak adına bir İranlı gibi davranmaya çalışan Belçikalı Gilles, Koch’a kendisinin bilmediği bir dil olan Farsça’yı öğretmek zorunda kalır. Bir yandan Koch için kampa gelen ve öldürülen Yahudilerin listesini de tutan Gilles, zamanla kelime uydurmak için bu isimlerden esinlenmeye çalışır. Böylelikle hem yeni bir dil oluşturur hem de kamptaki binlerce kişinin ismini ezberler. Her günü gerginlik ve korkuyla geçen Gilles pek çok Nazi’nin de dikkatini üzerine çeker, çünkü kendisi Koch tarafından kayrılmaya başlanmış, adeta Koch ile arkadaş olmuştur.

Koch zamanla Gilles’e bağlanır, onunla arkadaşlık kurar ve hatta kendisine ismiyle hitap edilmesine izin verir. Gilles’e kıyafetler ve kendi yemeklerinden verir. Bu ilişki hem pek çok kişinin dikkatini çeker hem de Gilles’in yaşamasına yardım eder. Ancak Gilles aylarca hayatta kalmak için bu şekilde uğraştıktan sonra kendi isteğiyle, ölüme gönderilen birinin yerine geçer çünkü bu kampta hayatta kalıp yaşananları ve yaşatılanları görmek de işkence gibidir. Uğruna uzun süre savaş verdiği bu hayatı bırakmak, artık bu kabusu yaşamamak ister. Yine de Koch onu bir şekilde bulur ve ölmesine asla izin vermez, Gilles’i hep yakınında tutar. Zamanla Koch’un da “insancıl” yönüne tanık oluruz ancak bu onun şiddetini ve korkunçluğunu tabii ki azaltmaz. Gilles de böyle düşünmektedir ki ona Nazilere nasıl katıldığını sorar. Koch da muhtemelen pek çok Nazi’nin vereceği türden bir cevap vererek, yalnızca yolda yürüdüğünü ve gülen bir grup Nazi’ye rastladığını, ardından onlarla sohbet ettiğini ve kendisini tüm bu olayların içinde bulduğunu söyler. “Ben onlar gibi değilim!” diye ısrar ediyor olsa da Koch’un aslında onlardan hiçbir farkı yoktur. İnsanın yapabilecekleri, gücü ve hükmetme yetisini kendi eline aldığında, sınırsızdır.

Hezimet ve Geride Kalanlar
Filmin sonunda Almanya’nın yenilgiye uğradığı vakit gelir. Naziler kayıtları yakar ve kaçmaya çalışırlar. Koch da kendisine bir uçak ayarlamıştır ve Gilles’i de kamptan kurtarır. Koch İstanbul üzerinden Tahran’a gidecek, orada kardeşini bulacak ve restoranını açacaktır. Ayrıca yeni öğrendiği ve üzerinde aylarca pratik yaptığı Farsçasını orada uygulamaya koyabilecektir. Tüm bu süre boyunca heyecanla “Farsça” öğrenen Koch, bu uydurma dilde konuşmaya çalışır ve şiirler yazar. Bunların hepsi komik veya gülünç olmaktan çok öte, esasen korkunçtur. Salıverilen Gilles kurtulur. Koch ise Tahran’da pasaport kontrolünde esasen Farsça olmayan Farsçasıyla konuşmaya çalışır ve dikkatleri üzerine çeker. Alman olduğu anlaşılır ve devamını göremesek de muhtemelen bir savaş suçlusu olarak tutuklanır. Gilles’i ise son sahnede bir çadırda, görevlilerle konuşurken görürüz. Almanya’nın bıraktığı yıkıntıları toparlamaya çalışırken, memurlar Gilles’in toplama kamplarında kaç kişiyi gördüğünü sorarlar. Gilles ise cevabını yarattığı dili düşünerek verir.

Aralık ayında Rusya tarafından 78. Altın Küre Ödülleri’nde aday olarak gösterilen film bütün yönleriyle anlatması inanılmaz zor olan bir konuyu perdeye taşımaya çalışan yüzlerce filmden bir tanesi. Muhtemelen asla eskimeyecek bir konu olan Yahudi soykırımına farklı bir pencereden yaklaşarak, bu zulmü pek çok korkunçluğuyla göstermeyi başarmış. İki karakter arasındaki psikolojik savaşı, ezen ile ezilen arasındaki uçurumu aktarmayı amaçlayan sıradışı bir film Umudun Dili ve bir o kadar da dokunaklı. Filmin zaman zaman inandırıcı gel-e-meyen ve yumuşatılmış yerleri olsa da, o dönemde nelerin yaşandığını, ne tarz hikâyelerin olduğunu bütünüyle bilemeyiz. Sonuç olarak Umudun Dili o dönemin çeşitli hassasiyetlerine odaklanan, güzel ve de yaratıcı bir film. Özellikle filmin yarattığı gerilim ile filmin karelerinde gerek renklerle gerekse o karedeki objeler ve onların yerleştiriliş tarzıyla yaratılan kontrast filmin acı vericiliğini ve ortaya çıkan psikolojik sıkıntıyı körüklüyor. Görüntüdeki harmoni ve de huzur, tüm yaşananlara ters düşüyor. Bu açıdan da başarılı bir sinematografisi olan Umudun Dili, pek çok açıdan izlenmeye değer.
