Dünyadan tamamen izole, modern, mimarisi minimalize edilmiş evde “bir süreliğine tatil yapıp kafa dinleme” fikri genellikle korku / gerilim türü için çok besleyici ve biraz da klişeleşmiş bir kullanım. Hatta öyle ki ana karakterlerin gittikleri bu evin bir de sakladığı “karanlık bir sırrı” varsa o zaman bu klişe tadından yenmez. Ancak You Should Have Left’in (2020) korku / gerilim türündeki bu bilinen öğeyi kendi anlatısı içine yerleştirmesinde bazı nüanslar mevcut. Bu da filmi klasik bir gerilim filminden uzaklaştırıp düşünsel, içinde bir tutam da aksiyonu olan bir havaya sokuyor.

Ebedi Hakikatin Zamansallığı
Avusturyalı ve Alman yazar Daniel Kehlmann’ın 2016 yılında yayımlanan aynı adlı romanından uyarlanan filmin yönetmen koltuğunda, yönettiklerinden ziyade daha çok Jurassic Park (1993), Mission: Impossible (1996) ve Spider-Man (2002) gibi sinema tarihinin popüler filmlerine senaryo yazarlığı yapmasıyla tanınan David Koepp var. Filmin senaryosu, filmin hikayesi kadar karmaşık bir yapı sunmuyor, aksine akıcı bir anlatıma sahip olan You Should Have Left, senaryosunun anlaşılırlık anlamındaki hafifliği nedeniyle izleyicinin tüm enerjisini ana hikâyeye doğrultmasını sağlıyor.

Genelde herkesin kendini içinde huzurlu hissedebileceği “ev” unsurunu tamamen “güvensiz ortam” olarak çizen yönetmen, evin bulunduğu konumu da zıtlık yaratma anlamında iyi yönetiyor. Filmin ilk yarısına kadar karakterlerin düşüncelerinde mi dolanıyoruz yoksa hayal gücü sorumluluğu tamamen bize mi ait, bu konu hayli muğlak. Filmin izleyici üzerinde bıraktığı bu savaş halinin katlanmış şeklini filmin sonuna doğru karakterlerin üzerinde rahatlıkla görebiliyoruz. Koepp’in senaryoda kullandığı en özel vuruş ise filmin hikayesi tamamen canlı ve dinamikken, karakterler üzerine gömülmüş olan yorgunluk hali. Ancak bu, kesinlikle salt bir yorgunluk değil, daha çok mecazi bir yorgunluğu andırıyor.

Filmin başrollerinde Tremors (1990), Hollow Man (2000) ve Mystic River (2003) gibi filmlerle tanınan Kevin Bacon var. Kendisi daha önce Friday the 13th (1980) filminde de yer almıştı ve karakteristik yüz yapısını düşününce onun You Should Have Left projesi için çok uygun olduğunu söyleyebiliriz. Ona, bu hikâyede eşlik eden isim ise Mamma Mia! (2008) ile ilk çıkışını yapan Amanda Seyfried. Olabildiğince az oyuncu kadrosuyla da filmin hikayesinin daha da sadeleştiğini söylemek gerekir. Oyuncu ve hikâye kullanımı açısından film bize The Cabin in the Woods (2011), The Double (2013), Vivarium (2019), The Room (2019) ve The Rental (2020) gibi filmleri hatırlatıyor.

Karanlıkta Daireler Çizerek Dolaşanlar
Korku / gerilim türünde temelde karanlığın kullanımı çok önemli olsa da artık özellikle, 2010 sonrası aynı türdeki filmlerin karanlığın zıddı renkleri kullandığını çok net bir şekilde gördük. Bunun en tavan yapmış hali ise Midsommar (2019) idi. You Should Have Left filminde de “karanlık” kullanımı korku öğesi için tamamen potansiyel bir enerji sunmuyor. Daha çok karakterlerin “öz-birleşme” konusuna eğilen film, bu anlamda da hipnotik bir altyapı çiziyor. Anlatıda en önemli noktada duran evin kendine ait içsel bir uzayı var. Ev, kendi içsel uzayını dışarının uzayıyla birleştirince; içeride olanın dışarıdakiyle uzlaşımsal zorluğu karşımıza çıkıyor.

Filmde kullanılan “ev” her zaman bir durak ancak bu durağın tek olması, evin içindekilerle dışındakilerin mesafesini giderek açıyor. Bunun nedeni ise evin içsel uzayının dışsal olanla temasının sadece topolojik olması ve bundan öteye geçememesidir. Bu bağlamda You Should Have Left, bir nevi “lanetli” ev resmi çizerken aslında benzer türde yapılan filmlerden türüne göre bir ayrım da taşıyor

Öznel Kararlılık, Nesnel Olanaklılık
Ev dışındaki hiçbir şey ile tam olarak bağlantı kuramayan Theo / Stetler (Kevin Bacon), sadece evin içinde değil aynı zamanda evin içinin sınırlarında, en uç noktasında. Bu bağlamda filmde, “içsellik” bağlantısının çok yönlü olarak kullanıldığını söyleyebiliriz. Evin çevresi, hatta zamanla Theo / Stetler için tanıdığı çehreler bile ona karşı kutuplaşmış bir çeper halinde karşımıza çıkıyor. Ana karakter bu şekilde etrafındakilerden, dışarı olan’dan, tamamen uzaklaşırken kendine karşı da bir uzaklaşma içinde. Bu noktada ise aklımıza hemen 1979 yapımı The Amityville Horror geliyor. Korku/gerilim türüne aşinaysanız You Should Have Left size bu tür açısından çok çeşitli referanslar sunacaktır elbette ancak bu referansları salt bir benzerlik olarak almak hata olacaktır. Yönetmen David Koepp, You Should Have Left ile klişeleşmeye çok yakın ancak tam olarak klişe sayamayacağımız bir çalışma ortaya çıkarmış.

İd, Ego, Süperego
Toplamda 93 dakika olan You Should Have Left, “Benlik” kavramını da genel hikayesi dolayısıyla oldukça sorgulatan bir film. Son dönemde Bong Joon Ho’nun Parasite (2019) filmiyle birlikte filmlerde kullanılan evlerin iç mimarisinden çokça söz edilmeye başlandı. You Should Have Left, iç mimari konusunda tıpkı The People Under the Stairs (1991) gibi çok zengin bir altyapı sunuyor. Filmin hikayesinde tam olarak ana iskelet görevi gören “ev” sembolünün, doğrudan klişelere düşmeden bu denli sağlam kullanılabilmesi, You Should Have Left’i yetkin bir iç mimari kurgusu için biçilmiş kaftan haline getiriyor diyebiliriz.

Nesnelliğin saf biçimi olarak günümüzde içinde bulunduğumuz koşullar nedeniyle “ev”in hayatımızda çok önemli bir noktada olduğunun bilincindeyiz. Ancak “ev”in bireyselliğimizin saf hapishanesi olduğunu da unutmamak gerek. Bu bağlamda You Should Have Left de tam olarak bireysel tekilleşme sorunsalına bu ev unsuru ile değiniyor. Theo / Stetler evin derinliklerini keşfederken Dante Alighieri’nin Inferno’sunun basamaklarını çıktığınızı da hissedebilirsiniz. Filmi bu bağlamda insanın kendi hapishanesindeki yolculuğu şeklinde de değerlendirmek mümkün; biliyoruz ki bugün bu hapishaneye “ev” demesek de her birimizin tıpkı Theo / Stetler gibi çıkmaza düştüğü hapishaneleri var.

Gerçekten çok tuhaf metaforlarla dolu bir filmdi ama kadın aldatıyor muydu cidden anlamadım.