“Dünya Aşıkları Her Zaman Hoş Karşılayacak”: CASABLANCA

IMDb Top 100 listesine girmiş filmlere sitemizde yer vermeye son hızla devam ediyoruz. Bu seferki yazımızın konusuysa yaşı fark etmeksizin pek çok kişinin ya izlediği ya da ismini duyduğu Casablanca (1942). Filmde yardımcı oyuncu rollerinde, film tarihinde büyük bir iz bırakmış olan Fritz Lang’in 1931 yapımı M – Eine Stadt Sucht Einen Mörder (M – Bir Şehir Katilini Arıyor) ve John Huston’ın 1941 yapımı The Maltese Falcon (Malta Şahini) filmlerinde karşılaştığımız Peter Lorre’u ve yine o dönemin bilindik isimlerinden Claude Rains’i görmek mümkün. Casablanca’nın dikkat çekici noktalarından bir tanesi, film çekilirken kimsenin bu film hakkında çok büyük bir beklentisinin bulunmaması. Ancak sonuca baktığımızda ortaya film tarihine adını altın harflerle kazıyan, günümüzde hâlen keyifle ve sıklıkla izlenen, sinema derslerinin de vazgeçilmez bir parçası olan bir film çıkıyor. Yapımın bir başka önemi daha var: Nazilere karşı başkaldırıp iyi olan için savaşmak filmin ana konularından bir tanesi. Filmin yönetmeni Michael Curtiz de tıpkı oyuncu Peter Lorre gibi Avusturya-Macaristan İmparartorluğu’nda doğmuş, akabinde Amerika’ya göç etmiş bir kişi. Bu durumda filmin Nazi’lere karşı olan tavrı daha başka bir anlam kazanıyor. Pek çok farklı türde film yönetmiş olan Curtiz aynı zamanda çok üretken bir yönetmen. Kendisi Casablanca’da da bu konudaki yetkinliğini gözler önüne seriyor.

Casablanca beklenilenin üzerinde bir performans gösterirken hafızalara önemli repliklerini ve film boyunca sık sık tekrarlayan müziğini kazıyor. Ayrıca başlıkta da bir satırına yer verdiğimiz “As Time Goes By” şarkısı filmde geçmişten günümüze -daha doğrusu filmin “gününe”- adeta bir lokomotif işlevi görüyor. Karakterleri şimdiden alıp geçmişin Paris’ine, yani karakterlerin birbirine âşık olduğu yere götürüyor. Filmin müzikleri demişken Max Steiner’den söz etmek gerek, zira kendisi Mildred Pierce’tan (Ömre Bedel Kadın,1945) The Big Sleep’e (Birleşen Kalpler, 1946), Gone with the Wind’den (Rüzgâr Gibi Geçti, 1939) Now, Voyager’e (Aşk Yolcuları, 1942) kadar pek çok filmin müziğini yapmış, çocukluğundan itibaren müzik dehasını göstermiş bir isim. Casablanca’da da yine aynı şekilde akıllara kazınan bir iş çıkarıyor diyebiliriz. Filmin konusuna geçmeden önce oyunculardan biraz daha bahsetmek yerinde olacaktır: Az önce bahsi geçen Peter Lorre, “M” filminde bir katili oynamaktaydı. Ki bu katil bir çocuk katili olduğu için karakterin korkunçluğu ve de işlediği suçların boyutu çok daha farklıydı. Pek çok filminde yine aynı şekilde tekinsiz karakterleri canlandıran Lorre, bu filmde de yine aynı şekilde gizemli ve tekinsiz birini, hatta yine bir katili canlandırıyor. Ancak diğer filmdeki hâllerine benzer bir biçimde, Lorre’un canlandırdığı bu karakter saf nefret veya tiksinti üretmiyor. Zira kendisinin fiziksel özellikleri bunu engelleyecek şekilde; Lorre ne olursa olsun izleyicide sempati ve de acıma duygusunu yaratmayı başarıyor. Yine de kendisine Casablanca’nın daha neredeyse başında veda etmek durumunda kalıyoruz.

Ana karakter Rick’i canlandıran Humphrey Bogart ise bu dönemin filmlerine aşina olan herkes için bilindik bir isim. Kariyeri boyunca pek çok önemli filmde oynamış Bogart’ın kendine has bir karizması olduğu ortada. Fiziksel olarak tipik bir biçimde yakışıklı veya karizmatik olarak kabul edilemeyecek olan Bogart, ses tonu ve de canlandırdığı karakterlerle izleyicilerin hafızasında kolaylıkla yer eden bir isim. Genellikle ne yaptığını çok iyi bilen, dünyaya karşı alaycı, eskiden bir şekilde canı yandığından dünyaya ve kadınlara karşı mesafeli duran ancak kadınlar tarafından da çok sevilen karakterleri canlandıran Bogart, Casablanca’da da yine benzer bir rolde karşımıza çıkıyor. Zamanında Ilsa Lund (Ingrid Bergman) tarafından kalbi kırılan Rick herkesin bırakıp gitmeye çalıştığı Casablanca’da bir bar / kumarhane açmıştır ve her zaman olduğu gibi bunda da başarılı olmuş, bar da Casablanca’nın adeta gözdesi hâline gelmiştir. Herkesin kaçmak için bir yol bulmaya çalıştığı Casablanca’da olmasına rağmen Rick sürmekte olduğu bu hayattan kaçmak için hiçbir gayret göstermez, zira hayata veya geleceğe dair herhangi bir umudu yoktur. Yine Bogart’tan bekleyeceğimiz üzere bu karakterin de katı prensipleri ve mizacı bulunmaktadır.

Sevda ile Mantık Arasında Temposu Düşmeyen Bir Kovalamaca

Filmdeki Rick-Ilsa aşkı herhangi bir filmde olduğu gibi klasik bir aşk hikâyesi değil. Zira onların aşk hikâyesi alıştığımız pek çok hikâyeye kıyasla çok daha fazla suçluluk duygusu içermekte. Eğer filmin en başından Rick-Ilsa aşkına tanık olsak ve akabinde Ilsa’nın eşi Victor Laszlo (Paul Henreid) ile tanışsak, hiç şüphesiz ki Victor’a içerler, onun aradan çekilmesini isterdik ki bu aşk layığıyla yaşanabilsin. Lâkin Casablanca’da durum böyle olmuyor. En başından Rick ile tanışıyor ve Victor’ın Casablanca’ya gelmekte olduğunu öğreniyoruz. Ayrıca Victor’ın Nazilerle olan mücadelede ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu daha o Casablanca’ya gelmeden işitiyoruz. Bu da Victor’ın Casablanca’ya gelişi hakkında bir gizem ve de beklenti oluşturuyor. Lâkin daha sonradan öğreniyoruz ki Victor’ın eşi Ilsa ile Rick arasında geçmişte yaşanmış bir şeyler mevcut. Bu durumda araya giren kişi Victor değil, aksine Ilsa oluyor. Üstelik Victor’ın eşine karşı sevgi dolu, anlayışlı bir adam olması ve dünyası için bir “dava adamı” işlevi görmesi, bizim için Rick ile Ilsa’nın aşkını daha da desteklenemez kılıyor. Ancak ekranda yaşanan aşklar konusunda izleyicinin genellikle ne hissettiği de malum: kavuşamayanlar kavuşsun, acı çekenler iyileşsin isteriz. Bu durum da izleyiciyi arada bırakarak kendisini suçlu hissetmesine sebep olurken onu filme daha da çok bağlıyor.

Filmin sonunda Rick aşkından vazgeçiyor. Ancak o aşkından vazgeçmeden önce biz uzun bir süre boyunca onun Ilsa’yla kaçacağına ve Victor’ı Casablanca’da ölüme terk edeceğine inanıyoruz. Zira film boyunca bize gösterilen Rick karakteri bencil, kendi çıkarları adına hareket eden ve etik değerleri olmayan biriydi. Ancak filmde adeta bir “plot twist”le kendisi Ilsa ile Victor’ın birlikteliğini yalnızca korumaya çalışmıyor, buna ek olarak Victor’ı Ilsa’nın kendisini hiç sevmediğine de inandırıyor. Dolayısıyla Casablanca’daki karakterlerin çoğunun, Hollywood filmlerinde olduğu gibi salt iyi veya salt kötü olmadığını, derinlikli ruhlara sahip olduklarını söyleyebiliriz. Yönetmen Curtiz de zaten hayatlarını anlattığı insanların psikolojik derinliklerine filmlerinde değinmeyi kendisine görev bilmiş bir yönetmen. Bu konuda bir başka örnek olarak Yüzbaşı Renault (Claude Rains) karakterini gösterebiliriz. Kendisi film boyunca tamamıyla bencil işlere girişen- Casablanca’dan yeni evlendiği eşiyle birlikte kaçmak isteyen bir kızı kendisiyle yatmaya ikna eden, bunun karşılığında ona para teklif eden ve kumarhaneleri denetlemesi gerektiği hâlde orada kumar oynayan- Renault bile sevimli denebilecek birkaç özelliğe sahip. Zaten filmin en sonunda da Rick’in işlediği cinayeti örtbas ediyor, onun kurtulmasına yardım ediyor ve film, bu bağları kuvvetlenmiş arkadaşlıkla sona eriyor.  

Filmin son dakikasına kadar uçağa kimin kiminle bineceğini bilemiyor oluşumuz bu romantik dramaya inanılmaz bir gerilim ve de heyecan katıyor. Karakterlerin oyunculuklarının ikna ediciliği de -Ingrid Bergman’ın kendisinin de son ana kadar Rick karakterinin ne yapacağını bilmediği söylenir- yine aynı şekilde bu heyecanı arttırıyor ve bilinmezlik hissiyatını kuvvetlendiriyor. Filmde sürmekte olan “Ne olacak?” hissiyatına eklenen dramatik ögeler, dönemin kendine özgü -İkinci Dünya Savaşı- tarihsel problemlerini arkasına alarak anlamı yoğun bir portre çıkarıyor ortaya. Bu yoğun portre, Casablanca’dan kaçmaya çalışırken her şeyi göze alan ve bu yolda can veren irili ufaklı karakterlerle destekleniyor. Buna ek olarak Rick’in son sahnedeki bu kahramanlığı onu beyazperdede devleştirirken, onun film boyunca tanık olduğumuz “acı çeken yalnız kovboy” imajını pekiştiriyor.

Ece Mercan Yüksel

Bir Cevap Yazın