Michael Ondaatje’nin 1992 yılında yayımlanan aynı adlı romanından esinlenen The English Patient (İngiliz Hasta, 1996) Türkiye’de 1997 yılında gösterime girdi. Filmin yönetmenliğini Cold Mountain (Soğuk Dağ, 2003) ve The Talented Mr. Ripley (Yetenekli Bay Ripley, 1999) gibi filmlerden tanıdığımız Anthony Minghella üstlenmiş. Filmde Ralph Fiennes kitaptaki László Almásy karakterine can veriyor. Almásy tarihin gerçek ve resmi sayfalarında da yeri olan, bilindik bir kişi. Zira kendisi Mısır’da çöl kâşifliği yapmış ve tıpkı filmde olduğu gibi Almanlara yardım etmiş. Tabii Almásy filmde sadece kendi aşkını kurtarmak amacıyla, Almanlara “mecburen” yardım ediyor. Dolayısıyla filmin bu konuda gerçeği bütünüyle yansıtıp yansıtmadığını bilemeyiz. Lâkin tarihte gerçekten de Almásy adında bir kâşif bulunduğunu söylemeden edemedik. The English Patient pek çok dalda Oscar heykelciğini kazanmış olmakla birlikte az önce adı geçen Ralph Fiennes’a, ayrıca Juliette Binoche, Willem Dafoe, Kristin Scott Thomas ve Colin Firth gibi ünlü isimlere de ev sahipliği yapıyor. İkinci Dünya Savaşı döneminde geçen film, savaşın hem bireylerin hem de genel olarak toplumların üzerindeki yıkıcı etkilerini, aşkı, arkadaşlığı, ihanetin getirilerini ve hudutların anlamsızlığını konu alıyor.

Pek çok farklı karakterin bireysel hikâyesi iç içe geçmiş ve en sonunda hep birlikte örülmüş durumda. Her karakterin hikâyesi bir diğerininki kadar geçerli ve de önemli. Hana’nın (Juliette Binoche) çocuksu ruhu ve savaş sebebiyle yıkılmış, paramparça olmuş bir evden kısa süreliğine de olsa bir yuva üretme çabası, ortaya çıkardığı tezatlık sebebiyle izleyiciyi en çok etkileyen unsurlardan. Buna ek olarak film boyunca Almásy’nın anılarıyla şimdi arasında sık sık mekik dokunuyor olması izleyiciyi adeta bir rüyada kayboluyormuşçasına etkiliyor ve içine alıyor.

Bu durum da Almásy ile Katharine (Kristin Scott Thomas) arasında geçenlerin hikâyesini büyülü kılıyor. Aynı zamanda onların hikâyesine bütünüyle lineer bir şekilde dahil olamıyor oluşumuz (zira Almásy’nin anıları kopuk kopuk ve zihni hasta yatağında duyduğu veya gördüğü herhangi bir şeyden esinlenebiliyor, çok uzak diyarlara yelken açabiliyor) bizi bu hatıralara daha da bağlayan ögelerden. Bu anılarda görülen renk paleti izleyene sıcak bir his verirken onu aynı zamanda nostaljik rüzgârlarda sürüklüyor.

Umudun Olmadığı Yerde Bile Tutunacak Bir Şeyler Vardır
Film Almásy’nin Katharine ile birlikteyken yaptığı uçak kazasıyla açılıyor. Akabinde hiç tanımadığımız, bütünüyle yanmış bir adamın yine aynı şekilde tanımadığımız bir hemşireyle olan yolculuğuna odaklanıyoruz. Filmin sonunda bu uçak kazasına sebep olan etmenleri gördüğümüzde bu kazaya bambaşka bir gözle bakıyoruz ve bir halka adeta tamamlanıyor. Bu açıdan film verdiği cevaplara sürekli yeni sorular üretiyor ve kendi hikâyesini tekrar tekrar baştan yazıyor. Film kendi sonunu daha en başından açık etse de Katharine ile Almásy’nin hikâyesinin her noktasında sonucun daha farklı olabileceğini düşünüyor, belki de umuyoruz. Dolayısıyla filmde spesifik bir başlangıç veya varış noktası yok diyebiliriz, zaten filmin böyle bir amacı da yok çünkü The English Patient izleyiciyi kendisine ortak eden, şiirsel bir anlatım.

Almásy’nin anıları için bir projektör görevi gören, Hana’yla birlikte konakladığı ev, Almásy’nin anılarındaki çöle kıyasla çok soluk, adeta ölü bir renge sahip. Renk paleti arasındaki bu ağır kontrast, anıların kucaklayıcılığından “şimdiye” geldiğimiz zaman belki de Almásy’nin hissettiği tarzda soğuk, yalnız ve boş bir gerçeklik yaratıyor. Almásy’nin entelektüel birikimi ve fiziki durumunun kötülüğü Hana’yı kendisine tuhaf bir biçimde bağlarken onda anaç duyguları uyandırdığı kadar, onun acı çekmesine de sebep oluyor. Zira Hana hem partnerini hem de yakın arkadaşını savaşta ardı ardına kaybediyor. Bu yıkımın içerisinde bir şekilde hayatta kalmayı başaran Hana’nın yaşama olan bağlılığı takdire şayan. Yine de savaşın Hana’da yarattığı etkinin daha zehirli bir versiyonunu Caravaggio’da (Willem Dafoe) görmek mümkün. Almanların ona yaptıklarından dolayı Almásy’yi suçlayan bu karakter, savaşın yaralarını intikamla sarmaya çalışıyor. Nitekim filmin sonunda Almásy’den böyle bir intikamı almamaya karar vererek kendi karakter gelişimini tamamlıyor diyebiliriz Caravaggio için.

Film 2 saat 42 dakikalık süresiyle yavaş yavaş zihninize ve kalbinize işleyen, anlatması günler süren bir hikâye gibi. Oyunculuklar takdire şayan, yine de söylemeliyim ki Katharine’in eşi Geoffrey rolünde Colin Firth’ten başka birini görmeyi dilerdim. Dafoe durup dururken ortaya çıkan, tekinsiz ve tehlikeli adam rolüne cuk otururken, Binoche yaralı ancak yaşama dair umudunu yitirmemiş bir kadını olanca kuvvetiyle canlandırıyor. Lâkin Firth, Geoffrey Clinton’ın hayal kırıklıklarını ve hem Almásy’i, hem Katherine’i hem de kendisini öldürecek kadar zihni bulanmış aşık ve kıskanç bir erkeği yeterli bir inandırıcılıkla yansıtamıyor gibi görünüyor. Eşi Katharine tarafından bu kadar yetersiz görülen birinin bahsi geçen “cesarete” sahip olması kafalarda soru işareti doğmasına sebep oluyor.

İnsanın Sınırları Aşan Mevcudiyetine İkinci Dünya Savaşı Penceresinden Bir Bakış
Almásy’nin Katharine’i mağaradan çıkardığı sahne, onun öldüğünü fark etmesi ancak onu kucağında hâlen sıkı sıkıya taşıması bize kalırsa insanı en çok etkileyen film sahnelerinden bir tanesi. Katharine’in bunlara sebep olduğu için ne Geoffrey’e ne de Almásy’e kızgın olması ve hatta her şeyi soğukkanlılıkla kabul etmesi film boyunca gösterdiği cesur tutuma uyuyor. Almásy’nin hikâyesi uçak düştüğü an -belki de Katharine’in öldüğünü fark ettiği an- bitmiş olsa da filmin “şimdi”sinde birilerinin hayatının devam ettiği ve hep de devam edeceğini görmek izleyiciyi ilginç bir farkındalığa sürüklüyor.

Hana tüm korkularına ve acılarına rağmen aşkı -üstelik de her gün ölümle burun buruna gelen bir adamla- buluyor. Caravaggio öfkesine ve nefretine yenilmeden yoluna devam ediyor. Savaş bitiyor ve insanlar bir şekilde yaşamaya devam ediyor. Birbirinden çok daha farklı hikâyesi olan pek çok insan, kendi hayat örgülerinin kesiştiği yerlerde birbirlerine rastlıyor, dokunuyor ve sonunda kendi yollarına devam ediyorlar, ancak elbette birbirlerinden bir iz taşıyarak.

The English Patient benim tekrar tekrar izlediğim, bunu yaparken de fazlasıyla keyif aldığım ve her seferinde de duygulandığım bir film. Almásy’nin, ismini soran görevliye ismini heceleyemeyecek kadar gururlu olması, ancak muhtemelen çoktan ölmüş olduğunu bildiği sevgilisini kurtarmak için günlerce çölde mesafe kat edebilen, sonuçlarını bilmesine rağmen sırf sevdiği kadın için düşman tarafa bilgi vermeyi göze alan birisi olması, onu Katharine ile olan ilişkisini daha en başından kaybetmeye mahkûm eden unsurlardan. Yine de bu “lanetli” ilişkiye paralel olarak Hana’nın Kip (Naveen Andrews) ile olan naif ve birbirini sahiplenmeyen, yaşama tutunan ilişkisi biraz olsun teraziyi dengede tutmaya yarıyor.
