Sinema tarihine Alien (1979), Blade Runner (1982), Thelma and Louise (1991), 1492: Conquest of Paradise (1992), Gladiator (2000) gibi birçok önemli yapım hediye eden ve geçtiğimiz günlerde 84 yaşına basan yönetmen Ridley Scott’ın en yeni filmi The Last Duel (Son Düello – 2021) sinemasal değerinden çok, filmin gösterime giriş tarihi ve şekli, veya Scott’ın verdiği demeçler üzerinden, yani sinema-dışı verilerle konuşulur hale geldi. Ülkemizde de sadece iki hafta gösterimde kalıp sonra ortadan kaybolan filmle ilgili bu tür, sinemayı değil de daha çok sinema endüstrisini ilgilendiren konular dile getirilebilir elbette ancak bu yazıda bunlara değil, filmin kendisine ve ardındaki tarihsel gerçeklere odaklanacağız çünkü filmin kalitesi böyle yapmamızı neredeyse zorunlu hale getiriyor. Kısacası, The Last Duel hakkında konuşmamız şart.

Kaynak Kitap (Eric Jager)
Filmin senaryosundan bahsedeceğiz ancak herşeyden önce, filmin tarihsel tutarlılığından da sorumlu olan ABD’li Ortaçağ uzmanı Eric Jager’in, Paris ve Normandiya seyahatleri dahil tam 10 yıllık bir araştırma dönemi sonrasında 2004’te yayımladığı The Last Duel adlı tarihsel çalışmaya değinelim. Filme temel oluşturan bu kitap edebî bir eser değil ancak kitabı neredeyse tek oturuşta, keyifle ve hayranlıkla okumuş biri olarak söyleyebilirim ki, bir romanın okurda bırakacağı etkiyi kesinlikle aratmayan bir çalışma söz konusu (Uğur Gülsün’ün çevirdiği kitabın künyesi kaynakçada mevcut, ortaçağ severlere mutlaka tavsiye edilir). Jager’in her ayrıntının üzerine titizlikle titrediği, Jean de Carrouges ile Jacques Le Gris arasındaki 1386 tarihli düelloyu bir vakanüvis edasıyla betimlediği çalışmasına hakim olan anlatım düzeni, Son Düello’yu eminim ki ilk kez tarih kitabı okuyanlar için bile cazip hale getirecektir.

Sosyal medyada “tarihteki son düello bu değildi yalnız” gibi tweet’lerle engin bilgisini (!) konuşturan bazı yabancı eleştirmenler gözümüze çarptığı için kitabın adını da açığa kavuşturalım: Söz konusu olan “son” sıfatı ile Carrouges – Le Gris düellosunun, Fransa Krallığı’nın bu tür konularda tek resmi karar mercii olan Paris Parlamentosu’nun aldığı son adlî düello kararı olmasına (2021: s.215) gönderme yapılmakta. Yoksa daha sonraki yıllarda da, Krallığın kontrolünde olmayan Bretagne veya Flandre özerk bölgelerinde bu tür adlî düellolar 1482’ye dek devam etmiş. Hatta İngiltere’de ta 1583’te bile, Kraliçe Elizabeth’in bizzat onayladığı bir adlî düello kayıtlara geçmiş. Ayrıca kitabı okuduktan sonra, şahsen bu “son” sıfatını daha çok “son çare” olarak görmeye daha meyilli olduğumu da belirtmem gerek çünkü gerçekten de “ölümüne mücadele” kararından önce, özellikle suçlanan tarafa bu düellodan kaçınması için gerek avukatı gerekse Kral VI. Charles’ın amcası Pierre d’Alençon tarafından birçok fırsat verilse de, Jacques Le Gris hiçbirini değerlendirmiyor.

Adlî Düello Nedir?
Ortaçağ Avrupası’nda 1000 yılından itibaren varlık göstermeye başlayan adlî düellolar (Fransızca: duel judiciaire), kanıtlanması imkansız olan ağır suçları Tanrı’ya havale etmek için yapılıyordu (2012: s.453). Burada “Tanrı’ya havale etmek” derken amacımız beylik bir tabir kullanmak değil, aksine, bu eylemin tam da bu amaçla gerçekleştirildiğinin altını çizmek, zira bu tür düellolara Latince olarak verilen isim tam da bunu ifade ediyor: Judicium Dei, yani “Tanrı’nın hükmü” (2021: s.94). Adlî davalarda değil, daha çok ceza davalarında başvurulan bir yöntem olan düelloya cinayet, ihanet ve tecavüz başta olmak üzere, ancak ağır bir suç karşısında adaleti sağlamak amacıyla başvurulabiliyordu. Düelloyu kaybeden kişi, yalan beyan vermiş sayılarak, eğer ölmemişse vahşice idam edilirdi. Zira düello sadece üç şekilde bitebilirdi; itiraf, arenanın dışına çıkma (Carrouges – Le Gris düellosu kapalı bir alanda gerçekleştiği için bu seçenek pek mümkün değildi) ve ölüm.

Filme konu olan ve 29 Aralık 1386’da gerçekleşen düellonun Parlamento tarafından onaylanan son düello olması bir yana, uzun zamandan beri gerçekleşen ilk düello olma özelliği de mevcut: “Yüksek Mahkeme 1330, 1341, 1342, 1343, 1377 ve yine 1383’te adlî düello için yapılan birçok başvuruyu reddetmişti” (2021: s.139). Bu tür düellolar IX. Louis (Saint Louis) tarafından 1254 yılında yasaklanmış olsa da, daha sonraları Philippe le Bel tarafından 1306 yılında tekrar yürürlüğe konacaktı. 15. yüzyılın sonuna gelindiğindeyse, adlî düellolar “bedenini, hayatını ortaya koyarak haklılığını kanıtlama yöntemi” olarak kabul görmemeye başladı ve yürürlükten tamamen kaldırıldı. Eric Jager’in ilk kez Fransız tarihçi Froissart’ın bir eserinde rastlamasıyla araştırmaya başladığı bu düello, gerçekten de her anlamda ilgi çekici ve kesinlikle üzerine eğilinmesi gereken bir tarihsel olay.

Senaryo
“Oscar ödüllü oyuncular Matt Damon ile Ben Affleck” nitelemesini birçok kez duyduk elbette ancak bu ödülün her iki oyuncuya da Good Will Hunting’e (1997) yazdıkları senaryo için verildiğini unutmamak gerekiyor. Damon’ın bir TV programında Graham Norton’a anlattığı üzere ikili, lise yıllarından beri hayali sinema projeleri için okul kafeteryasında buluşur ve şakasına da olsa, fikir alışverişlerinde bulunurlarmış. 1997 yılında ise ortak olarak yazdıkları senaryoyla tüm dünyaya adlarını duyurdular. The Last Duel’in senaryosu da Matt Damon ile Ben Affleck’e emanet edilmiş ve ortaya kesinlikle harika bir iş çıkmış, Eric Jager’in kitabını okuduktan sonra itiraf etmeliyim ki senaryonun bu denli farklı olabileceğini hayal etmemiştim. Burada hemen üç kişilik senaryo ekibinin diğer önemli üyesini de analım: Yönetmen ve senarist Nicole Holofcener. Anlatılacak olan hikayeye kadın perspektifinden bakılması konusunda rehberlik etmesi amacıyla Damon – Affleck ikilisince ekibe dahil edilen Holofcener’ın, filmin iskeletine izlerken ufkumuzu açabilecek derecede değerli ayrıntılar eklemiş olduğu su götürmez.

Akira Kurosawa’nın Rashomon’da (1950) yaptığı gibi aynı hikayeyi üç kişinin gözünden ayrı ayrı anlatmayı seçen senaristler, Jager’in yapıtında verdiği hiçbir ayrıntıyı da kaçırmamış ve bunları özellikle filmin kilit sahnelerinde dile getirmiş veya kullanmışlar. Her ne kadar okuru (en azından beni) hayli etkileyecek cümlelere ve paragraflara yer verse de, Jager’in kitabının bir roman olmadığını hatırlatalım, düz bir şekilde ilerleyen bu tarihsel araştırmanın beyazperdede izlediğimiz başyapıta dönüşmesinde Damon, Affleck ve Holofcener kesinlikle önemli rol oynamışlar. Jean de Carrouges, Jacques Le Gris ve Marguerite de Carrouges’un gözünden, üç farklı şekilde anlatılan öyküde dikkatli izleyiciler için harika ayrıntılar mevcut. Örnekler arasında Carrouges’un mu Le Gris’nin hayatını kurtardığı yoksa tam tersi bir durumun mu söz konusu olduğu, ikili uzun bir aradan sonra bir araya geldiğinde “Kral’ın hizmetkarları arasında husumet olmasın!” cümlesini kimin sarf ettiği (üç anlatıda da bu cümleyi farklı bireyler söyler) gibi ayrıntılar sayılabilir. En önemli fark ise elbette Marguerite’in anlatısında birçok önemli noktanın farklı betimleniyor olması.

Marguerite de Carrouges
Jean de Carrouges, 1386’dan günümüze kalan mahkeme kayıtlarında, Jacques Le Gris’nin karısı Marguerite’e tecavüz etmesini “Le Gris, karıma karşı en büyük suçu işlemiştir” şeklinde ifade eder. Eric Jager’in de kitabında belirttiği gibi, Ortaçağ’da tecavüz en ağır suçlardan biri olarak kabul ediliyordu ve cezası ölümdü ancak bir kadının, kocası veya babasının desteği olmadan böyle bir suçlamada bulunması yasal bile değildi. Üstelik ne acıdır ki hem dava sürecinin zorluğu, hem Ortaçağ’da yüzyıllar boyunca varlığını sürdüren “eğer hamile kalındıysa tecavüz gerçekleşmiş sayılmaz” gibi akıldışı inanışlar, hem de iddianın mahkemece reddedilmesi halinde kadının ve bütün ailesinin onurunun ayaklar altına alınması tehlikesi nedeniyle “en büyük suça” maruz kalan birçok kadın, sessizliğini korumak zorunda kalıyordu.

1386 yılında, kendisine karşı işlenen suçu dile getirerek konuşmayı, sessiz kalmamayı seçen Marguerite, kocası tarafından öldürülmek, kocası düelloyu kaybederse canlı canlı yakılmak dahil sayısız tahlikeyi göze almış oldu. Uzun dava ve sorgu sürecinde, kocası arenaya çıktığında dahi bir anlığına bile suçlamasından caymadı, hem kocasının hem de kendi hayatı tehlikede olduğu halde iddiasıyla ilgili en ufak bir tereddüt göstermedi. Bu açıdan The Last Duel’e konu olan gerçek olayların kahramanı, en azından bana göre, Marguerite de Carrouges’dur. Müthiş bir irade ve aynı derecede büyük bir cesaret göstermiş, yaydığı parlak ışık Ortaçağ’ın karanlığından günümüze dek ulaşmıştır. Marguerite de Carrouges sessiz kalmayı seçseydi ortada herhangi bir mahkeme kaydı da olmayacağından bugün ne Carrouges ailesini ne de Le Gris adını duyacaktık, Marguerite de Carrouges hakkını savunarak, bir anlamda kendinin ve ailesinin adını tarih sayfasına yazdırmış, ölümsüzlüğünü elde etmiş oldu.

Ayrıntılarla Desteklenen Muhteşem Atmosfer
Sinema üzerine yazan bizler bazen “sinemada atmosfer böyle yakalanır” diye atıp tutuyoruz ancak gerçekten de bu denklem içinde çok fazla değişken mevcut, direkt olarak bir formül sunmak pek mümkün değil. Ama en azından “tarihsel tutarlılık”, başlamak için iyi bir nokta. Ridley Scott’ın 1386’daki düello hakkında on yıl boyunca araştırma yapmış Eric Jager’i danışman olarak setine davet etmesi doğal olarak çok yerinde bir karar çünkü Benedetta ne kadar gerçek dışıysa, The Last Duel de o kadar özgün, otantik bir atmosfere sahip. Düello sırasında Kral VI. Charles’ın durumu (yaşı, Isabeau ile evlenmiş olması ve delilik krizlerini haber veren bazı davranışlar sergilemesi), rahiplerin Carrouges’ların ilk gece yatağını kutsamaları, evliliğin finansal bir kurum olarak sunulması, döneme uygun gelenekler ve davranışlar, kullanılan silahlar, giyilen zırhlar, kostümler, saç kesimleri, ailelerin flama ve armaları, şövalyeliğin gerekleri, Notre Dame de Paris Kilisesi, şatolar, Carrouges’un aile adını borçlu olduğu yüzündeki leke, kısacası aklınıza gelebilecek herşey The Last Duel filminde en ince ayrıntısına kadar düşünülüp ustaca uygulanmış.

“Sessiz Olun!”
Filmde Jean de Carrouges savaşta verdiği üstün çabaların karşılığı olarak savaş meydanında, omzuna hafifçe değdirilecek üç kılıç darbesiyle Şövalye ilan edilmek üzereyken, diğer askerlerin çok ses çıkardığını fark edince “Sessiz olun!” diye haykırır. Kendisine saygı duyulmasını sağlamaya, onurunu meşrulaştırmaya çalışmaktadır tabii ki. Kitapta bulunmayan bu ayrıntı çok yerinde çünkü aristokrat sınıfına dahil olmayan bir Ortaçağ insanı için onur, uğrunda ölümün göze alındığı yüce bir değerdir, günümüzde de muhakkak önemli ancak özellikle Ortaçağ’da bir insanın onuru (honneur) onun herşeyidir. Üstelik hem manevi hem de maddi anlamda. Onursuz olarak görülen bir kişiye savaş ganimetinden yeterince pay ayrılmaz, evlenemez, saray erkânının davetlerine katılamaz, adalet arayışında geri planda kalır ve kısacası hayatı cehenneme döner. Hele devamlı olarak Haçlı Seferleri’ne katılan Jean de Carrouges gibi bir savaşçı için feodal toplumda onurunu korumak; ailesini, malvarlığını ve hatta canını korumakla eşdeğerdir. Film de bu alt metni birçok yerde başarıyla işlemekte.

Sonuç
Matt Damon (Jean de Carrouges), Jodie Comer (Marguerite de Carrouges), Adam Driver (Jacques Le Gris), Ben Affleck (Pierre d’Alençon) ve Alex Lawther (Kral VI. Charles) başta olmak üzere muhteşem bir oyuncu kadrosuyla arz-ı endam eden The Last Duel, kesinlikle 2021’in en iyilerinden. Hatta The Green Knight ile beraber, filmin kapanmakta olan bu yılı Ortaçağ severler için oldukça iyi bir yıl haline getirdiği de söylenebilir. Ridley Scott’ın filmografisinde rahatlıkla yüksek bir konumda yerini alan yapım, sadece tarihin son derece heyecan verici bir sayfasına tanıklık etmek için değil, sinema sanatına olan sevginizi pekiştirmek için de iyi bir seçim. Şimdiden iyi seyirler.

Kaynakça:
- Son Düello, Eric Jager (Çeviren: Uğur Gülsün), İthaki Yayınları, Ekim 2021
- Dictionnaire du Moyen Age, C. Gauvard, M. Zink, PUF, 2012
- Le Moyen Age Ombres et Lumières, Jean Verdon, Perrin, 2013
- Life in a Medieval Castle, Frances & Joseph Gies, Harper, 2015
