JURASSIC WORLD DOMINION – Dikkat! Bu Filmde Ürün Yerleştirme Vardır

Tina Fey, 71. Altın Küre (2014) ödül törenini Amy Poehler ile birlikte ikinci kez sunmalarına gönderme yaparak, açılış konuşmasında şöyle demişti: “Burası Hollywood, eğer bir fikir biraz bile tutarsa, onu herkesi bıktırana kadar yapmaya devam ederler”. Bu doğru saptama veya “Hollywood’da artık yeni fikirlere yer verilmiyor” cümlesi üzerinde yeterince durulmuyor aslında. Sanki birisi “bugün hava kapalı” demiş gibi, bu saptamalara tepkisiz kalınıyor genelde. Ne var ki son dönemde gösterime giren birçok filmde, ardı arkası kesilmeyen yeniden çevrimlerde yine kaçıncı kez görüyoruz ki, önümüze sürülen filmlerde yenilik namına hiçbir şey yok. Filmleri geçtik dizilerde dahi sürekli olarak déjà vu yaşayıp duruyoruz, Matrix’de (1999) Agent Smith’in Morpheus’a söylediği cümlenin neredeyse noktası virgülüne kadar aynısını Stranger Things’de Peter Ballard karakterinin El’e söylediğine tanık olmamız gibi (As Above So Below filmi ile Elfen Lied animesini çarpıştırınca ortaya Stranger Things dizisinin çıkacağı hakikatine ise hiç girmiyorum).

Jeff Goldblum, Sam Neill, Laura Dern, Bryce Dallas Howard, Chris Pratt, Isabella Sermon, DeWanda Wise.

1993 yılında son derece şiirsel bir şekilde başlayıp, hemen ikinci filmden itibaren ibresini aksiyona ve gerilim faktörüne çeviren bu franchise’ın filmlerini ve yönetmenlerini not ederek yazımıza başlayalım:

  • Jurassic Park – Steven Spielberg (1993)
  • The Lost World: Jurassic Park – Steven Spielberg (1997)
  • Jurassic Park III – Joe Johnston (2001)
  • Jurassic World – Colin Trevorrow (2015)
  • Jurassic World: Fallen Kingdom – J.A. Bayona (2018)
  • Jurassic World Dominion – Colin Trevorrow (2022)

Genellikle devam filmlerinden bahsedilirken, “ilk film bambaşkaydı” cümlesini sıklıkla duyarız ve bu çoğunlukla duygusal nedenlere bağlanır, bunda yanlış bir şey yok elbette, birçok sanat türünde olduğu gibi sinemada da beğeniler sübjektiftir ancak Jurassic Park söz konusu olduğunda durum biraz daha farklı, çünkü herşeyi başlatan 1990 tarihli ve aynı adlı kitabın üretken yazarı Michael Crichton (1942-2008) bile, serinin ikinci romanını “sinema için” yazdığı eleştirisini reddetmez. Crichton aynı zamanda birçok film çekmiş, NBC’de 15 sezon gösterilmiş “ER” dizisini yaratmış olan bir doktor, dolayısıyla sinemayla hep içli dışlı olduğu için, Jurassic Park romanını yazarken de eserinin birgün filme çekilebileceği aklından geçmiş olmalı mutlaka.

Chris Pratt, meşhur el hareketiyle.

Ne var ki ilk roman insanlığın açgözlülüğü, bilimin saflığı ile kapitalist tutkuların çatışması, doğanın akışına müdahalenin sonu, insanlığın bir türlü kurtulamadığı kendini beğenmişliği gibi konulara değinirken, 1995 tarihli ikinci roman The Lost World, tamamen sinema ve aksiyon sahneleri için kaleme alınmış adeta. Ben sadece ilk romanı okudum ancak People dergisi serinin ikinci (ve son) kitabı hakkında şu yorumu yapmış zamanında: “Filme çekilmeye hazır, pür aksiyon. Jurassic Park eğer özenle pişirilmiş bir ev yemeği ise, The Lost World de mikrodalgada ısıtılıp tüketilecek bir hazır yemek: Kesinlikle özgün değil. İlk romandaki ana karakterlerden sadece Ian Malcolm bu romanda var, onun sebebi de büyük ihtimalle devam filminde yer almayı sadece onun kabul etmiş olması.”

Varada Sethu, Laura Dern ve Sam Neill, ilk filmdeki Triceratops sahnesine gönderme yaparken.

Jurassic Park / Jurassic World

Dolayısıyla bir bakıma kilit sözcük “World” gibi duruyor: Jurassic Park adlı roman ve film çok iyi bir konumdayken, işin içine “World” tabiri girince ne Crichton’ın özgünlüğü ve yenilikçiliği, ne de ilk filmdeki “wow faktörü” kaldı geriye. Kısacası Jurassic Park adlı ilk film aynı adlı ilk romandan, diğer beş devam filmi ise ikinci, özgünlükten uzak olan romandan uyarlanmış oldu ve ortaya da “romanından daha iyi” denebilecek bir şey çıkmadı kesinlikle. 1997 ve 2001 tarihli devam filmlerinde aksiyon hep ön planda tutuldu, klasik canavar filmlerinde yapıldığı gibi, Godzilla veya King Kong yerine T-Rex konmuş oldu bir bakıma. 2015 ve sonrasındaki “Jurassic World” dönemi ise ne yazık ki daha da kötü (“world” sözcüğü de sağlam bir ipucu burada tabii), Hollywood “evren yaratmayı” çok seviyor ancak bir türlü belini doğrultamayan “Universal Monsters” girişiminde de gördüğümüz gibi, isim vermekle evren yaratılmış olmuyor ne yazık ki.

DeWanda Wise ile Laura Dern, ilk filmdeki T-Rex sahnesinin neredeyse aynısında.

Yukarıdaki paragrafta geçen “wow” faktöründen de kısaca bahsetmekte fayda var çünkü 1993 tarihli Jurassic Park, yönetmeni Spielberg farkında olsa da olmasa da, 1896 yılında Fransız Lumière Kardeşler tarafından çekilen 50 saniyelik “La Ciotat Garına Giriş Yapan Tren” adlı kısa “görüntü”den (o dönemde kısa filmler bu şekilde adlandırılıyordu) bu yana gittikçe azalarak da olsa hep varlığını sürdüren, sinemanın seyirciler üzerinde yarattığı büyüleyicilik / “wow” faktörünün önemli temsilcilerindendi. 1960’lardan günümüze birkaç örnek vermek gerekirse Stanley Kubrick’in 2001: Uzay Macerası, Ridley Scott’ın Yaratık, Spielberg’ün E.T. veya Jaws, George Lucas’ın da Yıldız Savaşları filmleriyle yaptığı, daha doğrusu görsel efektlerdeki gelişmeler ve kendi bünyelerindeki inanılmaz yaratıcılık ve azim sayesinde yapabildikleri şey, birçok açıdan bu “olağanüstü” hissini, “büyüleyicilik” etmenini tekrar ön plana çekmiş olmalarıydı. Jurassic Park da gerek görsel efektleri, kullanılan maketler ve prodüksiyon kalitesiyle, gerekse bilimsel bakışını koruması sayesinde, bu wow faktörünün son temsilcileri arasındaydı, devam filmleri için aynı şeyi söylemek imkansız.

Yine ilk filmden tanıdık bir sahne, Jurassic World Dominion’da yerini almış.

Paleontolojik Tutarsızlıklar

T-Rex’in dinozorlar arasında görme ve koku alma duyusu en gelişmiş tür olması nedeniyle “hareket etmezsen göremez” önermesinin uydurma olması, meşhur Velociraptor’ların da gerçekte filmdekinden 7-8 kat daha küçük, kabaca iri bir hindi büyüklüğünde ve tüylerle kaplı olması gerektiği, dahası reçine içinde saklanmış dahi olsa DNA’nın ömrünün 65 milyon yıl değil, sadece 512 yıl olması gibi ayrıntılar üzerinde fazla durmaya gerek yok, ne de olsa belgesel değil izlediğimiz, kurmaca bir yapıt. Öte yandan  doğa tarihi açısından romanın ve ona bağlı olarak da filmin adının dahi aslında Jura dönemini temsil etmediği gerçeğinden biraz bahsetmek yerinde olacaktır. Tarih sahnesinde Mezozoik Dönem üçe ayrılır:

  • Trias Dönemi: M.Ö. 250 – 200 milyon yıl arası
  • Jura Dönemi: M.Ö. 200 – 145 milyon yıl arası
  • Kretase Dönemi: M.Ö. 145 – 65 milyon yıl arası
Yakın zamanda edinilen yeni bulgular, Velociraptor gibi bazı küçük dinozorların tüylerle kaplı olduğuna işaret ediyor. Filmin bunu dikkate almış olması güzel, ne var ki boyut yine çok büyük.

Filmde aynı sahnede boy gösteren T-Rex ile Stegosaurus’u ele aldığımızda, kronolojik açıdan T-Rex’in biz insanlara daha yakın olduğunu söylemek mümkün. Aramızda 65 milyon yıl var. Öte yandan T-Rex ile Stegosaurus arasında, en az 80 milyon yıl bulunmakta çünkü T-Rex Kretase dönemine, Stegosaurus ise Jura dönemine ait birer dinozor. Bu kadar ayrıntıya girme nedenim, tüm bunların bizi ilginç bir metafora götürmesi. İlk filmde paleontologlar Alan Grant (Sam Neill) ve Ellie Sattler (Laura Dern) eşliğinde, dinozorların varlığına şaşkınlıkla tanık olduğumuz sahnede bizi karşılayan (sonrasında ağaçta Lex’in yüzüne hapşıran) dinozor Brachiosaurus’tur ve tüm Jurassic Park filmlerinde, gerçekten de Jura dönemine ait az sayıdaki dinozordan biridir. Serideki meşhur dinozorların dönemlerine baktığımızda ise, romanın ve filmin adının “Kretase Parkı” olması gerekliliği dışında, Jura döneminden uzaklaşıldıkça, kaliteden de ödün verilmeye başlandığını söylemek mümkün. Seride Kretase dönemine ait olan T-Rex, Velociraptor ve Giganotosaurus gibi dinozorlar başrole yerleştikçe, Jurassic Park’ın büyüsünden de geriye sadece tarihsel açıdan tutarsız bir isim kalıyor.

Jurassic World Dominion

Film tam anlamıyla insanların veya dinozorların “tüm dünyayı ele geçirmesi” üzerine kurulu olmadığı için, acaba filmin başlığı prodüktörlerin arzusu mu diye sormadan edemiyoruz. Şaka bir yana, bu başlık tam da “ne anlatacağına karar verememiş” bir filme işaret ediyor. Filmde çevre felaketi, dinozorların yaşam hakları, gözlerini para bürümüş büyük şirketler, dinozor kaçakçılığı, böcek istilasıyla mücadele, çocuk kaçırma, aramadığımız (!) her şey var. Senaryodaki bazı öğelerin “boşluk doldurma” ve “ilk filmin hayranlarını memnun etme” kaygısı ile yapıldığı çok bariz, hayranları memnun etmek için elbette bazı öğeler eklenebilir, ne var ki bunları senaryoya yedirmek, yapılış nedenlerini gizlemek daha mantıklı olurdu.

İlk filmdeki meşhur Brachiosaurus sahnesine bir gönderme (Goldblum, Neill ve Dern).

Senaryoda, seyirciye “ne alaka şimdi?” dedirtmesi muhtemel iki noktadan hemen bahsedelim. İlki, olay örgüsünün birdenbire “genetik olarak kodlanmış devasa çekirgeler” sorununu çözmeye odaklanması. Çekirgelerin sadece Biosyn ilaçlarının kullanılmadığı ürünlere saldıracak şekilde “kodlanması” ise en azından günümüz için hayal ürünü, tıpkı reçine içinde muhafaza edilmiş dinozor kanından soyu tükenmiş bir türü geri getirmek gibi. Zira en son bilim adamları 2003’te, soyu tükenmiş bir dağ keçisi alt türünü (Pyrenean Ibex), 6 Ocak 2000’de ölen son temsilcisinden örnek DNA alarak klonlamaya çalıştıklarında, 439 farklı dişi keçide yapılan 439 denemenin tamamı başarısızlıkla sonuçlanmıştı (kaynak).

DeWanda Wise

Ama farz edelim ki Biosyn bu çekirgeleri kodlayıp dünyaya saldı, yine de bu durum filmin ana eksenini büyük oranda saptırıyor. Tarihsel olarak aralarında tam 65 milyon yıl fark bulunan dinozorlar ve insanlar bir arada yaşadıklarında neler olabilir gibi bir konudan, birdenbire “dünyamızı vahşi çekirgelerden kurtaralım” gibi bir yan konuya geçilmiş oldu. Üstelik bu yan konunun “çözülmesini” üstlenenler, ilk filmdeki ana ekipten başkası değil: Alan Grant, Ellie Sattler ve Ian Malcolm (Jeff Goldblum). Böylece ikinci “ne alaka?” noktasına ulaşıyoruz. Hepimizin ilk filmden beri çok sevdiği bu üçlünün filme ve bu yan hikayeye dahil olma süreçleri ise, ne yazık ki son derece yapay duruyor: Ian Malcolm’un davetiyle Biosyn’e gelen Grant ile Sattler’a, yine Malcolm ve asistanı Ramsay Cole (Mamoudou Athie) yardım ediyor, “çekirgelerden örnek DNA alma” gizli görevi için gerekli olan her türlü olanağı onlara sunuyorlar.

Sam Neill, Isabella Sermon, Chris Pratt.

O zaman senaryoya şöyle bir uzaktan bile baktığımızda, şu soru ortaya çıkıyor: Bu görevin tamamlanması için Alan Grant ile Ellie Sattler’a gerçekten gerek var mıydı? Cevap ne yazık ki hayır, çünkü Ian Malcolm ile asistanı Ramsay Cole, çekirgelerden örnek alma ve Biosyn’i tüm dünyaya rezil etme işini kendi başlarına rahatlıkla yapabilirlerdi. Sırf “fan service” uğruna, diğer bir deyişle hayranları memnun etmek için orijinal ekibin filme dahil edilmesi çok daha mantıklı bir düzleme oturtulmalıydı, bu şekilde çok sırıtmış. “Eski ekibi devam filmine dahil etme” çabaları bir süredir Hollywood’da başvurulan yöntemlerden ve bunun oldukça “zorlanmış” versiyonuna 2021 tarihli Ghostbusters: Afterlife’da tanık olmuştuk. İlk Ghostbusters filmindeki ekip (Dan Aykroyd, Bill Murray, Ernie Hudson) filme dahil edilmişti ancak zorlama olan kısım bu değildi, açıkçası senaryonun gerektirdiği mantıklı bir katılımdı bu ve pek sırıtmamıştı. Ancak 2014’te vefat etmiş olan oyuncu ve yönetmen Harold Ramis’in genç halinin CGI teknolojisiyle filme dahil edilmiş olması, niyet iyi olsa ve dokunaklı sahnelere yol açsa da, biraz zorlamaydı sanki.

Bryce Dallas Howard

Jurassic World Dominion’da aksiyon yine baş köşedeydi elbette, Chris Pratt bir aksiyon oyuncusu olarak çok iyi ve ekrana da iyi oturuyor, ne var ki senaryoda yine “sırf aksiyon uğruna”, Indiana Jones  filmlerine şapka çıkarırcasına bazı boşluk doldurma sekansları mevcut. Bryce Dallas Howard yine sevdiğimiz bir oyuncu, ne var ki bu filmde Claire Dearing karakterine hayat verirken senaristler ve yönetmen tarafından tam olarak ne yapması gerektiği, filmin hangi eksenini ayakta tutması gerektiği düşünülmüş, kestirmek çok zor. Karakter ne yazık ki çok kof kalmış ve karikatürize edilmiş, daha derinlikli olarak çizilmesi gerekirdi, ne de olsa serinin 29 yıllık yolculuğu düşünüldüğünde hiç de “yeni” bir karakter değil Claire Dearing.

1993 tarihli ilk filmde ne kadar klasik veya kült sahne varsa, neredeyse her birine yapılan göndermeler serinin bu altıncı filmine özensizce yamalanmış: T-Rex’in elektronik arabaları ezdiği sahne, Nedry’nin (Wayne Knight) Dilophosaurus ile (ağzından zehir fışkırtan dinozor – ki bu özellik de hayal ürünü) karşılaşması, T-Rex’in kendisinden daha güçlü olan, yeni tür dinozorları alt etmesi, Velociraptor’lerin “Owen Grady’nin en iyi dostu olması” klişesi, Ian Malcolm’un teorileri (ve yarı açık gömleği!), Grant ile Sattler arasındaki romantizm, Triceratops sahnesi, açıkçası aklınıza ne gelirse bu filme yerleştirilmiş, tam anlamıyla bir “ürün yerleştirme” söz konusu. İyi olan tek filmin, yani herşeyi başlatan ilk filmin “gişe yapan” öğeleri bu filme eklenerek ilk film üzerinden sempati (ve gişe hasılatı) toplanmaya çalışılmış, ne var ki bu seyirciler üzerinde kısa süreli olarak işe yarasa da, uzun dönemde geriye sadece yapılış amacı kalıyor, o da pek “masum” bir amaç değil.

H. Necmi Öztürk

Bir Cevap Yazın