İçindeki “canavar” ile tanışabilmek adına birçok yol denemekten asla kaçınmayan Georges (Jean Dujardin), “doğal insan”ın her hattına sahip. Ülkemizde Deri Ceket adıyla gösterime giren filmin yönetmen koltuğunda oturan Quentin Dupieux, bir nevi ana karakteri kendi giyotinine davet eder nitelikte çizdiği hikâye ile birbirleriyle sürekli olarak etkileşim halinde olan eylemleri romantize ediyor. Henüz isimlendirilmemiş -yakın- gelecekteki beğeniler, istekler, arzular filmin ilk sahnelerinde ana karakter Georges’a uzak gözükse de, Georges zamanla kendi silueti ile bütünleşebileceği ve o siluetin içine hayattaki tüm arzularını doldurabileceği bir kalıp arar. Bu bütünleşme durumu başlangıçta “ceket” ile yeterli gözükse de ceketin ana maddesi Georges’u asıl cezbeden varoluş biçimiydi. Kendi yapılmış olduğu maddenin ondaki yetersizliği onu kendini baştan yaratma uğraşının içine çekmiş oldu. Kara komedi unsurları ile derlenmiş olan 2019 yapımı Le Daim (Deerskin), takip ettiği yolda kayıplara uğramaya çoktan razı gelmiş olan bir galibiyetin peşinde.

Bu Ceketle Senin Gölgenin Altında Kayboldum
Filmin başlangıç sahnesinden itibaren Georges’un hayatına dair bildiklerimiz koca bir beyaz sayfadan ibaret ve bu durum filmin sonuna değin değişmiyor. Tıpkı onun gibi biz de onun hayatına yeni katılan gölgeleri takip ediyor, bir anlamda boşlukta sarsılıyoruz. Ancak boşluğu derinden hissetmemek için bu boşlukta Georges ile kaybolabilecek başka bir nesneye ihtiyaç var. Bu noktada “ceket” mecazi anlamda Georges’a tam da olması gerektiği gibi eşlik ediyor. Bu şekilde kayboluşu anlamlı kılabilecek bir imzanın da başlangıcı ortaya çıkıyor. Ceket kendini her gösterdiği anda onun taşıyıcısı olan beden kendinden ve özünden bir şeyler kaybetmeye başlıyor. Buna bağlı olarak dile getirilen “yalanlar” da yalan olabilecek görevlerini sonlandırıyor çünkü ceketin taşıyıcısı olan bedenin gerçeği, öncesinde peşine kapıldığı yalanlar oluyor. Bu şekilde “yeni insan”ın yaratım süreci başlıyor. Georges bir anlamda Georges’a yakın olmak için hayatına soktuğu ceketi etiyle bütünleştirdikçe başlangıçtaki benliğinden de kopuşlar başlamış, bu şekilde “yakın” olma arzusuyla “uzak”ta kalma itkisi harekete geçmiş oluyor. Bedenin yıllar boyunca taşımış olduğu beden, artık neyden yapıldığını inkâr etmeye başlıyor. Bu bir nevi ben’in bir başka benliğe dönüşümü için kendini kurban etme anıdır.

Gerçekliğin Hiçliğine Bir Mezar Kadar Yakınım
Ölüm, değişim, toprak, deri, beden ve et temalarının sıklıkla kendini gösterdiği Le Daim, eve giden yolda bir güneş gibi açsa da yakıcılığı o yolda yürüyeni mezara kadar çeken türden. Georges için “ceket” bir ev hatta bir evren olsa da, onun bile yetersizliği başka nesnelerin arayışını tetikliyor. Bu arayış karakterin üzerinde bütüncül bir mekanizma inşa ediyor, ne var ki arayışın artık tüm evrene hâkim olmaya değil de onu başka açılardan hissetmeye yöneldiğini görüyoruz. Bu türden bir varoluşsal zemin düzlemi filme farklı düzlemlerden bakış açıları kazandırıyor. Nasıl ki “ceket”, Georges için bir nesne ise bir noktadan sonra “Georges” da ceket için bir nesne haline geliyor. Bunun görsel yansımasını Denise (Adèle Haenel) karakteri üzerinden görüyoruz. Bu da başlangıçtan itibaren izleyiciye sunulan tekil düzlemdeki figürün aktarıldığı tabanı, taban olmaktan çıkarıyor. Georges’un içindeki varoluşsal boşluk büyüdükçe ona uzaktan bakmak bu açıdan yorucu olmuyor. Öte yandan bir aşamadan sonra boşluk onun tek inandığı varoluş biçimi haline geliyor. Bu şekilde nesneler, özneye olabildiğince hızlı ve keskin bir şekilde hücum ediyor.

Kendi Av Hikâyesinin Anlatıcısı
Joe Dassin’in filmin hemen başlangıcından itibaren Et si tu n’existais pas? (ya var olmasaydın?) şarkısıyla beraber klasik bir varoluş sancısının peşinde koştuğumuzu hissedebiliyoruz. Georges’un kendini var edebilme kapasitesi ancak başka bir nesne ile bağlantı kurabildiği ölçüde takılıp kaldığı için eğer bir sonuç bulunacaksa o da olası tüm nesnelerin ortadan kaldırılması olabilir. Bir aşamadan sonra Georges’un Denise’in nesnesi haline geldiğini fark ettiğimizde bir varoluş boşluğunun yeri bir başkasının boşluğunun içinde erirken karşımıza çıkıyor. Bir anlamda deri değiştirme arzusunun yansıması da yine başkasının boşluğundan nasibini alıyor. Öte yandan Denise’in Georges’a %100 deri giysiler hediye etmesi, onun tüm bedenini insana ait olandan uzaklaştırması ve ona yeniden kimlik kazanma konusunda yardımcı olması kendi avını inşa etmesindeki en önemli ipucu. Bu şekilde Georges, avlanmaya hazır bir geyik modeline dönüşürken Denise ise onun avcısı konumunda varoluşunun inşasının son hamlesini gerçekleştiriyor. Her iki karakter de kendilerini hiçbir zaman bulamayacakları bir döngüye atmış oluyorlar. Filmin karanlık yönüne tebessümler serpiştiren ise karakterlerin saf meraklarının ortaya çıkardığı çocuksu yaklaşımları.

Döngünün İçinde Kayıp Giden İmgeler
Denise karakteri aracılığıyla “kronoloji”nin gereksizliğini izleyicinin suratına açık açık söyleyen Quentin Dupieux, Pulp Fiction (1994) örneğiyle de “zaman” kavramını kurcalıyor. Georges’un çekim denemeleri ise Denise’in montaj anlatımına yakın çerçevede ilerliyor. Böylece Georges, bir şekilde hep başka nesne ve öznelerin yönetiminde kendine yer buluyor. Mekân olarak çorak ya da kuru diyebileceğimiz bir yerin seçilmiş olması, karakterlerin içsel arayış buhranına da bir anlamda zemin oluşturuyor. Kahverengi ve gri tonlara bürünmüş mekânın anlamsal olarak taşıdığı dışavurum ise karakterlerin aitsizlikleri ile ilgili. Böylesine terk edilmiş hissi yaratan bir alanda, huzursuz hayalet figürlerinin mecazi olarak ellerinden daha kolay tutabiliyoruz. Özellikle Georges’u içi doldurulmuş ölü bir geyik olarak çizmek bu mekânda hiç de zor görünmüyor.

Bu şekilde Quentin Dupieux vermek istediği mesajı daha pürüzsüz bir alana taşıyor. Fantezi, takıntı ve dürtüler etrafında dolaşan Le Daim, gücünü olamadıklarımızdan alıyor: İnorganikliğin durağanlığında organik olandan sıyrılamamak ancak yine bir şekilde organik olanın kölesi olma hali ile dikkat çekiyor. Bu şekilde Georges’un da yaptığı gibi kavramsal sanatın kendisinden ilham alıp eldeki konsepti reklam kompozisyonuna çevirebiliyoruz. Ancak etik mesaj kaygısından uzakta olan Le Daim, hayvan derisini insan etinin üzerine dikiyor ve ortaya çıkan biçim ile aşkın, aptallığın peşinden sürükleniyor. Nihayetinde temel ve ek imgelerle örülen “yeni insan”, yerini alan kişiye ait oluyor.
