2022’nin Eylül ayında Venedik Film Festivali’nde Dünya Prömiyerini yaptığından beri üzerine yazılıp çizilmeye başlanan ve kısa sürede sinema gündemine oturan The Whale (Balina, 2022), özellikle The Mummy serisinden (1999-2008) tanıdığımız oyuncu Brendan Fraser’ın “piyasaya dönüşünü” müjdelediği için sinemaseverler tarafından büyük coşkuyla karşılandı. En iyi erkek oyuncu Oscar’ı dahil birçok ödül alan Brendan Fraser’ı Dial M for Movie olarak biz de 52. Rotterdam Film Festivalinde The Whale‘ı izlediğimizden beri hep beğenerek takip ettik. Ne var ki Fraser tüm ödülleri bileğinin hakkıyla kazanmış olsa da, tüm bu “Fraser geri döndü” coşkusu filmin ne kadar iyi olduğu, dahası Samuel D. Hunter tarafından yazılmış olan aynı adlı oyunun ne derece kusursuz olduğu gerçeğini biraz gölgelemiş gibi.

Oyun yazarı ve senarist Samuel D. Hunter’ın The Whale’da kullandığı inceliklere değinmeden önce, eşyanın doğası gereği filmin yönetmeni Darren Aronofsky’nin filmografisine kısaca bakmakta fayda var, zira 54 yaşındaki bir yönetmen için çok film çekmemiş olsa da, ihtiyacı olandan fazla sansasyon yaratmış bir sinemacı söz konusu. Sadece uzun metrajları sayarsak Aronofsky’nin 8 filmi bulunmakta:
- Pi (1998)
- Requiem for A Dream (2000)
- The Fountain (2006)
- The Wrestler (2008)
- Black Swan (2010)
- Noah (2014)
- Mother! (2017)
- The Whale (2022)
Bu listenin zirvesinde benim için 1998 tarihli Pi bulunmakta, filmi 2000 yılında izlemiş ve bu “yeni cevher” yönetmene tutulmuştum, “ileride kim bilir ne müthiş filmlere imza atacak” demiştim kendi kendime, tabii zaman bunun aksini kanıtladı ancak The Whale ile birlikte Black Swan ve Mother! filmleri de Aronofsky’nin iyileri arasına girmeyi başarıyor.

Samuel D. Hunter – Senaryo
Konumuza dönersek, The Whale’in Aronofsky’nin filmografisinde yukarılarda bulunmasının en büyük nedeni, senaryo. Genelleme yaparsak Aronofsky’nin pek “sinema canlısı” olmayan bir konuyu, yani şişmanlık / obezite etrafında gelişen bir konuyu beyazperdeye taşımayı ve büyük beğeni toplamayı başarması, kaliteli oyunculukların hemen ardında, senaryodaki inceliklerde saklı. Bu arada yeri gelmişken söyleyelim: The Whale obezite hakkında bir film değil. Sevdiği, hayatını paylaştığı bir insanı, klişe tabirle diğer yarısını yitirmiş bir adamın bu acıyla mücadele edişi, hayatın ağırlığı karşısında ölüme yavaş yavaş, bilinçli bir şekilde teslim olması işleniyor beyazperdede.

Filmin / oyunun cesur açılış sahnesi çok başarılı çünkü seyircide obeziteyle ilgili ne kadar önyargı varsa hepsini bir kenara bırakmasını, asıl konunun ne olduğunu merak etmesini sağlıyor. Senaryo, kendisine hayali bir seyirci kitlesi tarafından yöneltilebilecek, önyargı dolu her türlü soruyu ve eleştiriyi karşısına almış, tek tek onlarla sohbet eder, onlara sağlam cevaplar verir pozisyonda. Senaryoda sürekli bir devinim mevcut, önümüzde açımlanan olayların her biri, mecazi bir sohbetin parçaları adeta. Açılış sahnesinde de Hunter, “270 kiloluk birisinin dış görünüşünü iğrenç mi buluyorsunuz?” farazi sorusuna karşılık olarak kimsenin yaparken “yakalanmak” veya izlenmek istemediği bir eylemle cevap veriyor: Mastürbasyon yapan bir Charlie (Brendan Fraser).

Başka bir sahnede Sadie Sink’in karakteri Ellie de babasına “senden iğreniyorum” dediğinde, Charlie de seyircinin önyargılarına sahip olarak hareket ediyor ve Ellie’nin ondan, kilosu nedeniyle iğrendiğini düşündüğünü dile getiriyor, bu cevap da yine Hunter’ın hayali sohbetlerine, oyunun birçok noktasına özenle yerleştirdiği mantık oyunlarına iyi bir örnek, zira Ellie’nin cevabı, “bizi terk ettiğin için senden iğreniyorum” olacaktır. Charlie karakterinin sıklıkla özür dilemesi, durumunun farkında olması ve bunu değiştirmek için bir şey yapmamayı tercih etmesi, karşılaştığı aile bireyleri ve diğer insanlarla empati yapabilmesi, onlarla içtenlikle ilgilenmesi, tüm bu ayrıntılar senaryoyu obezite konusundan uzaklaştırıp psikolojik bağlamda “birinci derece yakınını” kaybeden bir insanın kayıp duygusuyla mücadelesine yönlendiriyor.

Senaryoda yer alan, Samuel D. Hunter’ın seyircinin önyargılarıyla veya beklentileriyle oynadığı kısımlara bir başka örnek olarak, Charlie ile Liz’in (Hong Chau) TV karşısına ilk kez oturdukları sahne verilebilir. Bu sahnede Liz başını Charlie’nin omzuna dayamıştır ve huzurlu bir atmosferde, yan yana oturmuş ekrana bakmaktadırlar, ne var ki Charlie ısrarla Liz’den bir şey yapmasını istemektedir. Hunter bu kısmı da bilerek uzatmış olmalı, böylece hem oyunda hem de filmde, seyirciye tahmin etmesi için hayli zaman tanınmış oluyor. Liz pes edip mutfağa giderek elinde koca bir kova tavuk kanadıyla döndüğünde, ne hissedeceğimizi bilemeyiz zira genelgeçer değer yargıları, önyargılar, hayata dair iyi ve güzel olan herşey yerçekiminden kurtulmuş, havada süzülmektedir adeta ve hangisine tutunacağımızı bilemeyiz, Hunter’ın ve Aronofsky’nin bu hissiyatı izleyicilere yansıtabilmiş olması kesinlikle dahiyane.

Fat-shaming
Bu noktada elbette fat-shaming yani fazla kiloları nedeniyle insanlarla dalga geçilmesi konusuna değinmekte fayda var, zira The Whale’ın dokunduğu konulardan biri de doğası gereği, tam da bu. Örnek olarak pizzacının Charlie’yi gördüğü sahne, veya milyonlarca seyircinin beyazperdede Charlie rolünde Brendan Fraser’ı görmeleri (!) verilebilir. Yeri gelmişken, bir süre sinemadan uzak kalan Fraser’ın gerçekten de 270 kilo olduğunu zanneden birçok seyirciyle karşılaşmış olmam da ayrıca şaşırtıcı. Kilolu insanlarla dalga geçmenin toplumda bir dereceye kadar kabul görmesi hayli ilginç zira genetik veya tıbbi bir durumdan kaynaklanmayan, psikolojik nedenlerle bilinçli olarak kilo almaya devam etme halinin “zararlı madde kullanımından” pek farkı yok.

Bu acı gerçeğe rağmen, misal Marlon Brando’nun (1924-2004) kilolarıyla oyuncu öldükten sonra dahi hala TV programlarında, talk-show’larda vs. dalga geçilmeye devam ediliyor. Örneğin oyuncu Edward Norton, 2001 yılında (Brando hayattayken) konuk olduğu David Letterman programında Brando’nun bir sahnede “4 milyon dolar” demesi gerekirken her çekimde şaka yollu “4 milyon domates, 4 milyon istiridye” vs. demesinden bahsederken “Yemek reyonundan uzak dur Marlon!” deyiverdiğinde Letterman “şimdi oldu!” bağlamında bir onayla ve kahkahayla, program orkestrası bir gitar onayıyla, stüdyodaki seyirciler de alkışlarla karşılık veriyor. Öte yandan doz aşımı nedeniyle hayatını kaybeden, alkolizmle mücadele eden veya sigara nedeniyle hastanelik olan insanlarla dalga geçildiğini hiçbir TV programında görmedim. Bu saydıklarım “bağımlılık yaratıyor” cümlesiyle hemen “saygın bağımlılıklar” rafına, hayli yükseğe konurken, kilo sorunu yaşayanlara pervasızca “ağzını tutamadın mı?” denebiliyor. Yeme sorununun toplum gözünde “bağımlılık” sayılmaması şahsen pek anlayabildiğim bir şey değil, üstelik diğer madde bağımlılıklarının yanında, fiziksel olarak en kolay fark edilebilen psikolojik yardım çağrılarından biri olmasına rağmen.

Oyunculuklar
Başroldeki Brendan Fraser kesinlikle çok iyi bir iş çıkartmış, kelimenin gerçek anlamıyla son derece “ağır” bir makyaj ve protez altında rol yaparken özellikle gözleriyle çok şey anlatmayı başarması etkileyiciydi. Öte yandan ikinci önemli rolde, Liz karakterini canlandıran Hong Chau da filmin ağırlık noktalarından biri. Hem oyunculuğu hem de karakterinin üstlendiği “güvenilir bir liman” görevini başarıyla yansıtmasıyla göz dolduruyor. Charlie’nin kızı Ellie rolündeki Sadie Sink de yarattığı tekinsizlik duygusuna çok hakim ve içinde bulunduğu sahneyi doldurmayı rahatlıkla başarıyor. Charlie, Liz ve Ellie’nin hayatlarına giren ve senaryo düzleminde bu üç karakteri birbirine bağlayan davetsiz misafir rolündeki Thomas’ı canlandıran Ty Simpkins de iyi. Filmin sonlara doğru ortaya çıkarttığı büyük sürpriz ise elbette usta oyuncu Samantha Morton. Kendisini bu şekilde kilit bir rolde, gerginlik dolu bir sahnede izlemek büyük keyifti.

Çağrışımlar ve Kapanış
Film açılış sahnesi ve önyargıları yıkan dokunuşlarıyla yine çok iyi başka bir filmi, Jim Sheridan’ın çektiği My Left Foot’u (1989) akla getiriyor. Filmin özellikle aile ilişkileri bağlamında kopma noktasını ifade eden, Samantha Morton’lı tartışma sahnesi ise doğal olarak üstad Mike Leigh’in 1996 yapımı Secrets & Lies filmini hatırlatıyor. Orada da uzun süre saklanan sırların bir aile yüzleşmesinde ortaya dökülmesi sahnesinde Timothy Spall harikalar yaratmıştı. Filmin kapanışı ise büyük usta Vittorio De Sica’nın Miracolo a Milano (1951) filminin kapanışını akla getiriyor, baştan aşağı gerçekçi olan her iki filmde de bu şekilde mecazi veya doğaüstü bir kapanış seçilmesi, bir anlamda herşeye rağmen hayatta kalmayı tercih eden, mücadelesine devam eden insana saygı duruşunun ifadesi. Bütün hayatımız boyunca hep daha iyiye ve daha güzele ulaşmaya, insan olmanın onurunu korumaya çalıştık, son anımızda bir miktar sıradışılığa hakkımız olsun çığlığı adeta. Sonuç olarak bir insanın yaşadığı kaybın ardından depresyonla mücadelesine odaklanmasına rağmen hayatla dolup taşan bir yapım The Whale ve gerek Samuel D. Hunter’ın senaryosu, gerek Aronofsky’nin yönetimi, gerekse başta Fraser‘ınki olmak üzere harika oyunculuklar sayesinde izlenmeyi ve üzerine düşünmeyi fazlasıyla hak ediyor. Henüz izlemediyseniz ilk fırsatta zaman ayırın deriz.
