Karanlık İmgesi
Günümüze değin vampir temasına sırtını dayayan o kadar çok yapım var ki, yıllar geçtikçe bunlar içerisinde belli klişelerin ortaya çıkması kaçınılmaz hale gelmiştir. Bir nevi mimetik altyapıya sahip olan bu filmlerin babası, F. W. Murnau’nun 1922 yapımı Nosferatu’sudur. Nosferatu, izleyeni etkilerken aynı zamanda ona bulaşan gizli ve yıkıcı bir yapımdır. Filmde vampir karakterini canlandıran Max Schreck, Bela Lugosi’den Christopher Lee’ye, Frank Langella’dan Gary Oldman’a kadar tüm performansları etkileyecek denli rahatsız edici, teatral bir duruş sergiler filmde.

Bu filmde diğer vampir filmlerinden alışık olduğumuz imgelemler yoktur; zira vampir göz kamaştırıcı bir aktör değil, korkunç bir lanetten muzdarip bir yaratık olarak karşımıza çıkmaktadır. Schreck, karakterinin dışavurumunu bir insandan çok hayvanvari bir şekilde ortaya koyuyor. Neredeyse bir kemirgen izlenimi veren duruşu, ön dişleri, pençe benzeri sivri uçlu kulaklarıyla tam olarak cadılar bayramından fırlamış gibi.

Murnau’nun bu sessiz filmi Bram Stoker’ın romanına dayanıyor, ancak bazı unvan ve karakter isimleri değişik. Vampirizm teması altında metaforik vuruşlar sergileyen yapım, bu zamana kadar birçok filmi her açıdan etkiledi ancak bunlardan hiçbiri unutulmaz olmayı başaramadı. Murnau’ya yaklaşan sadece başrollerini Klaus Kinski ile Isabelle Adjani’nin paylaştığı, Werner Herzog’un Nosferatu the Vampyre (1979) filmi belki de.

Murnau’nun filminde modern sadistik ögelerin yansımalarını görmek mümkün, Mina’nın kurban edildiği sahnede seyircinin, Nosferatu’nun korkunç görseliyle karşı karşıya kalması gibi. Birçok eleştirmene göre Nosferatu (ya da Stoker’ın Dracula’sı) tarihsel olarak mit ve vampir hikayesi arasında ince bir çizgide. Bu durum da yeni bir politik argüman ortaya çıkarmış oluyor: Greta Schröder’in oynadığı Ellen karakteri filmde histerik davranışın diğer karakterlerle olan karşılaştırmasını ortaya çıkarıyor. Bu durum politik argüman ile bağlantılı. Öte yandan vampir filmlerinin çoğu zaman biseksüel alt tabanlı olduğu düşünülür. Ancak Murnau’nun Nosferatu’su başka bir cinsin prototipini taşıyan bir vampir filmi. Fransız sürrealistler Nosferatu’dan geniş ölçüde etkilenmişler; özellikle de erotizm, nekrofili gibi unsurlardan. Robin Wood’a göre Murnau’nun filmlerinde cinsiyet, şeytanın türüyle bağlantılı. Nosferatu bu noktada, dünyevi bir tutkuyla da ilişkili.

Özel İsim Terminolojisi
Nosferatu’ya baktığımızda film her ne kadar bir vampir hikayesiyle özel bir bağa sahip olsa da filmin adının Dracula’dan çok daha iyi olduğunu kabul etmeliyiz. Zira Dracula kulağa klişe gibi gelirken Nosferatu sözcüğü, fonetik açıdan sanki tanımlanamayan bir şey tarafından mideye indirilecekmiş gibi bir his uyandırıyor insanda. E. Elias Merhige’in 2000 yapımı Shadow of the Vampire (Vampirin Gölgesi) adlı filminde Nosferatu’nun bir aktör tarafından değil de gerçek bir vampir tarafından canlandırıldığı tezi ortaya atılır. Ado Kyrou ise Le surréalisme au cinéma adlı kitabında, filmde Nosferatu karakterini canlandıran kişinin makyajının itinayla ve yaratıcı bir şekilde yapıldığını, oyuncunun bu makyaj altında tanınmaz halde olduğunu vurgular.

Çoğu eleştirmenin gözünde Nosferatu’da aktör, vampir olabildiği kadar aktördür. Filmi günümüzde cazibe merkezi haline getirmeye çalışıp, sürekli gündeme taşıyan Francis Ford Coppola’nın 1992 yapımı Bram Stoker’s Dracula yapımı ve yukarıda bahsini açtığımız Shadow of the Vampire, sinemada sahte olanın hakiki olandan daha hakiki olduğunu realizm ve mimetik unsurlar aracılığıyla göstermeye soyunur.

Filmde Hutter, Orlok’un yanına giderken çekim açıları Murnau’nun imgelerini kapsar. Filmde Orlok’un adı geçince atlar hareketleniyor, koşuyor, kuşlar ise ötüyor etrafta ancak insanlık sessiz kalıyor o an, çıt çıkmıyor. Hutter, vampir bilgeliğini açıklayan Black Death kitabını buluyor. Filmde iki anahtar nokta hikâyeye nüfuz etmekte; biri aynı anda gerçekleşen olayların kesildiği montajlar, diğeri ise kesilen montajları tanıtmakta yardımcı olan yan unsurlar. Örneğin Ellen uyurken vampirin dönmesine neden olan bir çığlık atar, Hutter tehlikeyi fark edip deniz yolu ile yola çıkar, Murnau da bu kısımları, misal bir araba geçişiyle birbirine bağlar.

Doğal olan şey Murnau’da her zaman klasik düşünme yöntemidir, ayrıca bu, kültürde gelişmeyi açıkça ifade eden en iyi yansıma da olabilir. Yazar Gilberto Perez, Murnau’nun bu filmi için Herman Melville’in Billy Budd adlı eserinden “Normal, doğal bir ortamdan geçmek için birinin ölümcül alanı geçmesi gerekir” cümlesiyle alıntı yapar. Murnau, Nosferatu eseriyle bizim tam olarak oradan geçmemizi ister ya da bunun olmasını ümit eder. İnsan doğası şehirler, binalar yapar, sırf onun tüketicisi olmak için sonsuza dek inşa eder. Bu doğa, ya da insan doğası değildir. Doğa denilen, daha çok o inşa edilmiş olan şehirlerin duvarlarının arkasındadır. Murnau onu keşfetmiştir. Klasik olanı bize hissettirmiştir ve aradan yıllar geçse bile klasik olan her zaman ilk izlediğimiz zamanki gibi seyrimize müdahil olur.

Filmin sonu mükemmel ya da dehşet verici olabilir. Ekspresyonizm! Munch’ın Scream’inde ya da Robert Wiene’nin Das Cabinet des Dr. Caligari’sinde romantizm, korkunun en uç noktasında görülebilir. Ekspresyonizm, romantik yanıyla doğanın yüzüyle karşı karşıya gelmeye dayanamayabilir ve dünyanın bir replikasını çizer. Nosferatu, bu durumu en iyi yansıtış şekliyle belki de Weimar filmlerinin en iyisi. Zira bu film aynı zamanda, Birinci Dünya Savaşı’nda otoriteye karşı bir duruş ve cevap olarak da değerlendirilmektedir. Korku hikayesini doğrudan sergileyen Noferatu, Weimar film kuşağında tekil bir hazine.

Gölgenin Gücü
Alman ekspresyonizminde gölge, sinema endüstrisinde her zaman, avcı konumunda bir manifestodur. Murnau’nun imgelerinin yoğunluğu da bu gölgelere dayanmakta. Nosferatu’nun kendisi bir nevi gölgedir, gölgeyi içinde taşır ve ondan fazlasıyla beslenir. Fiziksel olarak oyuncu kadrosunda yer etmiş bir gölge filmde ekrana projektör vasıtasıyla ulaşır ve duygusal bir renge bürünür, dünyanın hayaleti konumunda yerini alır. Nosferatu’da gölge, pençeleriyle kapının koluna sıkı bir şekilde tutunmaya çalışır ve kişiyi tam yüreğinden tutup, ona asılır tüm gücüyle. Beden gölgeye, yani aslında bir zihne haykırır, o an bedenin görünümü, haykıran bir ölümün nesnesine bırakır kendini.