David Lynch‘in 1997 yapımı neo-noir türünün başlıca örneklerinden birisi olan Lost Highway kendi içinde kırılmalar yaşayan, kendi silahı ile kendini vuran, anlamları anlamsızlığa sürükleyen, kaçmalar ve kovalamalar arasında kaybolan ve her seferinde yeniden yaratılan bir metin niteliğinde adeta. Ruhsal kökenli füg (psychogenic fugue) olarak Lynch tarafından tanımlanan bu eser geçici bir hafıza kaybından veya yabancılaşmadan çok, geçici olmayan bir hatırlama durumu ve benlik ile tanışma özelliği taşır. Diğer tüm imgesel ve sürrealist yapımların aksine Lost Highway kapanış kredisinden itibaren izleyicinin kafasında soru işaretleri oluşturmak yerine izleyicinin kafasında kocaman bir çukur açar ve izleyiciyi bu çukurun içine atarak üzerini simgelerle kapatır. Bu durumda izleyici ya filmin tanımlandığı gibi kendini bir füg halinde bulur ya da simgeleri kendi özüyle yeniden var edip bu simgeleri çözerek bu çukurdan cepleri dolu halde çıkar.

Film basitleştirilmiş olarak şu temel üzerinden oynatılır: Bir adam karısını, sadakatsiz olduğunu düşünerek öldürür. Bu eylemin travması ile baş edemez ve kendisi için alternatif bir evren yaratır. Daha iyi bir hayat ideali ile yarattığı bu evrende işler beklediği gibi iyiye gitmez. Düş, kâbus ile sonra erer. Düş, gerçeklikten daha fazla acı verdiği an, bu acıdan kaçmak için yine acı veren gerçekliğe kaçılır.
“Dick Laurent is Dead”
Caz müzisyeni olan Fred Madison (Bill Pullman) diyafondan bu cümleyi duyar. Bu cümle başlangıcın ve bitişin birleştiği düğümdür. Bu düğümü sağlamlaştıran nesnelerden birisi ise Fred ile karısı Renee‘nin (Patricia Arquette) evine her sabah gelen video kasetlerdir. Bu kasetler Fred’den önce Renee‘ye endişe verir çünkü kasetin içinde kendi geçmişinden parçalar bulmaktan korkar. Evlerinin ve yatak odalarının çekilmiş olduğu bu video kasetleri izledikten sonra çift, dedektiflere başvurur. Dedektifler onlardan beklenin aksine umursamaz davranışları ile dikkat çeker. Bu durumda dedektiflerin aslında Fred‘in arzu ettiği şekilde hatırasında kaldığı anlaşılır. Dedektiflerin beklenildiği gibi davranması Fred açısından iyi olmayacağı için, bu şekilde yaratılmışlardır.

Bu şüpheli olaylardan sonra Fred ve Renee çifti Renee‘nin arkadaşı Andy’nin (Michael Massee) ev partisine katılırlar. Andy’nin evi kurucu merkez mekan konumundadır. Çünkü bu partide Fred, Mystery Man / Gizemli Adam (Robert Blake) ile tanışma fırsatını ilk kez yakalar. Aralarındaki konuşmada Gizemli Adam‘ın kurduğu “Beni sen davet ettin.” cümlesi Fred‘e ilk tedirginliği yaşatırken sonrasında Gizemli Adam’ın şu anda onların evinde olduğunu söylemesi ve telefonla bunu kanıtlaması Fred‘in üzerinde gerçekleşmesi imkânsız görünen bir büyü ile karşılaşması gibi bir etki yaratır. Psikoz belirtilerini bu kadar yoğun gösterdiği ilk mekân burasıdır. Eve döndüklerinde Fred eve Renee‘den önce girer ve onun arabada beklemesini söyler. Eve girdiği zaman telefonun çaldığını duyar. Bu durum karşısında, evi arayanın aslında kendisi olduğunu fark eder. Gizemli Adam, Fred’in ruhunun ücra köşelerinde kalan çürümüş duyguların etten ve kemikten, somutlaşmış halidir.

Fred cinsel açıdan karısına yetemediğini düşünen ve bu yüzden onu kaybetmekten korkan bunun sonucunda da paranoyalarının arasına sıkışan bir adamdır. Evine gelen video kasetlerde yatak odasının kayıt altına alındığını gördükten sonra karısı Renee‘yi öldürmesinin altında yatan sebep, cinsel açıdan yetersizliğinden doğan utanç duygusudur. Bu yetersizliğinin duyulmasından ve bilinmesinden korkar. Cinsel ilişki sonrası Renee’nin Fred‘in sırtını sıvazlayarak “Önemli değil.” dediğini kimsenin bilmesini istemez. Video kasetlerden bu kadar nefret etmesinin sebebini ise şöyle açıklar; “Benim hatırladıklarımın yaşandığı gibi olması gerekmez.” Fred gerçeklerden kaçma eğilimi gösterir. Hatırladıklarının gerçeklikle bağlantılı olup olmaması onun için önemli değildir. Zihnine yeniden kurgulama özgürlüğü vererek sonsuz sayıda alternatif hatıralar yaratır. Böylece hangisinin gerçek olduğu konusunda şüpheler duyar. Yeniden kurgulanan bu hatıralar gerçeklikten daha kötü ve acı verdiği durumlarda ise başka bir kurguya atlar. Sonsuz sayıda alternatif hatıra, ayrıca yine biçim değiştirmiş, kırılmalar yaşamış ve benliği çok ayrı mekanlara saçılmış sonsuz sayıda Fred vardır.



Alternatif hatıra olarak söz ettiğimiz yeniden kurgulanan bu senaryolara alternatif evrenler veya düşler olarak da isim verebiliriz. Travmaların bir sonucu olarak ortaya çıkan bu düşlerin yaratıcısından bağımsız olarak süregelme potansiyeli vardır. İlk görülen ya da yaratılan düş sadece bir yinelenmedir. Travma tekrar tekrar zihinde dönüp durur. Fred’in ilk gördüğü düşler de karısını öldürmesi ile alakalı olanlardır. İkinci görülen ya da yaratılan düş ise bozulmuş bir biçim altında travmanın üstesinden gelme girişimidir. Alternatif evren yaratılır ve bu evrende travma bambaşka bir şekilde ele alınır. Psikanalizmin kurucusu Sigmund Freud düşleri birer “dilek gerçekleşmesi” olarak niteler. Fred, gerçek olmasını arzuladıklarını bu düşlerde yaratır.

Buradaki mesele, gerçeklik ile ters düşmesi değildir. Düşlerin bir amacı da zaten gerçekler ile ters düşerek – özellikle iyi olması bakımından – düş görenin travmanın acısını daha az hissetmesidir. Düşlerde kişisel bir bölünme vardır ve bu bölünme ile travma katlanılabilir hale getirilmeye çalışılır. Bunu inside-out kavramı ile de açıklayabiliriz. Kişi düşlerinde başka bir kişi yaratarak kendisini aslında olmasını istediği gerçekliğin kahramanı konumuna yerleştirir. Böylece travma daha iyi hale getirilerek gerçeklikten kaçılır. Fakat Fred için bu bölünme travmayı daha iyi hale getirmek yerine iyice kötüleştirir.
Janus’un Herşeyi Bilen Kafası – Fred ve Peter
Fred Madison‘un yarattığı kişilik olan Peter Dayton (Balthazar Getty) Fred’den her yönden daha iyi bir alter egodur. Peter cinsel hayatında aktif, yakışıklı, peşinden koşulan ve yaptığı işte en iyisi olan bir delikanlıdır. Gerçeklikte Renee, Fred için ne kadar değerli ve sevilesi bir kadınsa alternatif olan bu evrende de Alice Wakefield (Patricia Arquette) Peter için aynı noktadadır. Alice, Renee‘nin daha vahşi halidir ve gerçekliğe en yakın olan karakter de o’dur. Femme fatale olarak nitelendirilebilecek olan Alice, Peter‘ı çok seven ve porno sektöründen olan Eddy Laurent‘ın (Robert Loggia) karısıdır.

Fred Renee‘nin peşinde koşarken, Peter ve Alice bağlamında bu daha farklıdır. Peter’a gelen Alice‘in kendisidir. Bu sayede, aralarında olmaması gereken bir ilişki doğar. Fred ile Peter arasında ne kadar farklılıklar bulunsa da, ortak bir noktaları vardır: Video kasetlere duydukları nefret. Eddy Laurent, Peter’a “Porno sever misin?” sorusundan sonra ona bir video kaset uzatır. Bu soruyla beraber huzursuz olan Peter video kaseti almayı reddeder. Özünde hala yaşayan Fred bu kasette karısını görmekten korkar. Fred ile doldurulmuş bir padalya olan Peter ise âşık olduğu kadın Alice’in bu kasette yer aldığını düşünerek gerçeklikten kaçmayı tercih eder.

Video kasetlerde rahatsız edici olan şey nedir?
Fransız filozof Jacques Derrida‘nın “tele-technology” kavramı ile bunu açıklığa kavuşturmaya çalışabiliriz. Derrida’ya göre tele-teknoloji yapay gerçekliği üretir. Bir canlı yayının kayda alınması ve daha sonra bu kaydın izlenmesi yapay gerçekliğin bir örneğidir. Gerçeklik o an hem orada hem de orada değildir. Kamera, kadrajına aldığı kadar gerçeklik içerir. Kadraja girmeyenler de – kameraman ve kameramanın gördüğü geniş uzam – aslında gerçekliğin bir parçasıdır. Fakat kamera, çerçeveleme tekniği ile kadrajın gerisinde olanları dışlar ve kendini salt gerçeklik olarak adlandırır. Görüntü sınırlandırılır ve bu sayede gerçeklik de bu sınırlamaya maruz kalır. Kamera, çerçevesi dışındakileri dışlayarak kendisini anlamlı ve bütünlüklü bir yapı-gerçeklik olarak sunma eğilimindedir. Her ne kadar Gizemli Adam‘ın kamerası ve video kasetler gerçeklikten kaçılamayacağı izlenimini verse de aslolan kameranın kadrajının sunduğu gerçeklikten kaçılamayacağıdır. Gerçeklik yalnızca kameranın çerçevesi içine aldığı ile sınırlı değildir ve asıl gerçeklik bu çerçevenin kırılması ile anlaşılır hale gelebilir. Bir bakıma Gizemli Adam her şeyi kayda alırken gerçekliği savunur gibi gözükse de yalnızca kendi istediği ve gördüğü gerçekliği savunur. Kameranın kadrajına almadığı gerçekliği o da Fred ve Peter gibi görmezden gelmektedir ve bu uzamdan olabildiğince kaçınmaktadır.

Gizemli adamın mağarası olarak nitelendirilebilecek olan çöldeki ev ise çöküş mekanıdır. Alice, Peter‘ın aşkını kullanarak porno sektöründen kaçmayı başarır. Fred, karısı Renee‘ye nasıl tamamen sahip olamıyorsa Peter da Alice‘e tamamen sahip olamaz. Tüm bu travmanın merkezi olan “sahip olma arzusu”; Peter ve Alice çölde birlikte olurken Alice’in Peter’a “Bana asla sahip olamayacaksın” sözleri ile gerçeğe dönüşü sağlar. Çünkü kurgulanan ve yaratılan düş, gerçeklikten daha kötü olmaya başlamıştır. Bu durumda gerçekliğe dönüşten başka bir yol yoktur. Janus‘un her şeyi bilen kafası ortadan ikiye ayrılmak yerine tamamen yok olur.

Lost Highway‘in sonunda bekleyen gerçeklik yine insanın kendisidir. Kaç evren yaratılırsa yaratılsın insan kendisinden ne kadar kaçmaya çalışırsa çalışsın o kadar kendine varır. Her şeyin başlangıcı ile her şeyin bitişi arasındaki düğüm Fred’in “Dick Laurent öldü” cümlesini kendi evine gidip yine kendine söylemesi ile çözülür. Bu düğümün bozulması ile etrafa saçılan benlik insanı kayıp otobana götürür. İnsanı kayıp otobana götüren şey kendisinden başkası değildir. Düğümün çözülmesi yeni düğümlerin atılamayacağı anlamına gelmez. Gerçeklikten daha da kötü bir sonla biten Peter Dayton evreninden çıkan Fred Madison kayıp otobanda bir diğer kayıp evrenine geçiş yapar. Yolların uzunluğu varış noktasının konumunu değiştirmediği gibi kurulan düşlerin çokluğu da travmanın gerçekliğini hiçbir zaman yok etmez ve asıl gerçekliği oluşturanlar kameranın kadrajına sığmayanlardır.

Bir Çıkış Yolu Olarak Mulholland Çıkmazı
David Lynch‘in 1997 yapımı Lost Highway filmi 2001’de çekilmiş olan Mulholland Drive filminin de içine imgeler ve simgeler bağlamında sızar. Burada bir bakıma sinemasal metinlerarasılık kavramından söz edilebilir. Kasıtlı olarak veya olmayarak Lynch bu iki filmi birbirine eterik bir bağ ile bağlar.

Lost Highway‘de kullanılan renklerin kırmızı ve siyah yoğunluğunda olması ve kırmızı rengin gerçekliği siyah rengin düşü temsil etmesi gibi Mulholland Drive‘da da kırmızı gerçekliği simgelerken mavi renk düşü temsil eder. Ortak olan kırmızı rengin gerçeklik durumu için seçilmesi olgusuna, bu rengin hem sevgi gibi olumlu ve dinamik bir duyguyu, hem de kan ve ölüm gibi olumsuz duyguları temsil etmesi üzerinden bu ikiliğin hayatın her köşesine sızdığı, bundan kaçışın olamayacağı ve yaşamın bir bakıma karşıtlıklar sayesinde var olduğu yorumlarını getirebiliriz. Fakat düşleri simgeleyen renkler bu iki filmde neden farklılık gösterir?

Hayatın gerçekliği ne kadar tekilse düşler de o kadar çoğuldur ve bu sonsuz sayılı düşleri temsil etmesi için tek bir rengin kullanılması olanaksızdır. Filmlerin senaryosu itibariyle seçilen düşlerin bu renkleri Mulholland Drive‘da mavi olarak kullanılmıştır. İngilizce’de hem mavi rengi hem de hüzün kelimesini karşılayan “blue” kelimesinden dolayı bu rengin seçilmiş olma ihtimali yüksektir. Filmin protagonisti olan Diane‘in düşlerinde bile gerçekliğinden getirdiği hüznü ruhunda taşıdığı anlaşılır çünkü düşünde dahi Lost Highway‘in protagonisti Fred gibi mutlu olamaz. Fred’in düşleri için seçilen siyah rengin sebebi ise Diane‘in (Naomi Watts) düşlerinden ayrı olarak tamamen karanlığın üzerine kurulmuş olmasıdır.

Bu karanlığın somutlaşmış halinin Lost Highway yapımında Mystery Man (Gizemli Adam) olduğundan bahsetmiştim. Mulholland Drive’da da bu karaktere benzer duygulardan var olmuş bir hayal vardır. Evil Hobo (Lena Einbinder), Diane’in ruhunda ve zihnindeki çürümüşlüğün simgesidir. Aynı zamanda ölü bir bedeni anımsatan bu yaratık Diane‘in olası sonu hakkında izleyiciye ipucu sunar.

Egodan daha iyi bir ego konusunda da Diane‘in düşündeki replikası olan Betty (Naomi Watts), Diane’den farklı olarak başarılı bir oyuncudur. Gerçekte âşık olduğu ve ondan daha güzel, daha iyi bir oyuncu olan Camilla (Laura Harring) ise bu düşte tam tersi bir şekilde Rita olarak karşımıza çıkar. Diane‘in düşünde Fred’in düşünden daha farklı olan durum budur. Renee gerçeklikte femme fatale tanımına uymayan bir kadındır fakat alternatif evrende karşımıza tam olarak femme fatale olarak çıkar. Mulholland Drive‘da ise Camilla gerçeklikte bir femme fatale iken Diane‘in alternatif evreninde uysal bir kadın olarak karşımıza çıkar. Bunun nedenleri ise Diane‘in Camilla’ya olan aşkına rağmen Camilla‘nın onu değil yönetmen Adam’ı (Justin Theroux) seçmesi ve başarılı bir oyuncu olmasının yanında dişiliğini kullanarak rolü Diane’den almasıdır. Alternatif evrende Betty ve Rita arasında romantik bir ilişki söz konusudur. Yine kahraman daha iyi bir evren ve senaryo kurma amacıyla gerçekliği tersyüz etmektedir.

Lost Highway filminin üzerine kurulduğu psikolojik ögeler utanç ve paranoya iken Mulholland Drive‘da bu ögeler obsesyon ve depresyon olarak görülür. İki filmde de birer kırılma mekânı vardır. Lost Highway‘de burası Andy’nin evidir ve bu ev bir tarafıyla çöldeki ev gibi çöküş mekânı olarak da görülebilir. Mulholland Drive‘da ise bu kırılma mekânı Club Silencio’dur. Düş ile trajik gerçekliğin kırılmaya başladığı yer olan Silencio’daki sihirbazın konuşmaları Betty‘yi düşte olduğu durumu ile yüz yüze getirir ve bu yüzleşmeden dolayı Betty psikoz anına geçiş yapar. Onu sakinleştirmeye çalıştıran kişi ise Rita‘dır. Bu mekandaki renklerin kullanımı da dikkat çekmektedir. Sihirbazın bulunduğu sahnenin perdeleri kırmızı ve Betty‘nin psikozu sırasında sürekli olarak yanıp sönen mavi renk bu kırılma anını daha da netleştirir.

Benzer bir altyapıya sahip olan bu filmler aşkın getirdiği delilik durumundan doğan sağlıksız ruh halini ve bunun sonucunda da işlenen cinayetleri anlatır. Mulholland Drive‘da kaybeden iki taraf olurken Lost Highway‘de kaybeden yalnızca bir taraf vardır. Çünkü diğer taraf travma ile yaşayacak kadar güçlü değildir ve bu durumdan dolayı da kaybetmeyi kabullenemez. Bunun bir sonucu olarak da alternatif evrenlerde ne kadar kaybederse kaybetsin, gerçekliğin kaçınılmaz sonu ile buluşursa buluşsun daldan dala atlar gibi evrenden evrene, düşten düşe atlar.

Dönüşü Olmayan Gidişler Üzerine
İki yapım da kült sayılabilecek neo-noir filmlerin Lynchian halidir aslında. Lynch‘in filmleri straight-forward bir şekilde ilerlemediğinden dolayı her iki filmin de sonunda, tekrar başlangıca dönülür. “Dick Laurent is dead.” cümlesi sonu ve başlangıcı gösterirken Diane‘in yatağındaki cesedi yine aynı şekilde baştan sonunu bilmemizi sağlar.

Mobius strip yapısına benzeyen bu oluşumların çift yüzeyi varmış gibi görünse de aslında yalnızca tek bir yüze sahiptirler. Çift yüzey olmasını sağlamak için bölmemiz gereken bu yapıda olduğu gibi Lynch‘in filmlerindeki çift yüzey yapısını korumak için de senaryoya bir kırılma noktası eklersek, olması gereken halinden çekip çıkarmış oluruz. Tek yüzeyi çift yüzey olarak görüp senaryoyu bu şekilde, bir kırılma yaşatmadan var olan halini korursak, bu sefer de olması gereken haline yorumlar ile katkı sağlamış oluruz.

David Lynch, filmlerinin yorumları hakkında şunları söyler; “Her şeyin ne anlama geldiğini ya da nasıl yorumlanacağını bilmemek daha iyidir, çünkü aksi takdirde olayları kendi akışına bırakmaktan korkarsınız. Psikoloji, gizemi ve büyü niteliğini yok eder. Anlamlardan konuşmak beni çok rahatsız ediyor. Çünkü anlam çok kişisel bir şeydir ve herkese göre değişir…”

Lost Highway ve Mulholland Drive yol imgesi üzerinden anlatılan filmlerdir. Lynch tarafından zihnin kıvrımları yollara benzetilir ve bu yollarda sonsuz bir yolculuk hali vardır. Mesele bu yolların gerçek ya da düş olması değildir, asıl mesele o yollarda ilerlerken veya gerilerken bazen kaybolmak bazen çıkmaza girmek bazen ise yolun etrafındakileri seyretmektir. Bu filmler gidiş-dönüş gibi görünse de aslında izleyiciye sadece gidiş biletini keser.