İnsanların tamamen gölge unsuru olarak kullanıldığı, güneş ile denk geldiklerinde ise kendi aralarındaki mesafeyi tamamen kaybeden ve sadece yansımalarıyla yaşamaya devam eden Clichy sakinleri Henry Miller’in aynı adlı romanından Jens Jørgen Thorsen aracılığıyla sinemaya taşınmış, “her an her şey olabilir” tadında bir film. Grindhouse türünü her anlamda bir temsilci gibi elinde taşıyan Quiet Days in Clichy (1970), sadece apartman dairelerindeki boşluklardan faydalanmıyor aynı zamanda Clichy’nin en tenha yerlerini de arkasına alıyor. Bununla yetinmeyip bu boşlukları insanların içindeki boşluklara denk getirip anlatısını havada salındırıyor. Beden konusu burada, Walerian Borowczyk’deki gibi özne konumunda değil aksine ikinci plana atılan ancak tüm çıplaklığıyla sergilenen bir nesne; boşluğun simgesi. Filmin daha açılış sahnesinde görüntüden ziyade yazınsal olanın görüntüsüne başvurması ve anlatımını bu yönde başlatma kararına erişmesi aslında filmde görüntüsünün ve gösterilenin ya da doğrudan işaret edilenin anlamsızlığına, kayıtsızlığına bir gönderme.

Edebi Naklin Biçimleri
Filmde sık sık başvurulan edebi isimleri, ucuz porno diye adlandırabileceğimiz sahnelerin aralarında görüyoruz. Ayrıca film boyunca görsel olanın önünde her zaman ekranın içine yerleştirilmiş olan konuşma ya da düşünsel dışavurumlar bir füzyon, yoğunlaşma yaratıyor. Özellikle 60’ların ve 70’lerin cinsel devrimleri türünden sayılabilecek her sahnenin ardına bir alışveriş fişi gibi sıkıştırılan “kâğıt ve kalem” vurguları görsel olanın önüne geçmede cılız kalıyor. Henry Miller’in edebi yansıması filmde etkisiz bir gölge niteliğinde. Bu anlamda Quiet Days in Clichy’de yapılan edebi göndermeler keskin bir bıçağı andırıyor ancak bu bıçak güneşin altında bile parıldamıyor. Bu bağlamda filmdeki bir karakterin duygusu diğer karakterin duygusunun çeşitli yönlerine dokunuyor olsa da sürekli her şeyi boşa çıkaracak, tüm hikâyeyi önemsiz kılabilecek bir korkunun kalp atışlarını duymanız mümkün. Bu da filmin deneysel sayılabilecek yanının seviyesini yukarıya çekiyor.

Mücadeleci Ruh Çıplak Beden(ler)de mi Yatar?
Film gösterilmeye başlandığı tarihten itibaren onun mücadeleci yapısı her zaman güçlü, dikkat çekici ve bir o kadar da ayartıcı bulundu. Çıplak bedenleri sadece geçiş sahnesi olarak kullanan filmin derdi, içindeki boşluğu ifade edilenle doldurmaktı. Bu anlamda Quiet Days in Clichy’nin mücadeleci ruhunun boşlukta yattığını söyleyebiliriz. Elbette filmin cinsel açıdan liberal yanları oldukça fazla. Yine de bu cinsel yansımalar Borowczyk’in dünyası kadar süslü bir anlatıma sahip değil. Bu yüzdendir ki zaten siyah-beyaz olan film, üzerini cilalamadığından daha da kuru bir yapıya sahip oluyor ve kültürel olarak verdiği referansların araya virgül koymasını engelliyor.

Film, malzemelerini bir nevi kolaj gibi kullanmakta oldukça başarılı. Bunu en iyi Paris’in bugün en önemli mimari yapılarına yaptığı cinsel göndermeleriyle örneklendirebiliriz. Durağan görsel olarak karşımıza çıkan bu yapıların üzeri çeşitli fontlarla bir araya gelmiş yazınsal ifade biçimlerini gerçek kılıyor. Bu şekilde kendince bir mizah geleneği geliştiren Quiet Days in Clichy, Fransız sürrealist yazar Guillaume Apollinaire’in peşinden gidiyor. Ancak bunu yaparken ifade ettiği gerek cinsel şekilleri gerekse bu cinsel şekillerin akla getirdiği yansımaların gerçek halini göstermekten de kaçınmıyor. Yani film, hayal etmenin olanaklarını tanırken o olanakların yıkımıyla da bizzat kendisi uğraşıyor. Bunun için hiçbir izleyiciye ihtiyaç duymuyor.

Kuralları yıkan bir girişin ardından Jens Jørgen Thorsen, bizi sakin ve oldukça durağan Clichy’nin içine çekiyor. Filme ilham veren eserde Henry Miller’in aktardığına göre gerçek olaylardan esinlenilmiş yanlar var. Clichy bu yanların sonsuzluğunu simgeleyen bir yer. Bu anlamda filme adını veren bu bölgedeki sakinlik ve durağanlık bile işlerliğin bir işareti olarak görülebilir. Öte yandan karakterler ilerledikçe filmin de gösterdiği görsel deneyim alanları tüm kuralları yıkarak karşımıza çıkmaya başlıyor. Clichy bir döngü gibi bu deneyim alanlarını içine hapsediyor. Bir nevi “burada olan burada kalır” tavrında Paris’ten bağımsız bir rol oynuyor.

Sokağa Geri Döndüğünde Artık Bana Ait Değilsin
Quiet Days in Clichy’nin en güzel cinsel göndermesi ev ile dışarının ilişkisine yaptığı göndermelerden oluşan duyusal referanslar. Karakterlerin birbiriyle olan perdeli ilişkileri sokak ve ev ayrımının silueti olarak belirir. Bu ayrım, karakterler arasında geçen duygusal birleşmeyi açığa çıkarır. Akabinde ise bireyselliğin tekil hali kaçınılmaz bir tablo sunar. Film, cinsel duyuları doyurmak ve bir anlamda hiçbir şeye bağlı olmadan sunduğu yaşama biçimleriyle akla Marco Ferreri’nin 1973 yapımı La Grande Bouffe adlı filmini getiriyor. Her halükârda Quiet Days in Clichy’nin gerçekçi, belgesel niteliğindeki yaklaşımı ve hikayesindeki anlatım bağlantısızlığı (süslü anlatım yapısı) farklı bir sunuş niteliğinde.

Cinsel göndermelerin gökyüzüne altın harflerle yazıldığı film, her türlü özgürlüğün tehdit edilmesinden çok uzakta, kendi kuytu köşesinde yatan önemli filmlerden. Film erotik ya da pornografik unsurları ön plana çıkarıyor olsa da 70’lerin hayatını yansıttığı doğaçlama hayatın penceresini ardına dek açıyor. Ön plana çıkardığı unsurlar bunun yanında birkaç adım geri plana akıyor. Paris’in sinematografik yapısı ise burada her zamankinden daha keskin ve törpülenmiş olarak karşımıza çıkıyor. Jens Jørgen Thorsen’in Paris’i kesinlikle bir Éric Rohmer Paris’i değil. Diyalogsuz montajlama tekniği bunun en güzel göstergesi olabilir.

Müstehcen Ama Erotik Değil
Gerek hikayesiyle gerekse kurgusuyla müstehcen olana yapılan yakın çekimlerle kendinizi büyük bir pornografik yapım içerisinde bulma yanılgısına kapılabilirsiniz ancak Quiet Days in Clichy erotik bir film olmaktan uzak. Yumuşak yanları da olan filmin bu keskin, kışkırtıcı özelliği, hizmet ettiği noktaya kendi yarattığı görsel dünyadan sesleniyor. Günümüzde filmin kesilmemiş bir versiyonu olduğuna dair vurgular yapılsa da bugün bu konuda kesin bir bilgi yok. Katıksız ilişkilerin sıklıkla sonucun öznesi olarak kullanıldığı film, Paris’te bedensiz bedenlerin boşluklarını doldurmak konusunda anlam arayan, oldukça tekinsiz bir film.
