CENSOR, Yönetmenlerin Eco Sendromu ve Evil Ed

Galler kökenli Prano Bailey-Bond’un ilk yönetmenlik denemesi olan Censor (2021), arka plan olarak “Demir Leydi” Margaret Thatcher’ın İngiltere’sini kullanarak 1980’lerin “video nasty” dönemini konu edinen bir korku / gerilim filmi. Kısaca korku filmlerindeki “gore” sahneleri sansürleyen Enid’in, (Niamh Algar) zamanla gerçeklikle olan bağını koparmaya başlaması söz konusu. Tıpkı 1995 yapımı Evil Ed gibi! Filmin başlangıcını ve kapanışını sonuna kadar, akan yazılar bitene dek dikkatle izledik Evil Ed filmine bir atıfta bulunulur veya teşekkür edilir diye, ancak böyle bir durum mevcut değil ne yazık ki. Anders Jacobsson’un Evil Ed’i için Arrow Video, “1980’ler gore / splatter filmlerine yazılmış bir aşk mektubu” tabirini kullanmış. Bu betimlemeye tamamen katılıyorum, ancak konu Censor’a geldiğinde aynı ifadeyi tekrarlamak pek mümkün değil, zira yönetmen Bailey-Bond kapanışı ne kadar belirsizleştirmeye çalışsa da, filmin korku türünü sevenler ile sevmeyenler arasında bir savaş çıkartmak istermiş gibi bir havası var. Halbuki bizce görünürde böyle bir çatışma söz konusu bile değil, korku sevenler ile sevmeyenler pekala çok iyi anlaşıyorlar bildiğimiz kadarıyla. Bu açıdan da Censor, Evil Ed’in kendini hafife alarak saygı kazanan tutumundan oldukça uzakta.

Prano Bailey-Bond’un Korku Tanımı

Öncelikle yönetmen Bailey-Bond’un IMDb’de 2021 Sundance Film Festivali kapsamında yayımlanan kısa röportajına değinmek gerek. Dikkatimizi çeken nokta, Bond’un korku türüne yönelik kullandığı ifade. Şöyle diyor yönetmen: “Korku filmi izlediğimizde korkma eylemini kendi güvenli bölgemize taşıyarak deneyimliyoruz çünkü izlediklerimizin gerçek olmadığını biliyoruz. Bu anlamda korku türü oldukça katartik sayılır”. Bu tanımın mahkemede yapılan bir savunmayı andırması bir yana, cevaptan çok soru barındırması da fark edilmeyecek gibi değil. Şu “izlediklerimizin gerçek olmadığını biliyoruz” ifadesi çok tartışmalı, çünkü iki sorunsal barındırıyor.

Birincisi, izlediğimiz bir filmde önümüze konan göz yanılmalarının tamamına hakim olamayız, bazı sahneler gerçek olabilir, Chaplin’in Circus’ta aslan kafesine gerçekten yanlışlıkla girmiş olması ve gerçekten korkması, Hitchcock’un Birds’ünde Tippi Hedren’in sette en hafif tabiriyle gerçekten rahatsız olması ve korkması gibi. Ayrıca bunlara 1980’ler ve öncesi birçok filmde hayvanlara yapılan eziyetin ve hayvan ölümlerinin ne yazık ki film hilesi olmadığı gerçeği de eklenebilir. Dolayısıyla Bond’un “nasılsa gerçek değil” savı kesin bilgi değil, sadece bir inanç veya “wishful thinking”.

İkinci sorun, “nasılsa gerçek değil” ifadesinin sinema sanatıyla neredeyse tamamen zıt oluşu, bu açıdan bir yönetmenin ağzından çıkmış olması da ilginç. Çünkü ister Aristoteles’in Poetika’sına, ister Auerbach’ın Mimesis’ine, istersek de Christian Metz’in “gerçeklik algısı” kavramına başvuralım, her zaman sanatçıların gerçekçi veya inandırıcı olma çabalarına, hayatı taklit ederek seyirciyi / okuru inandırmak için ellerinden geleni yaptıklarına tanık olabiliriz. O halde sinemada izlediklerimizi “nasılsa gerçek değil” diye izlemek neye hizmet ediyor? İzlediklerimizin bir an için bile olsa bizi kandırmasına izin vermeyeceksek neden film izliyoruz ki? Hele söz konusu olan korku türüyse.

Bu noktada Bailey-Bond’un ifadesindeki diğer mantık hatası ortaya çıkıyor: “Korku eylemini kendi güvenli bölgemize taşıyoruz” dediğine göre, bu durumda korkma eylemi mevcut. Öte yandan izlediklerinin gerçek olmadığından tamamen emin. O halde korku deneyimi neden ve nasıl gerçekleşiyor? Sonrasında kullandığı “cathartic” sıfatı da ilginç zira korku filmi izlerken belli bir “Katharsis” yani kurtuluş, özgürleşme, arınma, temizlenme yaşandığını ifade etmiş oluyor, ne var ki yine “hepsi film hilesi işte” düsturuyla bu arınma nasıl sağlanabilir orası hayli karışık.

Umberto Eco Sendromu

Bu adda bir sendrom yok elbette ancak özellikle son birkaç yıldır izlediğim birçok filmde ve yönetmeninde gözlemlediğim “filmin sonunda ne diyeceğimi bilmiyorum, ayrıca bir şey diyesim de yok, o nedenle ucunu açık bırakayım, her seyirci kendine göre bir anlam çıkartır nasılsa” sendromu için kısa bir isme ihtiyacım vardı. Diyeceksiniz ki isteyen filmin ucunu açık bırakır, bunda ne var? Hemen söyleyeyim, filmin ucunu açık bırakarak sanatsal bir duruş sergilemekle, filmin sonunda ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilmemek arasında büyük fark var ve daha da kötüsü, ikincisi hemen anlaşılıyor.

Aklıma Truffaut’nun 400 Darbe’sinin muhteşem sonu geliyor, ucunu açık bırakmak bir yana, her saniye gözümüzün önünden akıp giden 24 kare bile aniden durur, anlatıyı hem biçimsel hem de anlamsal olarak yarıda bırakmanın daha iyi bir ifadesi olamazdı belki de. Bu ucu açık son, aslında hiç de açık değildir, o kadar çok şey söyler ki çünkü: Antoine Doinel sokaklarda yaşamak zorunda olan, geleceği olmayan bir çocuktur. Dolayısıyla hayatı ifade etmek için kullandığımız tabirle, “filmin sonu belli”dir zaten. Mesele 400 Darbe’nin nasıl biteceği değil, ne zaman biteceği, anlatının nerede kesileceğidir sadece. Bu nedenle de muhteşem bir sondur. Yine aynı şekilde 1968 tarihli Maymunlar Cehennemi’nin sonu da net gibi görünse de, aslında ucu açık bir sondur ve çaresizliği, karşı karşıya kalınan absürt durumu seyircinin yüzüne tokat gibi çarpabilmek adına açık bırakılır, ki yine tam da bu nedenle sinema tarihinin en etkileyici sonlarından biridir.

Censor’ın sonu ise ne yazık ki ikinci sınıfa giriyor, Bailey-Bond’un kafası, yazımızın başında bahsettiğimiz “korku sevenler ile sevmeyenler arasındaki çatışma” konusunda biraz karışık gibi. Ne diyeceğine karar veremediği için de ucunu açık bırakmaya karar vermiş, belki de Umberto Eco’nun meşhur “bir kitabın, okur sayısı kadar çok anlamı vardır” sözüne sığınarak. Filmin sonunda tıpkı Saint Maud’un sonunda (bu iki filmin sonları arasındaki benzerlik korku türünün geleceği açısından düşündürücü) olduğu gibi, birkaç saliselik geçişlerle “aslında ne olduğu” ima ediliyor. Elbette filmi “sonuçsuz” kılan bu geçişler değil. Film sonuçsuz, çünkü baştan beri ima ettiği birkaç önermenin hiçbirine herhangi bir cevap vermiyor. Öne çıkan üç önermeyi şöyle özetleyebiliriz:

  • “Korku filmi çekenler ve izleyenler psikolojik rahatsızlıklara daha eğilimlidirler.”
  • “Asıl sorun, korku türüne tiksintiyle yaklaşan insanlardadır, asıl onlar hastalıklıdır.”
  • “Filmde psikolojik olarak dengesiz olan tek kişi Enid’dir, yaşanan olayların korku türü ile hiçbir alakası yoktur.”

Bu noktada seyirci olarak ilk iki önermeye sosyolojik ve bilimsel anlamda gerçekçi bir cevap beklemediğimizi hatırlatalım, retorik bir soru daha çok bizimki. Normal şartlarda yönetmen elbette bu tür sorulara cevap vermekle yükümlü değil. Öte yandan, filmin sonu bu üç taraftan birine doğru yönelmeli, çünkü bu ağır soruları ortaya çıkartan, yine filmin kendisi. Video Nasty dönemini, korku türünü seçen yönetmenin kendisi olunca, seyircinin kafasında oluşması sağlanan soruları yönetmen kendi kafasında cevaplamıştır diye düşünüyoruz ister istemez. Cevaplamış olduğu, bu konularda sağlam fikirleri olduğu da su götürmez bir gerçek, ne var ki fikirlerini seyirciyle paylaşmamayı tercih ediyor. Aslında fikri paylaşması gereken kendisi değil, ortaya koyduğu eser. Ne yazık ki izlediğimiz eserin de verdiği net bir mesaj bulunmuyor. Güzel bir şekilde ilerleyen, izleyiciyi meraklandıran, aynı anda birkaç olay örgüsünü birden sırtlayıp götüren sinemasal anlatı, sonuçsuz sonuyla herşeyi havada bırakıyor, yönetmen bir anlamda “buraya kadar yapabildim, gerisini siz tamamlayın” demiş oluyor. Hal böyle olunca da Censor, Evil Ed gibi yüzümüzde bir tebessümle, “euphorique” bir şekilde anacağımız bir film olmaktan hayli uzaklaşıyor.

Niamh Algar

Censor’ın dönem ödevi olarak hazırlanan kısa filmlerin kapanışına benzeyen, yapımın bütün duruşunu sarsan kestirme sonu nedeniyle çok istesek de bu film hakkında övgü dolu sözler söyleyemiyoruz, ne var ki senaryonun ardından filmi baştan sona ilgiyle izlememizi sağlayan en büyük nedenlerden biri, Niamh Algar’ın üst düzey oyunculuğu. Özellikle bazı sahnelerde tabiri caizse “gereğinden fazla iyi” oynamasını izlemek büyük keyif. Örneğin filmin başlangıcında sansür odasında Sanderson (Nicholas Burns) ile konuşurken vücut dili, ses tonu, yüz ifadesi hakimiyeti ve rahatlığıyla sahnede seyircinin hangi oyuncuya odaklanması gerektiğini buyuracak düzeyde bir oyunculuk sergilemesi dikkatlerden kaçacak gibi değil. Son zamanlarda Raised by Wolves (2020) ve Wrath of Man (2021) gibi yapımlarda boy gösteren, daha önceleri de The Bisexual (2018) ve Pure (2019) gibi dizilerde oynamış olan Algar, dahil olduğu her projeyle 2018 yılında aldığı “Yarının Yıldızı” ödülünü fazlasıyla hak ettiğini kanıtlıyor.

Sonuç

Sonuç olarak kötü bir film değil Censor, fakat ne yazık ki, “bir filmin bitişi, filmin tamamını ne kadar etkileyebilir ki?” riskli sorusuna verilebilecek en iyi cevaplardan biri aynı zamanda. Evet, bu kadar çok etkileyebilir, hatta seyircinin filmin tamamından aldığı keyfi bir anda yerle bir edebilir. Eğer filmlerin sonları sizi hiç ilgilendirmiyorsa ve “önemli olan gideceğin yer değil, yolculuğun kendisidir” düşüncesindeyseniz, filmi şiddetle öneririz. Öte yandan filmleri bitişleriyle birlikte, bir bütün olarak değerlendirme eğilimindeyseniz, Censor, Saint Maud veya Last Moment of Clarity gibi filmler, umduğunuz sinema deneyimini size yaşatmaktan çok uzak kalacaklardır.

H. Necmi Öztürk

Bir Cevap Yazın