MADDENİN HALLERİ: Bir Biyoiktidar Alanı Olarak Hastaneler ve Hastanelerin Dayanılmaz Tekinsizliği

Deniz Tortum’un 2020 yapımı belgesel filmi Maddenin Halleri (Phases of Matter), izleyiciyi birinci şahıs gözüyle İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nin bilinmedik kıyı ve köşelerine sokar. Oldukça sansürsüz ve oldukça gerçek olan bu belgeselin temelini tekinsizlik (uncanny) hissi oluşturur. Sigmund Freud tekinsizlik kavramını ürkütücü olan ancak merak duyulan ve aynı zamanda oldukça tanıdık gelen bir deneyimi ifade etmek için kullanır. Bu tekinsizlik kavramı hastaneler, akıl hastaneleri, okullar vb. biyoiktidar alanlarında kendini gösteren bir kavramdır.

Filmde geçen İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi için “tek girişi, iki çıkışı olan yer” benzetmesi yapılır. Bu durumda aklımıza ilk gelen çıkışlardan bir tanesi morgdur ve morg kavramı da doğal olarak bizi ölüm olgusuna götürür. Hastanelerde yer alan cansız mankenlere bakıldığında hissedilen tekinsizlik hissi ölüm kavramı ortaya çıktığı zaman da kendisini gösterir. Hastaneler bu yüzden sevilmeyen mekanlardan birisi olarak adlandırılır. Diğer bahsettiğim biyoiktidar alanları da toplum tarafından sevilen alanlar arasında yer almazlar çünkü hepsi bireylere, bir anlamda tekinsizlik kavramı ile ulaşır. Biyoiktidar kavramını ortaya atan Fransız felsefeci Michel Foucault bu nosyonu biyopolitika kavramı ile bağlar. Bu kavram ile beraber ölüm ve ötenazi konusunu inceleyebiliriz.

Modern tıp, bireyi biyolojik bir varlık olarak tanımlar ve onu sorgulanamayan seküler tıbbi terimler ile tanıştırır. Ölüm ile yaşam arasındaki konulara seküler bir mantık ile yanıt arar. Bu sayede toplumsal bir işlevi açığa çıkar. Toplumsal işlevinin ortaya çıkmasıyla beraber, siyasete bu biyolojik aracı yönetme sistemleri sunar. Hastane gibi bir alanda biyoiktidardan söz etmek oldukça basittir. “Hasta” ve “doktor” olarak kutuplaştırılan iki bireyden “hasta” olan tarafın artık kendi bedeni üzerinde bir hükmü kalmamıştır ve bu hükümleri yalnızca doktor vererek onu iyileştirir. Birey sıradanlaşır ve toplumsal düzen içerisinde yerini alması beklenir. Bu durumda hastanın ötenazi hakkı yoktur ve bu hak ona iktidar tarafından verilir ya da verilmez. Böylece iktidar hastaneye ve hastanın bedenine sızarak biyoiktidar alanı yaratır. Bu alanda doktorlar da artık siyasetçiler gibi işlemektedirler.

Tıbbın toplumsal alana nüfuz etmesinin başlıca aracı, her mekânda ve her zaman diliminde “sürekli, devingen ve farklılaşmış bir gözetim uygulayan hekimler için yaygınlaşmış bir katılım tasarlanmaya” başlanmasıdır. Bunun aracı ise hekimlerin şehirlerle birlikte taşrada, köylerde vs. tüm idari coğrafyada çalışması ve sürekli bir biçimde gündelik yaşam içerisinde olmasıdır. Toplumsal alanın her noktasına giden hekimlerin görevi sadece hastaları tedavi etmek değildir. Bu hekimlerden, öncelikle “doğum ve ölüm kütükleri sayesinde istatistiksel bir sağlık kontrolü yapılması istenir” ve bu yolla hekimler toplumsal bir bilgi havuzunun birincil aktörleri haline gelirler. Hekimlerin tuttuğu bu kayıtlarda hastalıklar, yaşam tarzları ve ölüm nedenleriyle ilgili olarak notlar bulunması talep edilir ve böylece hekimlerin “patolojinin nüfus dairesi haline” gelmeleri sağlanır“. (Arpacı, 2016: 87-88)

Hastaneler biyoiktidar alanlarıdır ve biyopolitika ile yakından ilişkilidir. 18. yy’dan başlayarak birlikte yaşayan insanlar nüfus olarak tanımlanır ve bu nüfus belirli şekillerdeki biyoiktidar alanları ile düzenlenir, denetlenir. Belirli bir düzen olması gerektiğini savunan iktidar ötenazi gibi bir ölme hakkını bile bireyin elinden alır. Bireyin sıradan olarak yaşaması ve iktidar alanlarının aktörü halinde yaşamına devam etmesi gerekir. Bireyin sıradanlaştırılması ise hastanelerin deney ve gözlemleri ile mümkün hale gelir. Bu sayede bireyin bedeni üzerinde biyoiktidarın hegemonyası devreye girer.

Bedenlerin, bireylerin, şeylerin, merkezi bir bakış altında tümüyle görünür olmalarının en sabit yönetici ilkelerden biri haline hangi noktada geldiğini fark ettim. Hastaneler örneğinde bu sorun beraberinde ek bir güçlük daha getiriyordu: Hava akımını ve havalandırmayı sağlayarak, teması, bulaşmayı, istenmeyen yakınlıkları ve sıkışıklıkları engellemek gerekiyordu: Hem uzamı bölmek hem de açık bırakmak, gözetlenecek bireyleri titizlikle birbirinden ayırarak hem topyekûn hem de bireyleştirici bir gözetim sağlamak. (Foucault, 2003: 86)

Hastane modelinin işlevi kolaylıkla diğer kurumlara da sızabilecek bir işlev türüdür. Bireysel bir gözetim söz konusu gibi dururken, buralar aslında bütünsel bir gözetimin var olduğu mekanlardır. Bütünsel olarak bir nüfusu kontrol etme söz konusudur. Bireyler üzerinden çoğulcu bir hegemonya anlayışı ile hastaneler “hasta” ve “doktor” paradigması ile var olurlar.

Yirmi yıl boyunca, hastaların başucunda, sabahtan akşama kadar, kalp, akciğer, mide hastalıklarıyla ilgili notlar alırsanız, her şey sizin için, hiçbir şeye bağlanmayıp, size bir dizi tutarsız fenomen sunan semptomlardaki karışıklıktan başka bir şey olmayacaktır. Birkaç kadavra açın: Yalnız gözlemin dağıtmaya yetmediği karanlığın hemen o anda yok olduğunu göreceksiniz.

(Foucault, 2006: 180)

Film bir kadavranın incelenmesi ile açılır. Bu açılışta hocanın ve öğrencilerin kadavranın başında çeşitli espriler yaparak güldükleri görülür. Bu sekansın bir benzerini bir ameliyat sırasında görürüz. Bu tutumlar ölüm ile yaşam arasındaki çizgiyi incelten tekinsiz bir mekân olan hastanelerde bulunma gerçekliğinden bir kaçış olarak yorumlanabilecekken aynı zamanda bireylerin Foucault’ya göre sıradanlaştırılması olarak da açıklanabilir. Deneyin duyarsızlığı ile hareket eden insanların biyoiktidar alanının aktörleri olduğu anlaşılır. Bedene yapılan tıbbi müdahale ile bireye hayatın ve biyoiktidarın her alanında yapılan ve yapılacak olan müdahale aynıdır. Toplumsal kurumlara sızan müdahalenin bir pratiğinin alanıdır hastaneler bu bakımdan. Beden üzerinde bir denetim söz konusudur ve bu denetim duygusuzlaşarak sürdürülmektedir.

Foucault, modern toplumda biyolojik olanın (hastalıklar, ölüm, doğum, sağlık, yaşam süresi vs.) siyasallaştığını belirtirken toplumsal olanın tıbbileştiğini vurgular.

(Arpacı, 2016: 95)

Biyolojik olanların aktörleri arasında doktorlar vardır ve doktorlar birer siyasetçi gibi davranarak söylemler oluştururlar. Toplumsal olanların aktörleri olan bireyler ise tıbbileşirler çünkü günden güne genel tıp ağının bir parçası haline gelirler. Biyolojik olan siyasallaştıkça toplumsal olan tıbbileşmeye devam edecektir.

Maddenin Halleri filmi her ne kadar yaşam ve ölüm arasında yer alan bir alanın iç okumasını yapmaya çalışan bir film olsa da post-yapısalcı bir yaklaşımla filmi okumamız da mümkündür. Sinematografik açıdan yer yer tekinsiz mekanların kapılarını aralayan filmin yoğunluğu oldukça yüksek ve çarpıcıdır. İnsanı insanla kurtaran bir mesleğin alanına sızan kamera gözlemci bir bakış açısıyla gündelik hastane yaşamı hakkında da bize çeşitli sekanslar sunmaktadır. Bunların yanında filmin ana bağlamı olan hastaneler dolayısıyla filme başka bir kadrajdan bakmak son derece olasıdır. Her nasıl okunmak isteniyorsa öyle okunabilecek olan bir filmdir Maddenin Halleri. Önemli olan filmi nereden ve nasıl okumak durumunda olduğumuz değil filmin bir film olarak kendini ve yönetmenini öldürüp her yorumda yeniden doğarak var olmasıdır.

Berfin Tutucu

Kaynakça
  • ARPACI, Murat, (2016) Foucault, Biyopolitika ve Biyotarih: Tarihsel Çalışma Alanları Olarak Tıp, Beden ve Nüfus. ViraVerita 3, 80-97.
  • FOUCAULT, M., (2003) İktidarın Gözü (Çev. Işık Ergüden), Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
  • FOUCAULT, M., (2006) Kliniğin Doğuşu (Çev. İnci Malak Uysal) Epos Yayınları, Ankara.

Bir Cevap Yazın