Genellikle kimsenin mutlu olmadığı ya da mutlu olsa bile bundan zerre haberi olmayan kişilerin anlaşarak bir araya geldiği bir başka Éric Rohmer filmi olan La femme de l’aviateur (1981), her karakterin birbirine bağlı olarak mutluluk alışverişi yaptığı ancak “sona kalanın” elinde koca bir boşluk olduğu bir film. Bu boşluklar sadece karakterlerin ruhlarının içine sızmakla kalmıyor aynı zamanda doğrudan filmin ismine de etki ediyor. Filmin ismi her ne kadar La femme de l’aviateur (Pilotun Karısı) olsa da film boyunca pilotun karısı bütün izleyici için bir muamma. Onun gerçekte kim olduğunu, her bir karaktere hem doğrudan hem dolaylı olarak etkisinin hangi oranda olduğunu çözmek pek de olası değil. Bu durum da film boyunca histerik anların içlerini dolduruyor ve geriye izlemek için koca bir histerik hayat kalıyor.

Kurgu ve Gerçekliğin Arasına Sıkışmış Karakterler
Filmde pilotun kendisinin kim olduğunu saptamak ve hatta onu bir bedenin içine yerleştirip onu pilot olarak adlandırmak bile güçken pilotun karısına nasıl ulaşacağımız filmdeki en tartışmalı konu. Éric Rohmer’in burada gerçek nesnelerden beslenip onları tamamen kurgu içinde öldürdüğünü görebiliriz. Film boyunca kimliksiz karakter(ler)in peşinden koşarken onları bulunca üzerimize çökecek olan rahatlık duygusunun arayışındayız. Ancak bu anlamda La femme de l’aviateur oldukça rahatsız edici bir film. İzleyiciyi oradan oraya sürükleyip, tüm caddeleri, parkları, kafeleri gezdirerek sonunda histerik bir halde bırakıyor adeta.

Suskun Fotoğrafların Konuşmaya Çalışan Dili
Hem filmdeki karakterleri hem de izleyiciyi sürekli olarak bir olaya sürükleyen en önemli şeyler, rastgele tanık olduğumuz notlar ve fotoğraflar. Bu şekilde film izleyici üzerinden bir aksiyon alarak ilerliyor gibi. Ufak tefek nesnelerle uzun bir yola çıkmamızı sağlıyor, biz de bütün gün bu yolun peşine düşüyoruz. Rohmer’in filmlerinde oldukça ön plana çıkan “insanı meşgul eden nesneler”e yenileri La femme de l’aviateur filminde ekleniyor. Bu nesne/ler doğrultusunda film boyunca izleyicinin de zihninde kurduğu hayali karakterler ve olaylar var. Yönetmen bu şekilde ortaya attığı bir olaydan başka olaylar zinciri yaratıyor ve filmdeki karakterler de yine aynı olaylardan başka olayların doğmasına aracılık ediyor. Ancak tabiri caizse iyi bir Rohmer izleyicisinin, filmin sonunda eli boş olarak geri döneceğini de bilmesi gerekir.

Gerçek Olmayan Bir Fantezinin Hayaletinde Esir Kalmak
Rohmer, gündelik hayatın akışının işlerliğini nasıl törpüleyip cilalaması gerektiğini çok iyi bilen bir yönetmen. Hayatta herkesin belli fantezileri vardır ancak o fantezilerin su yüzeyine çıkması için de belli aracı nesnelere ihtiyaç var. La femme de l’aviateur adı gereği izleyiciye daha en başında fantezi ve onun nesnesini verir. Dolayısıyla bu şekilde tüm kontrol yönetmenin elinde olduğu için bir anlamda film boyunca onun yaratmış olduğu fantezinin dibindeki hayaletlere dönüşürüz. Buradaki ana fantezi öğesi, izleyicinin zaaflarını da çok iyi bilen bir Rohmer tarafından yaratılmış olduğu için film bizleri, yönetmenin bir anlamda “anlatının yumuşak karnı” olarak kullandığı parkta (Parc des Buttes Chaumont) bir oraya bir buraya koşturuyor. Park, filmin gizli öznesi olarak eldeki bilinmezleri ikiye katlıyor. Bu park aracılığıyla yer yer dedektiflik rolüne bürünüyoruz ve yeni tanıştığımız hayatları da zaten hali hazırda elimizde bulunan bilinmezliklerin içine ekliyoruz ancak onların hiçbiri konuyu çözümlemede bize yardımcı olmuyor.

Filme histerik bir boyut katan en önemli özelliklerden biri, kişinin sevdiğini zannettiği kişi tarafından sevilmesinin imkansızlığıyla karşılaşarak, gerçekliğini tamamen yitirmiş olması. Bu kayıp gerçeklik ise bir deprem gibi kişinin her bir zerresini sarar. Bu açıdan kişi elindeki en ufak nesnenin bile onu sevdiği (sevdiğini sandığı) kişiye yönlendirebilecek olma olasılığına kapılır ve artık o kişiyi sevme eylemini bir kenara bırakarak sadece elindeki olasılığın kölesi olur. Filmdeki François (Philippe Marlaud) karakterinin de tam olarak karşı karşıya geldiği durum budur. O bir olasılığın kölesi olarak izleyiciyi peşinden sürükler. Onun gerçek olmayan gerçekliği zorunlu olarak histerik bir fanteziye dönüşür. Denk geldiği Lucie (Anne-Laure Meury) ise onun için zihninde ve kalbinde hiçbir göndergesi olmayan bir dayanaktır. Dolayısıyla Rohmer, filmlerinde insanlığın amansız tablolarını çizmekten hiç çekinmez dersek abartmış olmayız.

Duyguların Bir Referansı Yoktur
François üzerinden bir duygu zemini yaratılmaya çalışılan filmde yönetmen herhangi bir referansa ihtiyaç duymadan duyguların oluşumunun düşüncede başladığına dikkat çeker. Bunun altında tüm film boyunca, diğer filmlerinde de olduğu gibi izleyiciyi Paris’in sokaklarında dolandırması yatar. Öte yandan elindeki oyuncuları her zaman belli bir noktaya sürükler ve hiç yoktan bir düşünce yaratarak onun kölesi olmamızı sağlar. Duyguların hiçbir referansa ihtiyaç duymadan var olduklarını her defasında izleyicinin yüzüne vuran Rohmer, filmdeki Anne (Marie Rivière) karakterini bu anlamda bir nevi yem olarak kullanır. Öyle ki Anne ve Lucie iki karşıt karakter olarak Rohmer’in çizdiği kadın karakter yapısında bir varyasyon oluşturur. Yine de hiçbirinin öznesi François’ya bağlı olmadığından kendi varlıkları üzerinde yine sadece kendileri söz hakkına sahiptirler, dışarıdan kendilerine gelebilecek her türlü “söz hakkı / buyurma” niteliğindeki davranış biçimini reddederler. Dolayısıyla filmde karakterlerin özneleri, bir başkasının ne öznesine ne de nesnesine bağlıdır. François bu düzlemde ortak bir yol bulmaya çalışsa da tüm çabalarının anlamsız oluşu (ya da onun için anlam taşıması), yine duygularının referansız bir şekilde onu yönlendirmesinde yatar.

Avucumuzun İçindeki Hayaletlere Sahip Çıkalım
Filmlerindeki didaktik öğeyi hiçbir zaman öldürmeyen ve bir nevi ondan güç olan Éric Rohmer’in bu film içindeki (varsa) en önemli mesajı, eğer sahipsek elimizdeki hayaletlerin avucumuzun içinden kayıp gitmesine izin vermememiz gerektiği. Bizi La femme de l’aviateur’de bilinmez bir karakterin peşinden dolaştırabilmesinin nedeni, biraz da elimizde böylesine bir hayalet karakter olduğunda onun hayatın damarlarına verdiği tadın ne kadar vazgeçilmez ve zengin olabileceği gerçeğidir. Bu türden hayaletleri olmayan insanların hayat damarlarındaki akışın durabileceğine ironik bir şekilde gönderme yapan yönetmen, dünyanın ürkütücü, kibirli ve zulümkâr yanı ne zaman kendini gösterse, bu hayaletlerin bir bakıma bize yardım edeceklerini ve bizi güzel bir uykunun içine sokacaklarını ima eder. O nedenle belki de Rohmer için en talihsiz durum, bunları tüm dünyadaki izleyiciyle paylaşırken kendisinin bunun bilincinde olması ve hayaletlerinin her daim peşinden koşması olabilir. Bu da yönetmenin ahlak hikayelerini sunarken yararlandığı kişisel deneyimlerinin en vurdumduymaz yanına gönderme yapar.
