Éric Rohmer’in Altı Ahlak Hikayesi (Les six Contes moraux) başlığında toplanan seri içindeki ilk film olan kısa metrajlı La Boulangère de Monceau (Monceau Pastanesi’ndeki Kız, 1963) rastlaşmanın, hayatı akışına bırakmanın ve bu akışta bir rutin edinmenin en saf yollarından birini gösterir. Éric Rohmer ya da gerçek adıyla Maurice Henri Joseph Schérer, ikisi kısa dördü uzun metrajlı olmak üzere toplamda altı filmden oluşan bu ahlak serisinin esin kaynakları arasında Blaise Pascal, La Rochefoucauld, La Bruyère ve Stendhal gibi düşünür ve yazarları sayar. Rohmer, filmlerini edebi okumalara açık bir şekilde oluşturur genelde ve bunun sebeplerinden biri de elbette edebiyatı çok sevmesidir. Edebiyatı herkes sever zaten diyorsanız, “sevdiğiniz bir yazarın soyadını eserlerinizde kullanacak kadar mı?” sorusu ortaya çıkar. Zira Rohmer, bu sektördeki takma adını büyük yönetmen ve oyuncu Erich von Stroheim’dan, soyadını ise İngiliz roman yazarı Sax Rohmer’den almıştır. Bu bakımdan onun filmlerinde edebi esintiler görmek sadece doğaldır. Éric Rohmer’in bu anlamdaki en büyük farkı ise bu edebi anlatılara insanların günlük yaşamdaki “duygusal sakatlıkları”nı da eklemesi olmuştur. La Boulangère de Monceau da bu anlamda insanın bu “sakatlığını” hem soyut hem de somut olarak aktaran iyi örneklerden biri.

Öykünün Nesnelliği, Anlatının Mesafesi
La Boulangère de Monceau’nun açılış sahnesinden itibaren artık tamamen anlatının içine gireriz. Anlatıcının araya girip izleyiciye ayrıntılı bir şekilde mekân isimlerinden, orada yer alan dükkân ve kafelerden bahsediyor olması bizi bir ahlak hikayesine doğrudan ahlaksızca itmesine işarettir. Rohmer bu anlatım biçimiyle izleyicinin pasif değil tam olarak aktif bir şekilde filmde dolanmasını ister. Paris’in Villiers Kavşağı’ndan başladığımız anlatıya, Batignolles Bulvarı, Rue de Lévis’deki dükkanlar, bugün hala varlığını sürdüren Le Dôme Villiers Kafesi, Courceller Bulvarı, Monceau Parkı derken kendimizi bugün Rue de Prony’de Boulangerie du Parc Monceau adıyla varlığını aynı şekilde sürdüren Rohmer’in La Boulangère de Monceau’sunda buluruz kendimizi. Mekânın gerçek isimlerini izleyiciye de yansıtmasıyla anlatı ile izleyici arasına saydam bir mesafeden daha da ötesini getiren Rohmer, anlaşılan o ki masumane suçuna izleyiciyi de açık bir şekilde dahil etmek istemiş. Bu bağlamda öykü / anlatı nesnel bir yapı oluştururken anlatının mesafesi ise sıfıra dayanıyor.

Bedensel Olanın Baştan Çıkarıcı Öyküsü
Filmin başrollerinde genç adama ve anlatıcıya hayat veren Barbet Schroeder var. Ona Jacqueline karakteri ile Claudine Soubrier ve Sylvie karakteriyle Michèle Girardon eşlik ediyor. Schroeder’in dış ses olarak konuşması gereken yerlerde ise anlatıcı rolünü Bertrand Tavernier’nin üstlenmesi hoş bir ayrıntı. Toplam 23 dakika süren filmde de yine açık bir şekilde görüyoruz ki Rohmer’in günün öğle saatleri ile ilgili kişisel bir problemi var. Daha önce 1972 yapımı L’Amour l’après-midi filminde de öğle saatlerinde arayış içine giren bir karakterle karşılaşmıştık.

Burada da Barbet Schroeder’ın tam bu saatlerde bir boşluğa düştüğünü ve kendini adını veremediği bir arayışta bulduğunu film bitene kadar gözlemleriz. Zamansal boşlukların açtığı alanlar doldurulmayı beklerken rastlantıların ve kendi kendine oluşan gündelik ritüellerin ardı arkası kesilmez. Kendi kendine doğan bu varoluşsal anlara tanık olurken bir Rohmer filmi klasiği olarak bedensel olanın baştan çıkarıcı unsurlarına rastlamamak olmazdı. Ancak Rohmer’de, bedensel olanın baştan çıkarıcılığının dokunulmaz bir şiirsellik barındırdığını söylemekte de fayda var. Göndermelerini hedef gözeterek doğrudan yapmak yerine öğle vaktinin “acıkma” gibi en basit eylemine dayandırarak bunu daha çok metaforik bağlamda sunar.

Öğle Vaktinin Rehaveti Hâlâ Paris Civarında
Rohmer için öğle vaktinin sıkıcılığı, bir anlamda rehavet içindeki arayış durumu bugün aynı mekanlara adımlarınızı attığınızda hissedebileceğiniz düzeyde. Filmde kullanılan mekanların tam 58 yıl sonra bile aynı kalması bunun en hoş sebeplerinden biri. Rohmer filmlerinin belki de en güzel yanı bize hikayesiyle ilgili adreslerine kadar detay verdiği filmlerinde standart bir anlatıcının sunduklarından çok daha fazlasını sunması. Bugünlerde Mubi platformunda izleyicilerin karşısına çıkan La Boulangère de Monceau’yu, Potemkine films’den çıkan Six Contes Moraux adlı DVD setinden izleme şansı bulduk.

Set, Editions Potemkine’de artık mevcut olmasa da aynı firmanın sitesinde Rohmer’in diğer filmleri üzerine yapılmış setlerle karşılaşmak mümkün. Edindiğimiz setin ekstralarında Rohmer’in diğer kısa filmlerine de rastlıyoruz, bunlar Altı Ahlak Hikayesi içinde yer almasa da aslında bu serinin aurasını yansıtan çalışmalar. Örneğin oyuncu olarak Jean-Luc Godard’ın gençliğine rastlayabileceğiniz, dahası Anna Karina ile karşılabileceğiniz 1961 yapımı Charlotte et son steak favorimiz. Ayrıca 1954 yapımı yine bir kısa film olan ve sinematografisini Jacques Rivette’in yaptığı Bérénice ile yönetmen tarafından kitabı aynı adla yazılmış olan Le celluloïd et le marbre da öne çıkan duyulmamış Rohmer’ler arasında.

Rastlantının Soyutluğu Üzerine
Rohmer’in Altı Ahlak Hikayesi (Les six Contes moraux) varlığı gereği didaktik bir anlatım çizmesi gerektiği düşünülürken bunu en arka plana atıyor. Bir röportajında da söylediği gibi, ahlak derken “insanın düşünce yapısıyla, içinde bulunduğu çıkmazlarla” ilgileniyor Rohmer ve amacı asla ahlaki değerleri dikte etmek değil. Aksine Barbet Schroeder’in karakteri gibi, Monceau Pastanesi dolaylarında “serseri, her şeyden habersiz” avare avare dolaşan tiplemeler başrolde bu seride. Hiçbiri dikkat çekici bir şey aramıyor, sadece onun ayağına kadar gelmesi için dolanıyor, hatta sonuç olarak hiçbir şey elde edemeyecek olsa da bu dolanma eylemine sadık kalıyor. Rohmer bu anlamda insanın özünü çok iyi bir şekilde süzgeçten geçirmiş bir yönetmen dersek abartmış olmayız. Onun yarattığı karakterlerde seyircinin kendini bulması çok doğal. La Boulangère de Monceau da tam anlamıyla böyle bir film. Ana karakterin “rastlantı”nın zerresinden haberi olmaması ancak bunun için sürekli uğraşması ve kendine gündelik bir ritüel edinmesi, insanın gündelik yaşam içinde kaybolup kendine dair bir şeyler bulma hevesinin en duru şekilde anlatılışı kesinlikle.
