İngiliz Eureka Video firması, Masters of Cinema serisi altında yayımladığı Laura’nın (bluray) arka kapağında şu iddialı sözlere yer verir: “Laura ile ilgili cevaplanması gereken tek soru, onun gelmiş geçmiş en iyi kara filmlerden biri mi, yoksa bizzat kara film türünü tanımlayan bir eser mi olduğudur”. Açıkçası yönetmen koltuğunda oturan ismin Otto Preminger olmasına rağmen ben bu kadar ileri gitmezdim. Tabii farklı fikirler yine de Laura’nın (1944) çok iyi yazılmış, “sinema sanatı” kavramının sanat kısmına dair söyleyecek birkaç sözü olan bir yapım olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Başrollerinde Gene Tierney (Laura Hunt, nam-ı diğer femme fatale), Dana Andrews (Dedektif Mark McPherson) ile Clifton Webb’in (köşe yazarı Waldo Lydecker) bulunduğu filmde, özellikle korku türünü sevenler için de bir sürpriz mevcut: Shelby Carpenter rolünde genç bir Vincent Price!

Film Noir / Kara Film
Yazımızda noir türünü tanımlamaya girişmeyeceğiz elbette ancak bir filmi “kara film” haline getiren temel kavramlar üzerinden Laura sinemasal anlatısını okumak yerinde olacaktır. Alain Silver ile James Ursini’nin 2004 yılında kaleme aldığı Film Noir başlıklı kitabın Philippe Safavi tarafından gerçekleştirilen Fransızca çevirisinde, noir türünü açıklarken (ss. 9-21) şu dört temel nokta üzerinden ilerlenmiş.
Temalar
- Geçmişinden kurtulamayan karakterler
- Determinist, pesimist bir hayat anlayışı
Arketipler
- Gerçeğin peşindeki karakter
- Varoluş krizi yaşayan kahraman
- Femme fatale
Görsellik
- Çok az ışıkla çekilen sahneler
- Sıradışı çekim açıları
- Kamera hareketi (özellikle travelling)
- Ana mekan olarak şehir kullanımı
- Flashback’ler ve öznel kamera
Anlatı
- Edebi üslup, ağır retorik
- Dış ses (anlatıcı) kullanımı

Tematik Düzlemde Laura
Tematik bağlamda ele aldığımızda Laura’da “geçmişiyle sorunu olan” birçok karakter mevcut. Daha da önemlisi bu durumun sinemasal anlatıda yer bulması, kurguya katkıda bulunması elbette. Örneğin Laura’nın ölümünü araştıran Dedektif McPherson’ın geçmişi, sanki bilinçli olarak saklanır ve karaktere hayat veren Dana Andrews’un “şüpheli” davranışları kolayca beyazperdeye taşıyabilen usta oyunculuğu sayesinde de, seyircinin merakı iyice artar. Onun dışında köşe yazarı Waldo Lydecker ile Laura’nın sevgilisi Shelby Carpenter karakterleri de geçmişleriyle sorunlu birer tablo çiziyorlar. Ancak çoğu kara filmde tanık olduğumuz, “geçmişi nedeniyle kötü olaylara sebebiyet veren karakter” klişesi Laura’da tam olarak karşılığını bulmuyor. Belli olayların her zaman kaçınılmaz, belli sonuçları olduğunu ima eden determinist bakış açısı Laura için de geçerli, hatta bu tutum “gerçekçi” olduğunu iddia eden her film için de pekala geçerli olabilir. Laura’da söz konusu olan cinayet veya başka olayları düşündüğümüzde, determinist bakış açısının pesimist tonlarda tüm filme hakim olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Bir Arketip Olarak “Femme Fatale”
“Gerçeğin peşindeki karakter” en başta Dedektif McPherson’dan başkası değil elbette, ancak filmin farklı noktalarında birçok kişi “katil kim?” sorusunun peşine düşüyor. Klasik anlatıyı takip eden yapımda en başta herkes şüpheliyken, filmin sonuna yaklaşıldıkça şüpheli sayısı giderek azalıyor doğal olarak. Ardından Laura’da “varoluş krizi yaşayan kahraman” arayışına girersek, neredeyse herkesin varoluşsal bir iç sıkıntısı (angoisse) yaşadığını söyleyebiliriz. Dedektif McPherson dışında “varoluş krizi yaşayamayacak kadar sıkıcı” görünen Shelby Carpenter’ın bile aynı durumda olduğuna şaşırarak tanık oluyoruz.

Ataerkil bakış sonucu ortaya çıkan ve “herşeyi mahveden, hayatı sekteye uğratan, aileleri yok eden karakter” anlamlarına gelebilecek olan femme fatale tiplemesi, birçok filmin olduğu gibi Noir türünün de olmazsa olmazlarından. “Femme fatale” kavramını dilimize “ölümcül kadın” olarak çevirirsek çok eksik bir çeviri olacaktır çünkü Fransızca’da “fatal(e)” sıfatı aynı zamanda “kader” sözcüğüyle de bağlantılıdır ve “kader değiştiren / yazgının yönünü tayin eden” anlamlarına da gelir. Belki daha iyi bir çeviri için daha eski Türkçe sözcüklere başvurmak gerekir, örneğin “fettan kadın” hiç de kötü bir karşılık değil. Sadece sinemada değil tüm Dünya tarihinde de sahnede olan femme fatale tiplemesinin aynı zamanda “zeki, entelektüel, çekici, baştan çıkarıcı, manipülatör ve birlikte olduğu kişinin hayatını temelden değiştiren kadın” olarak tanımlandığını da ekleyelim.

Bu filmde femme fatale rolü Gene Tierney’e bahşedilmiş, ne var ki sinema tarihinde çok daha ikna edici femme fatale’lerin bulunduğunu da söylemek gerek: En başta Marlene Dietrich ile Brigitte Helm, ardından Greta Garbo ve Lauren Bacall, günümüze geldiğimizdeyse Isabelle Huppert ve Kim Basinger (özellikle modern noir L.A. Confidential’daki rolüyle) sayılabilir. Laura rolündeki Gene Tierney’nin daha “zararsız” görünmesinde Vera Caspary’nin aynı adlı romanından uyarlanan senaryonun rolü büyük, zira en başta Laura karakterini kariyerinin başında, amatör bir dergi çalışanı olarak görüyoruz. Bir diğer nokta da, Laura’nın başka insanların hayatını bilerek ve isteyerek değil de, daha çok “yanlışlıkla” karartmış olması. Bu önemli ayrıntı da Laura’yı femme fatale tiplemesinden uzaklaştırıyor.

Film Noir ve Görsellik
Kara filmlerdeki az ışık kullanımı elbette noir’ın alamet-i farikası ancak tek başına kesinlikle yeterli değil, sonuçta birçok korku filminde de az ışık kullanımı olmasına rağmen tamamen farklı bir şekilde sınıflandırılıyorlar. Alışılmadık kamera kullanımı ve çekim açıları Laura’da gövde gösterisinde bulunuyor, tüm anlatının şehirde geçmesi de filmi noir türüne yaklaştırıyor, ancak Laura’da asıl ön plana çıkan teknik kesinlikle geriye dönüşlü anlatım (flashback). Özellikle filmin başlarında, hakkında hiçbirşey bilmediğimiz (ve dahi görmediğimiz) Laura Hunt hakkında herşeyi, tamamen flashback’ler aracılığıyla öğreniyoruz. Dedektif McPherson’ın cinayeti çözme çabası da çoğunlukla bu geriye dönüşlere dayalı. Karanlık çekimler elbette son derece yoğun, fakat daha önce de söylediğimiz gibi, bu çekimler ancak varoluşsal sıkıntılar, tüm Dünya’nın her geçen gün daha da kötüye gittiğini savunan kötümser bakış açısı ve temelden mutsuz karakterlerle birleştiğinde bir anlam kazanıyor ve noir atmosferinin yaratılmasında bir rol oynayabiliyor.

Edebi Üslup
Laura’da çoğunlukla olayları özetleyen bir anlatıcı mevcut, ancak kim olduğunu söyleyerek sürprizi bozmayalım. Anlatıcı (dış ses / narrator / voix-off) kullanımı kara film türünde sıklıkla karşımıza çıkıyor, anlatıcının sakin, tok sesinin esas rolüyse izleyiciyi tanık olduğu tüm bu olaylar silsilesinin korkunç bir sona doğru gittiği konusunda uyarmak ve izlediklerine daha gerçekçi bir hava katmak. Çoğunlukla da başarılı oluyor. Edebi üsluptan bahsetmemiz gerekirse, zaten Vera Caspary’nin romanından uyarlanan filmde, bu tür replikler hayli fazla. En sevdiğimiz örneği hemen paylaşalım:
- Dedektif McPherson: Laura ile bu konuda hemfikir miydiniz?
- Waldo Lydecker: Bunu anlamanızı beklemiyorum McPherson ancak ben Laura için, Dünya’nın en nazik, en yardımsever, en sempatik insanı olmaya çalıştım.
- Dedektif McPherson: Başarabildiniz mi bari?
- Waldo Lydecker: Şöyle ifade edeyim: Komşularımın çocukları kurtlar tarafından parçalanıyor olsa, bu sahne karşısında tüm içtenliğimle üzgün olduğumu dile getirmem gerekir.

Laura Hunt Ataerkil Dünyaya Karşı
Film noir’ın yapısında var olan bu dört element sonrasında Laura Hunt karakterinin etrafındaki erkekler tarafından nasıl algılandığının da altını çizmek gerek, zira Laura’nın tanıştığı veya yakınlaştığı neredeyse her erkek, ona “ne yapması gerektiği”, “nasıl davranması gerektiği” gibi tepeden bakan, aşağılayıcı direktifler vermekten başka şey yapmıyor gibi. Waldo Lydecker, Laura’nın kiminle birlikte olması veya daha açıkça söylersek Shelby Carpenter ile neden birlikte olmaması gerektiğini Laura’ya açıklamak için bir özel dedektif tutacak kadar ileri gider örneğin. Polis merkezinde çalışanlar dahil herkesin Laura’ya nasıl bir hayat yaşaması gerektiğini dikte etmeye çalıştığını hatırladığımızda, Laura’nın başından geçenlerin sebebini daha iyi anlıyoruz.

Eleştirmen ve araştırmacı Phil Hoad’a göre, filmin uyarlandığı romanın yazarı Vera Caspary de (1899-1987) bir kadın olarak benzer sorunları yaşamış olmalı ki anlatısında Laura’yı erkek egemen dünyadan uzaklaşıp kendi özgürlüğüne kavuşmaya çalışan bir karakter şeklinde çizmiş. 1920’ler ve 30’larda çoğunlukla kendi yazdıklarını tanıtmaya ve birçok farklı işte çalışarak kendisinin ve dul annesinin geçimini sağlamakla uğraşmış. Ardından 1943’te yayımlanan Laura romanı ile Hollywood’a – en sonunda – adım atan Caspary, birçok eserinde kadın olarak hayata tutunmanın zorluklarının altını çizmesine yardımcı olacak karakterler yaratmıştır. Caspary aynı zamanda sosyalizm, feminizm ve eşitlik gibi konularda da aktif olarak çalışmış ve eser vermiş bir entelektüel.

Sonuç olarak film noir türünü sevseniz de sezmeseniz de mutlaka ziyaret etmeniz gereken filmlerden biri Laura, çünkü Otto Preminger’in bu eseri, alışılagelmiş kara filmlerden biri değil. Clifton Webb ve Vincent Price başta olmak üzere harika oyunculuklarla bezeli, çekildiği 1944 yılının savaş dönemi ağırlığını da üzerinde taşıyan, kapkaranlık bir film Laura. Şimdiden keyifli seyirler!
