Neredeyse kırk senedir oyunculuk yapan, Frankenstein (Mary Shelley’den Frankenstein, 1994), Hamlet (Hamlet, 1996), Harry Potter and the Chamber of Secrets (Harry Potter ve Sırlar Odası, 2002), Dunkirk (2017), Tenet (2020) ve daha pek çok yapımdan tanıdığımız Belfast’lı Kenneth Branagh’nın yönetmenliğini ve senaristliğini yaptığı Belfast, 2021 yapımı bir film olmakla birlikte eğer Filmekimi’ni saymazsak ülkemizde 2022 yılında gösterime girecek. Yarı-otobiyografik, çoğunlukla siyah-beyaz çekilmiş bir komedi-drama filmi olan Belfast, 1960’larda İrlanda’da bir çocuk olarak yaşamış birinin gözünden o dönemin dünyasını inceliyor. Branagh’nın “en kişisel filmim” olarak nitelendirdiği Belfast’ı izlerken bunun ne demek olduğu çok iyi anlaşılıyor. Buddy’yi canlandıran Jude Hill’in performansı inanılmaz derecede iyi, kendisi pek çok usta aktörle birlikte çalışıyor olmasına rağmen çok iyi bir iş çıkartmış. Usta aktörler demişken, pek çok başka yapımdan tanıdığımız Judi Dench, Ciarán Hinds ve bir o kadar ünlü Jamie Dornan, Caitriona Balfe ve Colin Morgan gibi isimleri de filmde görmek mümkün.

Bir ailenin yaşadığı olaylara ve başlarından geçen, herkesin başına gelebilecek sıkıntılara odaklanan -politik sıkıntıları saymaz isek- Belfast, dramın dozunu asla fazla kaçırmıyor. Film olaylar gereği ne zaman dramatikleşir gibi olsa ya Buddy karakterinin yardımıyla ya da aile birlikteliğinin sıcaklığıyla bir şekilde direksiyonunu çeviriyor ve komedi yüzünü gösteriyor izleyiciye. Günümüz dünyasına önce “renkli” bir gözlükle bakan Belfast, akabinde siyah-beyaza geçiyor ve biz de bir anda geçmişin Belfast’ına baktığımızı bu şekilde anlıyoruz. Renkli kareleri bir daha sadece tiyatro oyunu esnasında görebiliyoruz: İzleyiciler yine siyah-beyaz kalırken oyunu oynayanları tüm renkleriyle görebiliyoruz. Filmin başındaki renk geçişine direkt bir yorum getirebilsek de filmin devamında gördüğümüz bu küçük oyunu direkt anlamlandırabilmek güç: Tiyatronun ve sinemanın hayata anlam ve renk kattığına, her daim “şimdiyi” sanatta bulabileceğimize dair daha basit bir anlamı olabilir ya da renkli dünyadan siyah-beyaz bir filmi izleyen bizlerin yaşadığı kontrast gibi film karakterleri de tiyatroyu izlerken aynı kontrastı yaşıyor olabilir.

Anılar Aynı Olmasa da Hisler Aynı: İnsanlığın Ortak Deneyimi
Bir çocuğun -Buddy- gözünden özlemi, hüznü, korkuyu ve sevgiyi deneyimlediğimiz Belfast, ana karakterini yaşattıklarıyla büyütürken bizleri de çocukken deneyimlediğimiz olayları düşünmeye, benzer şeyleri yaşamış olsak da olmasak da hikâyenin içine davet ediyor. Buddy’nin hissetmiş olduklarını hissetmek için illâ ki 1960’larda olduğu gibi bir ülke içi çatışmaya tanık olmaya gerek yok. Ailenin parçalanmasından korkmak, sevdiklerini korumak istemek, aile büyüklerinin ölmesinden korkmak, büyüdüğün, yaşadığın yeri bırakmaktan çekinmek, dünyayı keşfetmeye çalışmak ve bunu yaparken elbette ki hata yapmak insanlığın ortak deneyimi. Bu açıdan Belfast izleyene sevgiyle karışık bir empatiyle birlikte yoğun bir nostalji hissi de veriyor.

İlk defa birinden hoşlanmak, aşkı ve sevgiyi tanımaya çalışmak ancak bu esnada ailenin güvenliğinin tehdit altında olması bir çocuk için oldukça yıkıcı ve de onu anında büyümeye davet eden bir durum elbette. Buddy ara sıra yaşının verdiği bir dürüstlükle duygularını direkt olarak ifade edince, “belki de hepimiz böyle, bir çocuk dürüstlüğünde ifade etmeliyiz kendimizi” diye düşünmeden edemiyor insan. Sinemada ana karakter olarak çocukları görmeyi özellikle çok sevdiğimizi düşünüyorum, zira çocuklar bize zamanın olağan getirisiyle kaybolan doğallığımızı, çok çabuk şekilde mutlu olabilen saf ruhumuzu ve katkısız neşemizi hatırlatıyor.

Çocukluğumuza Yazılmış Bir Aşk Mektubu
Filmde kameranın sıklıkla alt açıyı kullandığını görüyoruz. Bu konumda ailenin babasını ve dedesini gördüğümüzde bu karakterlerin bizim gözümüzü korkutmaktan çok bize güven verdiğini görüyoruz. Bu açıdan düşündüğümüzde, belki de Kenneth Branagh için çocukluğunda babasının ve de dedesinin ne anlama geldiğini gördüğümüzü söyleyebiliriz. Lâkin tüm bu güvene rağmen hiçbir şey mükemmel değil: Baba karakteri parasını bazen at yarışlarına yatırıyor. Aileye ait parayı harcıyor ve iş için sık sık evi terk ediyor olsa da çocuklara güven ve sevgi duygusunu aşılıyor. Üstelik çocukların kısa boyları nedeniyle bizim bu karakterleri görüş açımız bir çocuğunkine benziyor, bu durum da ana karakterin çocuk olduğu gerçeğini ve kısa süreliğine de olsa bizim de bir çocuk gibi düşünüyor oluşumuzu doğruluyor veya destekliyor. Babaya hiçbir zaman kızamıyor oluşumuz da yine karakterleri annenin gözünden değil de Buddy’nin gözünden görüyor olduğumuz gerçeğini ortaya çıkarıyor: Aile bireylerine kızamıyor, hata yapsalar da hemen unutuyoruz.

Filmdeki “düşman” olan Billy Clanton (Colin Morgan) ise filmin siyah-beyaz oluşunun verdiği kuvvetle ve yüzüne inen gölgelerle daha da tekinsiz bir hâl alıyor. Merlin (2008-2012)dizisinden tanıdığımız ve orada oldukça sevimli bir karakteri canlandıran Morgan’ın değişimi gölge ve ışık oyunlarının ve tabii ki iyi bir oyunculuğun neler yapabileceğini gösteriyor bizlere. Filmdeki pek çok diyalog iç ısıtacak şekilde yazılmış: Babaanne ve dede arasında şakayla karışık hâlen hissedilmekte olan aşk, uzun yıllar birlikte olmanın getirdiği sonsuz bir sadakat duygusu ve aile büyükleriyle vakit geçirmenin keyfi paha biçilemez bir huzur veriyor.

Film ara sıra ters köşe yapacakmış gibi durup korkutsa da her daim keyifli bir tonda ilerlemesiyle festivalde izlediğimiz pek çok üzücü filmden sonra bizlere ilaç gibi geliyor. Buna ek olarak filmde The Man Who Shot Liberty Valance (Kahramanın Sonu, 1962) ve High Noon (Kahraman Şerif, 1952) gibi klasikleri görmek heyecan verici (High Noon’da da ana karakter yaşadığı kasabayı terk edip etmemek konusunda ikileme düşer, bir yandan da sevdiklerini korumaya çalışır). Biz nasıl gündelik hayattan kopmak için sinemaya gidiyor ve başka hayatların gözünden dünyayı ve kendimizi izliyorsak, Belfast’taki aile de aynısını yapıyor, bu açıdan film yumuşak bir ayna olma görevini sürdürüyor.
