Yalnızlık dışsal bir edim halini aldığında onu öznenin ruhunda somutlaştırabilmek için birtakım somut eylemlere ihtiyaç vardır. Öte yandan yalnızlık bir beden ile bütünleşmedikçe desteklenemez; yakınlaşma ihtiyacını doyuramaz. Bu bakımdan bazen mesafeleri ölçmek yol ne kadar uzun olursa olsun doğrudan bir yere doğru yürüme eylemini alevlendirir. Bunu gerçek kılmak süreksizliğin yıkımına işaret ederken fark etmeden sonsuzluğun doğumunu da buyurur. Böylece yalnızlık artık dışsal ceketini sandalyenin bir kenarına bırakıp içsel olarak bedenin üzerinde bir gömleğin yakaları gibi belli belirsiz salınır. Direnme eylemi durağanlığı kabul etmediğinden, bedenin yalnızlık ile olan direnişi gömleğin tam da cebinde bulunabilir. Finlandiyalı yönetmen Juho Kuosmanen’in son filmi olan Compartment N°6 (Hytti Nro 6) yalnızlığın resmini oldukça özenli bir şekilde çizen bir yapım olarak karşımıza çıkıyor. Film, Finlandiyalı yazar Rosa Liksom’un aynı adlı romanından uyarlanmış hem fiziki hem de içsel bir yolculuk.

Olanaksız Hassasiyet
Başımızı nereye çevirirsek çevirelim ne eylemler arasında birbirini takip eden bir halat ne de ufukta bir gelecek mevcut. Sadece akışın sunduğu özneler arası kitle iletişim noktaları ortaya çıkıyor. Moskova’dan Ulan Batur’a uzanan bir yolculukta, yer yer misafirleri olan ancak toplamda iki kişinin paylaştığı bir kompartımanın içinde, uyanmak üzere olan bir hayat söz konusu. Rosa Liksom’un bir nevi şahsen deneyimlemiş olduğu bu anlatı, Kuosmanen’in anlatı evreninde oldukça nadide bir noktaya oturuyor. Kamera dilinin kış mevsiminin renklerine olan dokunuşu ise, detaylarda solukluğunu belli eden canlılığa kaptırmış kendini. Karakterler arasında yaşanan ve dinamiği sürekli yükselişte olan insanın en salt heyecanı, keşmekeş bir çılgınlık yaratıyor. Yönetmenin bu anlatım dili izleyiciyi kör eden cinsten değil, aksine olayları takip eden gözü törpüleyen ve onu sivrilten bir yapıda. Sovyet halkına ait bir yelpaze sunması da filmin görsel çeşitliliğini ve anlatımını katlandıran bir unsur.

Votka, Ter ve Gözyaşı
Filmin ana karakterleri olarak Vadim (Yuriy Borisov) ve Laura (Seidi Haarla) ikilisini ele alacak olursak her iki karakterin de kendilerini defalarca kez doğurup öldürdüklerini söyleyebiliriz. Her ikisinin de karakter çizimi okunmaya oldukça açık, tüm perdeleri sonuna kadar açılmış şekilde sunuluyor. Böylece onların kırılgan, çökmüş ve yalnız yanlarını onlardan önce tespit edebiliyoruz. Laura karakteriyle birlikte, film boyunca bizi içine misafir eden kompartımana adımımızı attığımızda ortada olmayan bir telefonun her iki karakter için de çalması bekleniyordu. Her ikisinin de tek ihtiyacı olan bir aramaydı. Belki çalan telefonu açmazlardı ancak bir sesin yalnızlıklarına dokunduğunu bilmek her ikisi için de yaşamak adına bir sebebin kaynağıydı. Kayıp ve güvensiz olan bu iki karakter de başlangıçta birbirlerine olan benzerliklerini inkâr eder tonda çizilmiş. Anlatım çerçevesinde alışılmışın dışını aşındırmayan Kuosmanen, Vadim karakterini dışarıya dönük bir sertlikte çizerken Laura karakterini ise içine dönük bir sertlikle ifade etmiş. İki karakter arasındaki bu zıtlık neredeyse tek mekânı ödüllendiren bu filmde, çeşitlilik yaratmış. Öte yandan film asıl anlatısını kompartımanda yaşatsa da Compartment N°6 için tek mekân filmi demek hayli güç. Nitekim içsel olduğu kadar, içselin dışarıya bağımlı olduğu bir film aynı zamanda.

Masumiyetin Bayatlamış Kokusu
Bir nevi kirlenmiş ruhların kendi aralarında gizlice anlaşmış olduğu kayıp yolun sürekli kayıp statüsünden çıkması, varlığını hissettiren masumiyeti sorgulatır nitelikte. Anlatımda hiçbir zaman tek çıkış yolu yok, her zaman başka yollar mevcut. Yol, kanatlarını nereye doğru açarsa habersizce aralarında sözleşmiş olan olayın kahramanları kendilerini buluyorlar. Anlatımın akışı son derece kendine güvenen adımlarla ilerlediğinden üzerimize doğru gelen yol ayrılıkları ve birleşimleri izleyiciyi rahatsız eden düzeyde değil. Bu bakımdan masumiyet bayatlamış olsa da olaylar henüz gençliklerinden bir şey kaybetmiş değil.

Belki filmi izlerken bahsi geçen kompartımanda mekânın kokusunu içimize çekmek güç olabilir ancak kuşkusuz kış mevsiminin tadını izlerken ağzınızda hissedebilir, keskin esintisini kulaklarınızın dış çeperine davet edebilirsiniz. Öte yandan Juho Kuosmanen, kış mevsiminin yansımasını son derece gerçekçi bir şekilde ele almış. Doğru kelimeyi bulmak gerekirse, filmde hiç bahsedilmeyen bir arkadaşlığın gölgesi tam da kış mevsiminin korkunç soğukluğudur denebilir. Bu gölge her iki karakteri de film boyunca çeşitli izler aracılığıyla takip eder. Bu bağlamda Compartment N°6 filmini izlemek, oldukça ağır soğukların altında yatan sıcak bir dostluğun kavrulmasına tanık olmaktır.

Önümdeki Parıldayan Manzarada Kendimi Görebiliyorum
Ne politik ne de sosyal açıdan, bilinçli olarak dışa vurduğu bir mesajı olmayan Compartment N°6, bir köşeye çekilip kafayı çekmek isteyeceğiniz türden büyülü bir film. 80’li yılların arka planda gizli özne olarak perdelerini çekmiş olması ise çekeceğiniz kafayı herhangi bir yabancı ile paylaşmanıza engel olabilecek her şeyi arka plana atıyor. Filmin elinde tuttuğu en büyük güç, yalnız yolculuk yapmanın hemen herkesin üzerinde benzer duygular oluşturmasıdır. Bu durumdan oldukça beslenen yönetmen herkesin ya geçmişinde gerçekleşmiş ya da gelecekte gerçekleşmesi muhtemel olan duyusal ve duygusal boşlukları dolduruyor.

Compartment N°6 yer yer Jerzy Kawalerowicz’in 1959 yapımı Night Train (Pociag), Satyajit Ray’in 1966 yapımı Nayak ve Jim Jarmusch’un 1989 yapımı Mystery Train adlı filmini akıllara getiriyor. Ancak bu benzerlikler kesinlikle ne Alfred Hitchcock tarzında bir karanlığa ne de Andrzej Żuławski aurasında bir dokunuşa sahip. Kendi tekinsiz ilişki zincirinde paslarını sürekli birbirine sürten bu hikâyeye filme eşlik eden Desireless’ın Voyage Voyage şarkısı oldukça anlamlı bir şekilde eşlik ediyor. Öte yandan farkında olmadan ana karakterlerin sırtı sonsuz bir seyahatin yastığına yaslanmış durumda. Ölümcül fikirlere kapılıp olabildiğince yükseklere uçmaya çalışan bu ikili İkarus’un (Icarus) düşüşünü ortaklaşa deneyimliyorlar.

Haşlanmış Yumurtanın Kötü Koktuğunu Herkes Bilir
İlginç ve bir o kadar da rahatsız bir dinamiği olan Compartment N°6’yı izlemek, bir anlamda haşlanmış yumurtaların konmuş olduğu ve bütün gün kapalı olan bir odanın içine bile isteye girmektir. Bu durumun en çekici yanı ise zaten baştan beri kendisine yabancı olanın, odaya yabancılık hissini aşılayan haşlanmış yumurtaların kokusunu bile fark etmemesidir. Öte yandan Juho Kuosmanen’in hem anlatı akışı hem de senaryo inşası bakımından izleyiciye yansıtmış olduğu tüm karakterler birbirine yabancı, birbirlerine bir o kadar da yakınlar. Öyle ki birbirlerinin yanlarından ayrılırken kimi zaman eşyalarını bile sorgulamıyorlar. Zaten sadece öznelerini sorgulamak için çıkılan bir yolculukta öznenin nesnesini araması, çoktan kaybolmuş olmanın bir işaretidir. Kuosmanen, Compartment N°6 ile neye sahip olacağımızı hiçbir zaman bilemeyeceğimiz hayatlarımızda yol ayrımlarının olabileceğini vurgularken, bu ayrımların kavislerini içeren bir haritanın taslağını çizmiş.
