2011 yılından bu yana her yıl evrenini hem anlatım biçimleri hem içerik hem de oyuncu kadrosu itibariyle genişleten American Horror Story (AHS) serisi bu yıl özellikle geçtiğimiz son 4 sezonuna nazaran kendine has daha yenilikçi bir yolun peşine düşmüş gözüküyor. Serinin son sezonunu piyasaya sürmeden hemen bir ay öncesinde American Horror Stories ile izleyiciyi kalıplaşmış korku kalıplarına girmeye tekrar hazırlayan dizinin yaratıcıları Ryan Murphy ve Brad Falchuk ikilisi, American Horror Story: Double Feature (10. sezon) ile tam anlamıyla köklerine geri dönüyor. Önceki ilk beş sezonu ile doğrudan bağlantıları ve göndermeleri de olan son sezon beklentileri aşan bir enerji ile karşımızda.

Bunu yaparken içeriklerinde her zaman bir nevi slogan niteliğinde olan klişe korku anlatılarının kemiklerini birer birer kırıyor. Sezon bizi sadece içerik bağlamında değil aynı zamanda biçimsel dışavurumu ile de şaşırtıyor. American Horror Story: Double Feature, adının da ima ettiği üzere (Double Feature dilimize “İki Film Birden” şeklinde çevrilebilir) sezon içinde sezon olarak tasarlanmış. İlk 6 bölüm Red Tide başlığı altında toplanırken, Death Valley başlığında ise sezonun son 4 bölümünü izlemiş oluyoruz. Bu sezon içinde sezon anlatımı, her iki “sezonu” da içerik anlamında birbirine bağlamıyor. Ryan Murphy ve Brad Falchuk ikilisinin seriye getirmiş olduğu bu yenilikçi anlatım biçimi, doğal olarak sezon sonuna doğru bir açlık hissi yaratıyor, çok daha fazla bölüm görmek istiyoruz. Özellikle Death Valley kısmının tadı damağımızda kalıyor diyebiliriz.

Tepelerin Kamburunu Sızlatan Alacakaranlık
Sezonun temasını Instagram üzerinden oylamaya sunan Ryan Murphy için toplamda muhtemel 6 tema vardı:
- Sirens (sirenler, öte dünyanın ilham perileri)
- Aliens (uzaylılar)
- Plague (salgın)
- Bloody Mary [1] (bkz. dipnot)
- Piggy Man (domuz kafalı adam)
- X-Mas Horror (Noel korku hikayeleri)
İlk oylama ile liste 4 seçeneğe indirildi. Bunlar sırasıyla AHS Aliens, AHS Bloody Mary, AHS Sirens ve AHS Plague idi. Oylamayı takiben listenin öne çıkan iki seçeneği ise AHS Aliens ile AHS Sirens oldu. Sezonun ilk kısmı olan Red Tide bölümleri anlatıyı AHS Sirens teması üzerinden takip ederken Death Valley bölümlerinde ise koltuğu AHS Aliens alıyor. Bu iki tema sadece anlatılarının farklılıklarıyla dikkat çekmekle kalmıyor, ayrıca yansıtma biçimleri bakımından da diğer sezonlara göre çok daha özenli ve belli bir kronolojiye uygun hareket ediyor. Serinin yaratıcıları sezonun ilk kısmındaki hikâyeyi deniz kıyısında bir kasabaya yerleştirmişken, ikinci kısımda bu mekânın tüm kalıntılarından uzaklaşıyor, kendimizi çölün ortasında buluyoruz. Biçim, yerleşmiş olduğu hikayelerde sağlam bir çatı olarak anlatımın özünü tüm fırtınalardan korur nitelikte.

Geçmişin Hayaleti Peşinde
Eve asla geri dönemiyorsak onun hayaletini de kendimizle beraber taşıyoruz demektir. Bir evin hayaleti ise o evde yaşayan her bireyin, her nesnenin, her anının tatlı kabusunu da taşımak demektir. Sezonun ilk bölümü olan Cape Fear’ın (Korku Burnu) bu anlamda Murder House’a bir gönderme olduğunu açıkça görebiliyoruz. Ancak bölüm sadece bununla yetinmiyor. Aynı zamanda serinin dördüncü sezonu olan American Horror Story: Freak Show’a da şapka çıkartıyor. Mükemmele ulaşmanın en katı bedellerini ödeyen Elsa Mars’ın (Jessica Lange) mükemmellik uğruna sergilemiş olduğu tüm arzusu, hırsı, ihtirası Red Tide’ın her bir yanına nüfuz etmiş.Bu anlamda American Horror Story: Double Feature’ın ilk kısmı eve doğru yola çıkıyor ama asla eve varamıyor. Bunun ağırlığı ise trajik bir şekilde bölümün içine siniyor.

Dünyanın Sonunda Gördüğüm Son Şey
Bu sezon her ne kadar hayaletlerini de peşinden sürüklese de odağını ona musallat olan geçmişin tebessümlerine tam olarak teslim etmiyor. Kuzey Carolina’da bir burun olan Cape Fear, bizi küçük bir kasabanın kasvetli atmosferine misafir ediyor. Mekânın kullanımı aktarılan hikâyeye karakteristik bir korku havası katarken, burada sadece bireylerin değil cansız sayılabilecek her şeyin bir sırrı olduğu izlenimine kapılıyoruz. Öyle ki masada alelade duran bir bardak bile kuşkularımızı üzerine toplamamıza neden olabiliyor. Hikâyeyi içine almayı kabul eden kasaba ise her bir karesinde izleyicinin kafasını bir maket mekânın içinde daldırıyor. Bu düzlemdeki zemin ise akıllara Charlie Kaufman’ın 2008 yapımı Synecdoche, New York filmini getiriyor. Kasaba küçük ancak içine girdiğiniz anda sizi daha da küçülten bir yapısı var. Onun içinde büyük olmak pek de mümkün değil.

Ryan Murphy ve Brad Falchuk tarafından yazılan, John J. Gray tarafından yönetilen Cape Fear, ilk bakışta hem çekim dili hem de karakter ve mekân kullanımı açısından Stanley Kubrick’in 1980 yapımı The Shining filmini anımsatıyor. Klasikleşmiş ve bir bakıma kalıplaşmış gerilim öğelerinin bilinçli bir şekilde yerleştirilmiş olması ise takibi kolay bir anlatımın açığa çıkarıyor. Daha önce AHS evreninde yönetmenliğiyle sık sık karşımıza çıkan John J. Gray bölümü olabildiğince renklerinden ayırıp onu mümkün olan en karanlık şekilde aydınlatmış. Öyle ki Cape Fear’ın tam kıyısında gözlerimizi açtığımız grimsi gökyüzü gözleri böylesine karanlık bir ortamda aydınlıktan kör etmek için yeterli.

American Horror Stories’den sonra AHS’nin 10. sezonunda da Netflix platformuna doğrudan yapılan göndermeler mevcut. AHS evreninin (Stories dahil) hiçbir zaman FX platformundan ayrılmamış olduğunu da hatırlatalım, dolayısıyla Ryan Murphy ve Brad Falchuk ikilisi bu tür muzır göndermelerle dikkat çekiyor. Sezonun tüm bölümlerini günümüz dünyasına yönelik bir eleştiri kümesi olarak düşünürsek Netflix’in de bu hiciv durumundan pay alması şaşırtmıyor. Ryan Murphy’nin 2020 yılında Ratched ile Netflix için üretim tarafına geçmesi bu anlamda onu hicivlerinde daha esnek bir alana çekiyor. Ayrıca Murphy’nin Netflix için şu sıralarda Andy Warhol ve Marlene Dietrich için de birer belgesel projesinde çalıştığını eklemek gerek. Daha önce American Horror Story: Freak Show’da Elsa Mars karakterini Marlene Dietrich portresinde çizdiğini düşünecek olursak bu iki belgesel serisinin onun elinden çıkacak olması oldukça heyecan verici. Buna rağmen ikilinin senaryo akışında Netflix’e yönelik göndermelerde bulunması bazen hikâyenin gerilim momentumunu bozar nitelikte. Ayrıca Ryan Murphy ile Brad Falchuk’un AHS evreninde yönetmenlikten ziyade yazarlık ve yapımcılık alanında yer almalarının, serinin kalitesinde her zaman belli bir istikrarsızlık oluşturduğunu da eklemek gerekir.

Biz İnsanları Sevmeyiz. Biz, Kendimizi Sevmekteyiz
Cape Fear insana dair ne varsa hepsini kullanıp insandan farklı bir varlığa dönüşme çabaları içerisine giren birçok karakter barındırıyor. Bu durumun en tebessüm ettiren tarafı ise insandan farklı olana dönüşürken bile insanın özündeki taşkın özellikleri asla terk etmemiş olması ve sonucunda tekrar başladığı noktaya, kendi insanlığına dönmesi oluyor. Sezonun yapımcıları arasında yer alan ve AHS evreninde başlangıçtan beri bizimle olan Sarah Paulson’ı Tüberküloz Karen rolünde görüyoruz. Her sezonda olduğu gibi bu sezonda da makyaj ve kostüm departmanının marifetleri ön planda. Sarah Paulson özellikle bu sezonda iki kısımda da yer almasıyla ve her ikisindeki farklı konum ve görselliğiyle büyüleyici bir performans sergiliyor.

Evan Peters ise AHS evreninde uzun süredir beklenen bir isimdi. Kendisini bir süredir serinin önceki sezonlarında göremesek de American Horror Story: Double Feature’da Austin Sommers karakteri sayesinde onunla tekrar karşılaşmak mümkün oldu. Sezonun sadece ilk kısmında yer alan Peters’ı ne kadar özlediğimizi ve AHS evrenine ne kadar yakıştırdığımızı bir kez daha deneyimlemiş olduk. Sezonun en sürpriz ismi ise Mickey karakteriyle Macaulay Culkin oldu. Hayat vermiş olduğu karakterin içinde hiç sırıtmayan Culkin, anlatımda kilit noktası oluşturan bir karakteri canlandırıyor.

Freak Show sezonuyla aramıza katılan Finn Wittrock ise, canlandırmış olduğu Harry Gardner karakteriyle kuşkusuz sinema tarihinde önemli sayılabilecek karakterlerden biri olan Jack Torrance’ı hatırlatıyor. AHS evrenine oldukça yakışan ve yine bir süredir serinin son sezonlarında görmediğimiz oyunculardan biri olan Wittrock’un karakteriyle tam olarak uyum sağladığını söylemek mümkün. American Horror Story: Coven sezonuyla dikkatimizi çeken ve serinin önemli oyuncularından bir diğeri olan Lily Rabe, fazlasıyla trajik bir karakter olan Doris Gardner’a hayat veriyor. Hem de onunkisi Shelley Duvall’in canlandırdığı Wendy Torrance’ınki gibi bir trajedi değil. Onunkisi daha derin bir noktaya isabet ediyor.

Double Feature’ı sağlam yapıp zenginleştiren en önemli ve aslında temel unsurlardan biri de oyuncuları. Bu sezonda geçmiş sezonlarda favorimiz olan her oyuncuyla karşılaşıyoruz ve hepsinin muazzam performansını deneyimliyoruz. Bu oyuncular arasında Frances Conroy da var. Serinin ilk sezonundan beri hayat verdiği her karakterde kendine has bir dışavurumu olan Conroy, AHS’nin sahip olduğu en iyi oyunculardan kuşkusuz. Onu sezonda hem egosu hem de alter egosuyla beraber Belle Noir ve Sarah Cunningham karakterlerinde görüyoruz. AHS evrenine yeni katılanlar arasında en genç üye olan Ryan Kiera Armstrong ise Alma Gardner karakterini anlatı boyunca içinde yaşıyor.

Serinin devam sezonlarında kendisini tekrar görebileceğimize dair umudumuz var. Bölüm bölüm inceleyeceğimiz sezonun ilk kısmının her bölümünde karşımıza çıkan Pale Person güruhu (Pale people?) ise ironik bir şekilde anlatıya renk katan ve en yenilikçi olan kısım. Onların hikâyede yakalamış oldukları armoni, mesajı aktarma konusunda fazlasıyla etkin. American Horror Story: Cult sezonuyla AHS’de yerini alan Billie Lourd, Leslie ‘Lark’ Feldman karakteriyle sezonun Red Tide kısmında dikkatimizi çekenlerden. Aynı listeye Leslie Grossman (Ursula Khan), Denis O’Hare (Holden Vaughn), Angelica Ross (Kimyacı) ve Adina Porter’ı da (Şef Burleson) eklemek mümkün.

Solgun Bir Yıldırımın Çift Ağızlı Bıçağı Olur
Eğer mükemmele ulaşma yolunda solmayı göze alıyorsak çift ağızlı bir bıçakla karşı karşıya kaldığımızı bilmemiz gerekir. AHS serisinde hemen her sezonda mükemmele ulaşmanın ne kadar fedakârlık gerektirdiğine dair göndermelerle karşılaşırız. Özellikle bu fedakârlık kendini bile kendinden ayırmak konusuna girip kişiyi başkalaştırıyorsa yıkıcı olayları da peşinde getiriyor. Red Tide’ın ilk bölümünde bu anlatıma oldukça temiz bir şekilde giriş yapılmış. Özellikle sanat ve yaratım dünyasına yapılan atıflar da sanki Ryan Murphy ve Brad Falchuk ikilisi bir barda masaya oturup dertleşiyor tadında geçiyor. İkilinin birçok karakter üzerinden kendileriyle sohbetine rahatlıkla (ve keyifle) tanık olabiliriz. Yaratıcı bünyelerin yaratma esnasındaki zorluklarına her açıdan yorum getiren senaryo yapısı, herkesin bildiği ya da tahmin edebildiği gerçeklere olabildiğince fantastik kıyafetler giydiriyor. Bu da sezonun yaratıcı yanını besliyor.

Sonsuza Dek Düşleyerek Hep Aynı Kalmalarını Sağlayabilir miyiz?
Double Feature’ın modern dünyada dönüşüm hallerini, modellerini su yüzüne çıkardığı düşünülürse, düşlemek aynı kalabilmek için yeterli bir eylem değil. Istırap çekerek gruplar halinde dolaşmak, adeta kendine bir kült yaratmak dönüşmek için vazgeçilmez bir kapı açıyor. Bu öyle içinden çıkılmaz bir durum ki sadece gecenin zifiri karanlığında değil aynı zamanda gündüzün en cennetvari vaktinde bile kapımızı çalmıyor, onu kırıp geçiyor. Ancak her şeyden öte durumu en zavallı ve acınası kılan nokta, dönüşüm esnasında çekilen acıdan bihaber olmak. Acı gelince herkesi bir uyku basar, masal hayvanı ise çoktan kanatlarını çırpmış ve tüylerinden bazılarını zemine bırakmıştır bile.
[1] Bloody Mary (Kanlı Mary) domates suyu, votka ve baharatlarla yapılan bir içkiye verilen isim. Ancak burada daha çok Amerikan folklorunda karşılığını bulan, bir aynanın önünde adı tekrar edildiğinde görüntüsü aynada beliren hayaletler kast ediliyor.
