Gün ışığının artık ısıtmak yerine tüm bedeni dondurmaya başladığı o an artık özgürlüğün yalnız bir yola dönüştüğü andır. Bu esnada bireye ait düşüncenin kendine olan mesafesi giderek uzamaya başlar. Kalp altından da yapılmış olsa aynı güneşin altında kalmak onu buz kestirecektir. Ancak ısınabileceğimiz bir ateşin etrafında olmayı bekleyerek doğru atacağımız adımı hissedebiliriz. Romantik poetikanın en saldırgan ilkesi kayıtsızlık ise bu yolda en keskin biçimde benliğin temsilini ikiye ayırır. Joachim Trier’in bu yıl çok konuşulan ve festivallerdeki seyahati hâlâ devam etmekte olan filmi The Worst Person in the World (Dünyanın En Kötü İnsanı – 2021), kendi benliğini parçalarına ayırmak için iki yol değil, on iki yol birden deniyor. Bütün yolları bir Alice edasıyla takip eden Julie (Renate Reinsve), kararların dilde belirlenişi ile onların eyleme döküldüğü andaki anlamlarının suskunluğunu keşfediyor önce. Sonra hepsinin üzerine birer birer taş bırakıyor. Böylece bir modern çağ anlatısının da inşası yapılmaya başlıyor. Bireyin nesnel aynası onun hayalinde şiirselleşmeye adımını atarken, gerçeklik tekdüze olan sonluluğa doğru sürükleniyor.

Naifliğin Kayıp Cenneti
Senaryosunu bu yılın en yaratıcı yapımlarından biri olan The Innocents (De Uskyldige) filminin yaratıcısı, Norveç sinemasının en nadide zihinlerinden Eskil Vogt ile birlikte yazan Joachim Trier, didaktik anlatıma oldukça açık olan The Worst Person in the World’ü olası hicivsel dokunuşların hepsinden ayırarak ortaya nesnel bir yapım çıkarmış. Julie karakteri sessizliğin sesine tahammül edemeyen ve her adım attığı anda bir gürültü çıkarmayı oldukça iyi başaran bir karakter. Öyle ki gürültü onun için, en çok da kendini duymamak adına var olmak zorunda. Öte yandan böylesine bir sessizlikte kendisini duymak ona her seferinde alacağı başka kararların zorunlu adımlarını attırıyor. Yine de nihayetinde kendi sesini duymayı özlediği an onu tamamen kaybettiği için artık sesinin rengini dahi bilmiyor. Bu da onun oluşum halindeki özdeşliğini yıkıyor ve kendisini kendinden tüketiyor. Bu anlamda Julie, kesinlikle sokakta karşılaşma ihtimalimiz en yüksek olan karakterlerden biri. Bu yüzden film boyunca onun tanıtılmasına gereksinim duymadan Trier bizi doğrudan olayların içine çekiyor. Neticede Julie ile çoktan tanıştık, artık Julie’nin bize, devinim içinde olan Julie’yi tanıtması gerekir.

Dünyanın Dili Olduğu Ölçüde Evrensel
Joachim Trier, film boyunca bize üç temel dil ile hitap ediyor. Bunlardan biri Julie, biri Aksel (Anders Danielsen Lie), diğeri ise Eivind (Herbert Nordrum). Hepsi de başka dünyalarda birbirlerine rehberlik ediyor. Her ne kadar dünyalarının ritimleri birbirlerininkinden çok daha farklı olsa da onlardan ortak bir dünya yaratma sürecine giriyorlar. Hiçbirinin gözleri göklerde değil, hepsi hayattaki kendi kayıplarını birbirleriyle paylaşıyor, bir nevi karınlarını bu kayıplarla doyuruyorlar.

Oslo Dile Geliyor
Joachim Trier’in sırasıyla Reprise (2006) ve Oslo, 31 August (2011) filmlerinin ardından Oslo üçlemesinin son ayağını oluşturan The Worst Person in the World, adeta Oslo’yu dile getiriyor. Her sokağın atmosferi, restoranlar, dükkânlar, karakterler dünyada kendilerine ayrılmış bir şehrin içinde var olmaya çalışırken onlar aralarındaki en büyük dedikodularını geliştiriyorlar. Onların dedikodularına son vermek için ise zamanı bir noktada dondurup insanın kendi gibi o esnada hareket halinde olanı bulması gerekiyor. Anın yekpareliği burada tam anlamıyla Julie’nin fantezisiyle dertleşir. Akışkan bir an olmadan bilincin kendi başına kaldığı bu noktada deneysel dünyanın faaliyetleri araya girer. Trier, Reprise adlı filminde uyguladığı aynı çekim dilini The Worst Person in the World filmine de giydiriyor. Görüntüler her durduğu noktada düşünsel olanın ifadesine hizmet ediyor. Donuk bir görüntüde hareket halinde, tamamen özgür olan Julie ise bir anlamda kendi mülkiyetini ele geçirir. Donuk bir anın hazırlıksız akşamının tadı bu açıdan vazgeçilmez olarak havada asılı kalır.

Anın Güzelliğini Küçümseyebilirsin Ancak Beni Kandıramazsın
Bazı anılar avuç içinden kayıp gitse ve onlara bir daha ulaşamayacağımızı bilsek de tam avuçtan kayıp gitmeden anların kölesi olabiliriz. Onları unutmamak için tekrar olabilmelerini umarız. Bunu durdurmanın herhangi bir yolu olmadığı için zihnimizde kendimize sürekli aynı tişörtü giydiririz. Filmdeki fragmanların edebi tadı tam bu noktada yerinden kalkar. Bir karakter üzerinden yürüyen ardışık seçimlerin silsilesi dünyanın içinden bir figürün üzerine teoriler geliştirmemiz için çok fazla seçenek sunar. Julie’nin atmosfere bıraktığı sinyaller hiçbir zaman onu birinin duyacağı anlamına gelmiyor. Bu yüzden karakterin defalarca kez kendisini kaybetmesi hiçbir hicvi doğrulamıyor. Aradığında seni duyabilecek birinin olması kendini kilitlediğin duvarların içinden çıkmaya yarıyorsa, yanlış numara da olsa Julie için bu hiçbir zaman durmak anlamına gelmiyor. O, başarabileceğini sanmasa da aynı bankta her gün aynı saatte oturmayı deneyerek vermiş olduğu sinyallerin ulaşıp ulaşmadığını kontrol etmeye yemin etmiş.

Joachim Trier bu anlamda akıllara Krzysztof Kieślowski’nin 1987 yapımı Blind Chance (Przypadek) filmini getiriyor. Hem kamera dilinin durağan hareketliliği anlamında hem ortaya saçılan olayların birbirini takip ettiği noktalardaki tesadüfi unsurlarla hem de şehrin kullanımı açısından yönetmenin vermiş olduğu sinyaller de gözden kaçmıyor. Hayat, The Worst Person in the World, yaşama dair başka bir isim arıyor.

Kefaret Avı Hiç Bitmiyor
Film her ne kadar toplamda 12 bölümden oluşuyor olsa da içine en azından birkaç fragman alabilecek potansiyele sahip. Ölüm kavramına yönelik hayatın karakterlerin avucuna sessiz bir şekilde bıraktığı bayat espri, eylemin akışını durdurmak için yeterli değil. Julie’nin başlangıçtaki hareket halindeki karakterini sonlara doğru geride bırakıp sadece gözlemci yanını doğurduğu nokta, bir bakıma hayat, tesadüf, kader gibi başlıkları doğrudan başka bir konuma yerleştirir. Böylece arzu eden ile edilenin aynı karakter aracılığıyla tamamen aynı bedende deneyimlenmesine tanık oluruz. Bu anlamda Oslo’nun en karanlık sokaklarında bile anı buz kesen bir ışık vardır kuşkusuz.
