TOUCH OF EVIL: Welles’in Eşsiz Anlatımıyla Bir Çürümüşlük Öyküsü

Touch of Evil filmini Kadıköy Belediyesi’nin Sinematek’inde geçtiğimiz haftalarda izleme fırsatını bulduk. Dışavurumcu Alman Sineması gösterimleri kapsamında programa giren, daha önceden elbette ki izlemiş olduğumuz, bu sinema tarihinde yeri büyük filmi dev ekranda izlemek çok güzel bir deneyimdi. Whit Masterson’ın Badge of Evil (“Kötülük Nişanı” şeklinde çevrilebilir – 1956) adlı romanından ilham alınarak, 1958 yılında o dönemin sinemasının en çok konuşulan isimlerinden Orson Welles’in senaryosunu yazdığı, yönettiği, hem de filmdeki karakterlerden Hank Quinlan adlı polis şefine hayat verdiği Touch of Evil 1958 yapımı bir film olmakla beraber, 1940’lı yıllarda ortaya çıkmış olan ve etkileri hâlen görülebilen (bkz: neo-noir) Film Noir furyasının artık yavaş yavaş bitmekte olduğu zamanlarda göze çarpan bir yapım. Touch of Evil, Welles’in her film okulunda mutlaka adından söz ettiren Citizen Kane’i (Yurttaş Kane, 1941) kadar ünlenmese de sinema tarihi açısından elle tutulur bir öneme sahip.

Orson Welles & Charlton Heston

Film Noir’da ana karakter olarak genellikle salt iyi veya salt kötü karakterleri görmeyiz. Bu arada kalmış, gri, suç işlemekte olan ve filmin sonunda da bu sebepten ötürü cezalandırılan karakterler, söz konusu suçları işlemek için bencilce de olsa çeşitli sebeplere sahiptirler. İyi-kötü, fakir-zengin, suçlu-suçsuz gibi aralarında beyaz ve siyah kadar fark olan, yalnızca iki çeşit karakter türüne sahip çoğu Hollywood ve Yeşilçam filminin aksine, bu filmlerde suç işleyen karakterleri spektrumun iki ucundaki herhangi bir yere yerleştirmek kesinlikle mümkün değil. Mesela, en “kara”[1] Film Noir yapımlarından biri olan Double Indemnity’de (Çifte Tazminat, 1944) gördüğümüz Walter Neff (Fred MacMurray) karakterine odaklanalım: Aslında evli bir kadınla beraber olabilecek, bu kadın ve de daha fazla para kazanmak uğruna bir cinayet işleyebilecek, oldukça kolay yalan söyleyebilen bir karakterdir Walter Neff. Ama aynı zamanda da içimizden biridir, sıradan bir çalışandır.

Janet Leigh & Charlton Heston

Filmde amiri için bıraktığı ses kaydındaki itiraflarını göz önünde bulunduracak olursak, bu suçu aslında sadece kendisine amirini bir sigorta vakası konusunda kandırabileceğini ispatlamak için işlemiştir. Ne kadın ne de para umurundadır zira bunlar sadece kendisinin dış yüzeydeki motivasyonlarıdır. Dolayısıyla elimizde bir derinliği olan, hatta buzdağı gibi, görünenin de altında motivasyonları bulunan ve bunların çoğu zaman kendi bilinç düzeyine bile ulaşmadığı bir karakter, yani gerçek hayattan bir insan vardır. İçinde bulunduğumuz dünyada da gerçekten çok kötü insanlar bulunabilir. Ancak çok iyi insanlarda bile gerçekten “bencil” olarak adlandırabileceğimiz, kişinin sadece kendisinin çıkarına olan davranışlar görebiliriz, zira bu en “insanca” durumlardan bir tanesidir. Dolayısıyla bu “derinlik” katmanı izleyiciyle beyazperde arasındaki mesafeyi biraz daha azaltmış ve karakterleri biraz daha “içimizden biri” hâline getirmiştir.

Film Noir ve Geleceğini Tüketen Karakterleri

Touch of Evil’da ise bu derinlikli karakter Hank Quinlan’dır (Welles). Neredeyse diğer her karakter salt iyi veya kötüyken, kendisi kariyerinde ve hayatında hatalar yapmış, filmin sonunda da bu hataların bedelini ödeyen bir polis memurudur ve onun için bir gelecek yoktur artık, zira her şansını tüketmiştir. Pek çok Noir filminin aksine, bu filmde bu gri karakterin kurtulmasını veya aklanmasını ummayız. Mesela az önce verdiğimiz örnekteki filmde içten içe Walter’ın amirini kandırmasını keyifle izleriz ve de başarılı olmasını dileriz. Bu karakterin aslında bir suç işliyor oluşu ve bizim de bunu izleyici olarak onaylamamız, hatta belki de pohpohlamamız ayrı bir suçluluk duygusu yaratmaktadır. Ancak ilginç bir biçimde Touch of Evil’da durum böyle değildir, çünkü asıl ana karakterimiz Hank Quinlan değildir. Asıl karakterlerimiz, filmin ülkemizde Bitmeyen Balayı başlığıyla gösterime girmesine de ilham vermiş, birbirine deliler gibi aşık çiftimiz Susan ve de Mike Vargas’tır (Janet Leigh, Charlton Heston).

Filmin kendisi kadar ilginç olan açılışında ilk gördüğümüz şey bir bombadır. Bu bomba direkt olarak bir gerginlik unsuru yaratırken, henüz boş olan bir arabaya yerleştirilir. Hikâye ve karakterler hakkında hiçbir şey bilmezken bir anda her şeyin tam ortasında buluruz kendimizi. Akabinde tanımadığımız bir çift bu arabaya biner, biz bombanın patlayacağı anı endişeyle beklerken kadraja bir anda ana karakterlerimiz girer ve kamera içinde bomba olan arabayı takip etmeyi bırakır. İşte tam o anda asıl karakterlerimizle, aralarında geçen diyalog aracılığıyla tanışırız. Film daha ilk 1,5 dakikasında başımızı döndürmüş, bizi son hızla giden bir trene bindirivermiştir. Akabinde her şeyin sakin olduğu sokakta o az önce gördüğümüz ve patlamasını korkuyla beklemekte olduğumuz bomba patlar ve her şey kaotik bir hâl alır. Filmin bu kaotik hâli de sonuna dek devam eder.

Marlene Dietrich

Dejenere Olmuş Birinin Ekspresyonist Stilde Çizilen Kara Portresi

Bu filmden yalnızca 2 sene sonra Alfred Hitchcock’un Psycho’sunda (Sapık, 1960) oynayacak olan Janet Leigh’in bu filmde de tekinsiz bir otelde yapayalnız kalması, odasına onun isteği dışında girilmesi ve oldukça kötü durumlara düşmesi çok ilginç bir tesadüf. Kendisi filmde Mike Vargas’ın yumuşak karnı olan eşi Susan’ı canlandırmakta ancak filmde bir diğer aktris daha göz doldurmaktadır: Aslen Alman bir kabare şarkıcısı olan Marlene Dietrich, filmde Hank Quinlan’ı uzun bir süredir tanıyan ve onun çöküşüne şahit olan Tanya’yı canlandırmaktadır. Kendisi, bu filmde fal bakan, gizemli, sakin ama soğuk karakteriyle, her zamanki buğulu bakışlarıyla ve maskülen havasıyla çok fazla sahnede görünmüş olmasa da akıllarda kesinlikle kalıcı olmuştur.

Bir suç hareketiyle açılmış olan film, “bu bomba neyin nesidir?” sorularıyla devam ederken durum bir anda Mike Vargas ile Hank Quinlan arasındaki “doğru ile yanlışın mücadelesine” dönmüş, durum bambaşka bir konsept kazanmıştır. Tamamen dürüst ve masum olsa da Mike Vargas’ın üzerine sürekli olarak dolaylı yoldan karısı veya direkt olarak kendisi hedef alınarak çamur atılmaya çalışılmış, kimi zaman bu çamurların altında kaybolacağı düşünülmüştür. Ancak Hank Quinlan’ın gerçekten de bir geleceği yoktur, zira o geleceğini kendi elleriyle tüketmiş, makamını ve de mesleğini bütünüyle kendi amaçları için kullanmaktan çekinmeyen alkolik bir polis memurudur.

Kendi eşinin ölümünden sonra adaletin işleyişinin iplerini bütünüyle kendi ellerine almak isteyen Quinlan, sanki elektrikli sandalyeye gönderdiği her yeni suçluyla karısını tekrardan kurtarmaya çalışmakta, en azından doğru olan şeyi yaptığını sanmaktadır. Sırf bu amaçla, olay yerine yardımcısıyla beraber sahte kanıtlar yerleştirmekten çekinmemekte, bazen de masumların bile canını yakmaktadır. Bu filmde aslında karşı karşıya olan iki taraf da adaletin tarafındadır ancak bu iki kişinin adalet anlayışı tamamen farklıdır. Birisi mutlak adalet kavramına inanırken, diğeri kendi anlamını ve de eylemlerini kendisi yaratmıştır.

Welles’in dejenere polis şefini oldukça güçlü bir portre sergileyerek canlandırdığı filmde yine aynı şekilde güçlü gölgeler ve imgeler, suçlu olan kişilerin hem alt hem de eğik açıyla gösterildiği, diğer bir deyişle bu karakterlerin gözdağı veren yapıda, ürkütücü olduğu ve “çarpık” doğalarının kamera hareketiyle de aynalandığı sahneler bol bol mevcut. Yine bir başka ilginç durum, filmin yalnızca en başıyla en sonunda önemli aksiyonlar görmemiz, bunun dışındaki sahnelerdeyse genellikle kötü bir kâbusun içindeymişiz gibi oradan oraya savruluyor olmamız. İçindeki karakterleri sürekli olarak tanımaya çalıştığımız ve sonunun nasıl olacağını kestiremediğimiz, belki de biraz dağınık bir film Touch of Evil. Sırf bu açıdan bile, kendi şahsına münhasırlığıyla sevilecek pek çok yönü bulunan, zaman geçtikçe tekrar tekrar izlenecek bir yapım. Bize bu filmi beyazperdede izleme deneyimini yaşama şansı verdiği için Sinematek’e buradan teşekkür ediyoruz. Ayrıca güzel bir haber de verelim: Bu ay Sinematek’te, sitemizde filmlerinin kritiklerine yer verdiğimiz Luis Buñuel filmlerini izleyeceğiz! Herkese iyi seyirler dileriz.

Ece Mercan Yüksel


[1] Noir Fransızca’da “siyah, kara” anlamına gelmekte.

Dial M for Movie FILM NOIR sayfası (yeni sekmede açılır)

Bir Cevap Yazın