Gillian Flynn’in 2012 yılında çıkan aynı adlı romanına dayanan 2014 yapımı Gone Girl (Kayıp Kız) bir David Fincher filmi. Fincher, Jake Gyllenhaal’lu Zodiac (2007) ve Brad Pitt, Kevin Spacey ve Morgan Freeman’lı Se7en (Yedi, 1995) gibi neo-noir yapımlarıyla biliniyor. Gone Girl de en bilinen neo-noirlar arasında yerini alırken, Fincher’a en çok para kazandıran filmlerden biri. Peki nedir neo-noir? Neo-noir, bizim bugüne kadar sitemizde de sık sık yer verdiğimiz, Amerika’da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkmış olan noir türünden [1] etkilenen ancak tabii ki modern dünyanın getirilerine de hem içerik hem de görsel olarak yer veren filmlere deniyor. Gone Girl’ü en önemli neo-noirlar arasına dahil eden özelliklere örnek vermek gerekirse elbette ilk aklımıza gelen, doğrudan kahraman olarak niteleyebileceğimiz karakterlere değil de motivasyonları muğlak olan anti-kahramanlara, ayrıca bir femme fatale’e sahip olması.

Ben Affleck tarafından canlandırılan Nick Dunne karakteri eşi Amy Dunne’ın (Rosemund Pike) aktardığı kadarıyla oldukça ilgisiz, aldatan ve tembel bir koca. Dolayısıyla onu sevmek için neredeyse hiçbir sebebimiz yok. Filmin en başından itibaren her şeyi Amy’nin gözünden dinlediğimizi, dolayısıyla bakış açımızın, onun hisleri ve düşüncelerinin oluşturduğu filtreden geçtiğini hatırlatalım. Bu kısım filmde özellikle kritik önem taşıyor, zira film ilerledikçe o zamana kadar gördüğümüz ve duyduğumuz her şeyin doğruluğunu sorgulamaya başlıyoruz.

Şimdilik Nick Dunne karakterini Amy’nin aktardığı şekilde ele alalım: Nick Dunne’ın eşi Amy’i çok genç yaştaki öğrencisiyle aldattığını, hatta buna Amy kayıpken bile devam edebildiğini, zamanla tembelleştiğini ve ilgisizleştiğini biliyoruz. Ancak bu kişi Amy’nin yansıtmaya çalıştığı gibi şiddet gösteren ve kredi kartlarını inanılmaz biçimde borca sokan bir adam değil elbette. Buna ek olarak, düşündüğümüz zaman eşlerin zaman içerisinde birbirine ilgilerini kaybetmeleri, pek çok yerde gördüğümüz bir durum. Yani Nick Dunne tüm kusurlarıyla, hepimiz gibi sıradan bir adam aslında. Bu da onu en sık karşılaştığımız noir karakterlerinden birisi hâline getiriyor.

Amy ise tahmin edebileceğimiz üzere bir femme fatale portresi çiziyor. Normal şartlarda tanıştığımız femme fatale’ler hayatlarında güvensizliği, parasızlığı ve de tehlikeyi tatmış, kendilerini koruma içgüdüsü ile duyguların aşamadığı bir zırh üretmiş, kendi amaçları uğruna erkekleri kullanmaktan çekinmeyen kadınlardı. Ancak Amy Dunne alıştığımız tarzda bir femme fatale değil. Alışkın olduklarımıza benzer olarak evliliğin mutluluk getirmediğini ve insanlara güvenilmeyeceğini fark etmiş bir kadın Amy. Ancak her şeyden öte kendisini asıl motive eden, duygularının incitilmiş olması ve bunun bedelini ödetmek istemesi. Amy Dunne’ın intikam hırsıyla yanıp tutuştuğu kısımlar oldukça mantıklı görünürken, kendisinin sırf kocası Nick’e geri dönmek için cinayet işlemesi ve kendisini sevmediğini bildiği bir adamla evli kalmaya çalışması, durumunu fazlasıyla patolojik hale sokuyor. Bu konudaki düşüncemiz sözü geçen bu son kısımların Amy Dunne’ın karakter gelişimi öyküsüne uymadığı ve genel resme bakınca biraz sırıttığı yönünde. Nitekim bu, hikâyenin kendisiyle ilgili bir problem olduğu için bu soruna çok fazla eğilmeyeceğiz.

Bir başka özellik ise birlikte yaşayan veya evli olan iki insanın birbirinin sonunu getirecek şeyler yapacağına, evliliğin veya uzun süren bir birlikteliğin aşkı öldürdüğüne ve karşılıklı güven diye bir olgunun var olmadığına kesin gözle bakılması… Filmdeki “evlilik terörü” teması Amy’nin ağzından da sık sık işleniyor. Amy sıklıkla “o çiftler” gibi olmayacaklarını sandığını söylerken ve Nick ile özel olduklarını sanırken, aslında hiçbir şeyin farklı olmadığını, ekonomik krizin vurup geçtiği bir evliliğin de diğer tüm evlilikler gibi stereotipleşmeye mahkûm olduğunu fark ediyor.

Evlilik filmde insanların birbirini ne kadar tanımadığını gösteren, insanları belki de zamanla canavara çeviren görünmez bir tehdit olarak pusuda bekliyor. Finansal zorluk demişken, noir’ın bir başka önemli özelliğinden söz edelim: Filmlerin içinde ayrıntılı olarak söz edilmese de hikâyenin arka planında daima büyük bir toplumsal kriz baş göstermekte. Mesela 1945-1960 yılları arasında gördüğümüz filmlerde İkinci Dünya Savaşı sonrası toplumsal değişimlerini, noir türünün sonraki örneklerinde Soğuk Savaş (1947-1989) döneminin getirdiği ağır buhranı ve nükleer paranoyayı görüyoruz. Fincher’ın Gone Girl’ünde ise Küresel Ekonomik Kriz (Great Recession, 2008-2012) arka plandaki ana problem olarak göze çarpıyor.

Maskülen – Feminen
Film noir’daki femme fatale karakterinin gerçekleri yansıtmadığını da ekleyelim. İkinci Dünya Savaşı’ndan döndükten sonra ülkelerinde daha farklı bir kadın profili bulan erkeklerin hem ekonomik hayattaki hem de kişisel hayatlarındaki iktidarlarını kaybetmeye yönelik duydukları korkunun bir yansıması olarak ortaya çıkmış, hâliyle cinsiyetçi bir bakış açısını yansıtan bir karakter tiplemesi femme fatale. Gone Girl’de de en başta Nick Dunne’dan adeta nefret etmişken, işlerin seyri öyle bir değişiyor ki Amy’nin korkunçluğu karşısında afallıyor, Nick’in kurban olduğu ve diğer tüm kadınların ona saldırıp onu mahvetmeye hazır olduğu bu dünyada Nick’in hem ruh hem de bedensel sağlığını koruması için adeta dua eder hale geliyoruz. Nick böylelikle ilgisiz ve aldatan koca olarak bir suçludan, “çılgın” karısı karşısında mağdur bir adam olmaya doğru sert bir geçiş yapıyor ve filmin devamında gösterilen her şey bizi Amy’den daha da fazla kopararak Nick’i savunmamızı, kendimizi onunla eşleştirmemizi sağlıyor.

Nick’in filmdeki tek gerçek desteği kız kardeşi Margo (Carrie Coon), lâkin onun da filmde ne kadar “maskülen” şekilde tasvir edildiğini gözden kaçırmamak gerek. Gerek giyimi gerek tavırlarıyla, senelerin barmeniymiş gibi kardeşine içki doldurmasıyla, bir “erkek gibi” bira içmesiyle Carrie Coon’u tanımak, özellikle de The Nest’ten (Yuva, 2020) sonra neredeyse imkânsız. Bira içmek, içki doldurmak ve tişört-pantolon giymek tabii ki yalnızca erkeklere özgü davranışlar değil. Ancak filmde kadınların ve erkeklerin uğraşları, giyimleri ve fiziksel özellikleri konusunda detaylı bir ayrım yapılmış. Dolayısıyla bu yazıda incelenen şey, bu filmin evreninde karakterlerin tiplemelerinin nasıl olduğu ve tüm bunların ne anlama geldiği. Kısacası bu “maskülen-feminen” ayrımları bizim kişisel görüşlerimizi yansıtmıyor. Detaylı ayrımlardan söz etmişken, Amy’i ve güzel, şehirli kadın profilini ele alalım: Kendine bakan, tabii ki sarışın, iyi giyinen ve özellikle kadınsı iç çamaşırlarını seçen, büyük bir uğraşla 34 beden kalan bir kadından söz ediyoruz Amy dendiğinde. Dolayısıyla Margo, Amy’nin yanında fazlasıyla erkeksi kalan bir kadın ve Nick’e destek olup onu anlayan kişi olarak Margo gibi bir karakterin seçilmesi hiç de şaşırtıcı değil.

Öldürmeye Hazır: Karadul Arketipi ve Film Noir Kadını
Bir diğer noktaysa filmin cinayet ve başka suçları içeriyor olması. Tabii neo-noir, David Fincher ve cinayet dendiğinde Alfred Hitchcock’tan söz etmemek olmaz. Amy’nin sarışınlığı “Hitchcock sarışını” tamlamasını çağrıştırıyor. Buna ek olarak, birlikte olduğu kişinin kafasının içinde olup bitenlerden bihaber olan ve bu gizemi çözmek için yanıp tutuşan erkekleri de hatırlatıyor izleyiciye. Evlilik terörü Amy’nin yaptıkları ortaya çıktığında bitecek sanıyoruz. Ancak daha da korkuncu oluyor ve kafasının içinde az çok ne olup bittiğini bildiği, psikopati seviyesinde bir soğukkanlılıkla cinayet işleyebilen bir femme fatale ile aynı çatı altında, hatta belki aynı yatakta uyumak zorunda kalıyor Nick. Aslında bu gizemi çözememek daha mı iyiydi diye düşünmeden edemiyoruz. Yanımızdaki insanların gerçek hislerini, düşüncelerini ve motivasyonlarını bilebilsek kaç kişinin yanında kalabilirdik sorusu çok doğal ve çabasız bir şekilde geliyor akıllara. Ayrıca Amy’nin resmen bir “karadul” gibi, Desi Collings’i (Neil Patrick Harris) onunla birlikte olduktan hemen sonra, henüz Desi beyninden yayılan hormonların etkisindeyken öldürmesi ve aslen çocuk istemediği hâlde hamileliğini bir silah olarak kullanması onun “kötü ve tehlikeli kadın” imajını kuvvetlendiriyor.

Pek çok dalda ödüle aday olan Gone Girl neredeyse travmatik bir seyir deneyimi sunuyor diyebiliriz. Noir mirasını kendinden de pek çok şey ekleyerek sürdüren yapım, yer yer cinsiyetçiliğe kaçacak türden yargı ve yönlendirmelerde bulunsa ve klişeleşse de kesinlikle iyi bir film okuması sunuyor. Gone Girl’den yola çıkarak pek çok eski noir’a ve birçok Hitchcock filmine referans verilebilir, buradan da okuyucu gerilim türüne dair yepyeni bir bakış açısı kazanabilir. Sinemayla akademik olarak ilgilenmiyor olsak bile içinde bol bol plot twist bulunduran, dingin görünen ancak bir o kadar da insana karanlık sularda yüzüyormuş hissi veren Missouri manzaralı, her sahnesi üzerinde uzunca düşünülmüş bir seyir imkânı sunuyor Gone Girl. Kesinlikle deneyimlenmesi gerekenlerden. Filmi izleyenler de muhtemelen tekrardan izleyecek. Bu yüzden, keyifli seyirler!
[1] Esasen noir’ı bir “tür” olarak nitelemek çok doğru değil. Bir genre da olmayan noir için, yalnızca belli ortak özelliklere sahip filmleri sınıflandırabilmek için başvurulmuş bir kelime ve bir birleşim kümesi diyebiliriz.
