Deniz Gamze Ergüven’in ilk uzun metrajlı filmi olan Mustang (2015) ilk gösterimini 68. Cannes Film Festivali’nde gerçekleştirmişti. Filmin adının neden Mustang olduğu sorulduğunda Ergüven, doğa içerisinde koşan kızların görüntüsünü Amerika’nın ünlü yaban atı Mustang’a benzetmesinden dolayı bu ismi verdiğini söyler. Türk sinemasında temsili hayli az bulunan bir feminist filmdir Mustang. Dili dişildir ve öznesi kadınlardır. Kadınları kalıplara sokmak isteyenlerin kalıplarını kıran ve kadınları aynı şekilde hapsetmeye çalışanları hapseden, toplumsal normların ve toplumsal nefretin bozumu için didinen bir senaryoya sahiptir.

Feminist sinema ve feminist film, Anne M. Smelik’in Feminist Sinema ve Film Teorisi -ve Ayna Çatladı kitabında bahsettiği gibi “cinsel farklılığı bir kadının bakış açısıyla sunan ve cinsiyetler arasındaki asimetrik iktidar ilişkisine dair eleştirel bir farkındalık sergileyen filmlerdir.” (2008: xii). Her kadın yönetmenin ve/ya senaristin yaptığı film feminist film değildir, erkek yönetmenler ve/ya senaristler de feminist film yapabilirler çünkü feminist sinema yönetmenin ve/ya senaristin cinsiyetinden bağımsız bir yaratımdır ve bu yüzden feministtir. Türk Sineması uzun dönemler boyunca ataerkil bir atmosferin içinde devinimini sürdürmüştür. Bu dönemlerde filmler atmosferin eril diline sahiptir. Özellikle Yeşilçam Sineması’nda kadınlar özne olarak görülmez, sürekli olarak kendi içlerinde kategorize edilirler.

Bu filmlerde bir gölge olarak işlenen kadın ya tamamen saf, temiz, masum ve diğer bir deyişle Bakire Meryem’dir ya da tamamen kötücül, şeytani, femme fatale ve diğer bir deyişle Lilith’dir. Sinema kültürel bir araç olarak düşünülürse o dönemlerin popüler Yeşilçam Sinemasının bu seksist ideolojisi seyirciye de yansır ve bu dönemlerin hem kültürel hem sosyal hem de siyasi durumunu göz önünde bulundurarak diyebiliriz ki; kadınlar da patriyarkanın eril diline ve zihnine sahip olurlar. Belki feminist bir bakış kadar radikal olmasa da kadını öznesi haline getiren filmler yapılmak istense de sürekli olarak patriyarkanın kazdığı çukura düşen, kendi içinde çelişkili yapımlar yaratılır. Yeşilçam’dan ayrı olarak Türk Sineması’nda kadın temsilleri bulmak son derece zordur ve Türk Sinema tarihi açısından büyük bir sorundur. Tek bir filmle bu derin boşluğu doldurmak ve durmaksızın kanayan bir yarayı tek bir merhemle iyileştirmek imkânsız olsa da başlangıç her zaman umut vadeder.

Film, beş kız kardeşin denizde erkek arkadaşlarıyla oynadıkları bir deve güreşi sonucunda onları gören bir köylünün namus bekçiliği yaparak kızların babaannesine (Nihal G. Koldaş) kızların “yoldan çıktığını” söyleyerek kız kardeşlerin eve hapsedilmesi ve ev hanımlığına doğru adım adım yetiştirilmeleri konusu etrafında şekillenir. Kız kardeşler arasında en küçük olan Lale (Güneş Şensoy), diğer kardeşlerinden ve diğer kızlardan biraz daha farklı olarak resmedilir. Aslında farklı olmasını sağlamayacak şeyler (futbolla ilgilenmesi, özgür iradeleri dışında ona ve kardeşlerine yaptırılmak istenenlere baş kaldırması vs.) ataerkil zihinlere sahip kasabada ve sosyal ortamda farklı olarak addedilmesini sağlar.

Ev hapsine tabi tutulan kızların kıyafetlerinden saçlarına hatta kahkahalarına dışardan müdahaleler yapılır. Filmin başında evi kahkahaları ile boyayan kızların kahkahaları susturulur ve bu şenlik sesinin yerini silah sesi alır ve evi boyayan şey psikolojik şiddete katlanamayan bir kızın tazecik kanı olur. Ahlaka aykırı olarak hareket ettiği söylenen kızların yönetiminden hem babaanneleri hem de amcaları Erol (Ayberk Pekcan) sorumludur. “Ahlaka aykırı” sayılan her şey kızların odasından alınır. Böylelikle ev bir hapishane, kızların odaları ise birer hücre halini alır. Rengarenk kıyafetlerin yerini vücut hatlarını belli etmeyecek koyu renkli entariler alır, kalem tutması gereken ellerine mutfak bıçakları ve hamurlar verilir, kitaplar okuması gereken gözlerinin önüne toplumun ahlakını üst düzeyde temsil eden gündüz kuşağı dizileri konulur, dünyanın bin bir ezgisini duyması gereken kulaklarında ise “Bunu feministlere anlatamazsın mesela, onlar anneliği kabul etmiyor.” ve “Kadın herkesin içinde kahkaha atmayacak, kadın iffetli olacak.” cümleleri yankılanır. Lale bu durumu “kadın üretim fabrikası” şeklinde betimler. Kadın üretim fabrikasında özgür düşünceye yer yoktur bu yüzden Gezi Parkı Direnişi ile ilgili filmde gördüğümüz her türlü simge kaldırılır. Eugène Delacroix’in Halka Yol Gösteren Özgürlük tablosu da ahlaka aykırı sayılarak kaldırılır çünkü tabloda baş kaldıran bir kadın resmedilir bir de üstüne bu kadının memeleri ortadadır.

Kızlar sürekli olarak evden kaçmanın yollarını ararlar ve Lale, bölgede oynanacak olan bir futbol maçının seyircisinin yalnızca kadınlar ve çocuklar olacağını duyduğu zaman diğer kız kardeşlerini de ayarlar ve hep birlikte evden kaçarlar. Erkeklerin bir önceki maç küfür ve şiddet içeren eylemlerinden dolayı ceza alması ve kadın ve çocukların yalnızca erkeklerin ceza aldıkları ortamda varlıklarını gösterebilmeleri televizyondaki bir kadının “Allah erkeklerden razı olsun.” sözleri ile daha da acı verici tatsız bir gerçek olarak yüzümüze çarpar. Bu süreçten sonra evin demir parmaklıkları daha da yükselir.

Babaanne torunlarını bir an önce evlendirme niyetiyle, bir nevi üzerlerindeki çamuru silkeleme ve namus temizliği çabasıyla kızları köy meydanına çıkarır. Sonay’a (İlayda Akdoğan) görücü gelenlere Sonay’ın itirazı üzerine Selma’yı (Tuğba Sunguroğlu) öneren babaannenin ve görücü gelenlerin kızların kişiliği ile değil dişiliği ile ilgilendikleri, görücü geldikleri kızın değişmesi üzerine herhangi bir şey dememelerinden anlaşılır. Sonay bu itirazı ile aynı zamanda köydeki sevgilisinin onu istemeye gelmesi üzerine sevdiği kişiyle evlenir. Sonay gelinlikle evden çıkmadan babaannesinin kapıyı damadın yüzüne kapatıp “Kız evi naz evidir.” demesi üzerine Sonay bu mantıksız geleneğin kapısını kırarmışçasına açarak sevdiğinin kollarına atlar. Sonay’ın mutluluğu Selma’da yoktur çünkü evleneceği kişiyi tanımıyordur.

Daha ilk gecelerinden Selma’nın kocasının ailesi kanlı çarşafı görmek isterler. Fakat ortada kan yoktur. Selma ona sinirle çıkışan kocasına yeminler eder ancak soluğu hastanede alırlar. Bu Selma’nın ikinci kez bakirelik testi için hastaneye gelişidir. Travmasını ikinci kez yaşamaktadır. Selma evlenene kadar birileriyle birlikte olmasına rağmen kızlık zarı esnek olduğu için tıbben bakiredir. Doktora “Dünyadaki herkesle yattım.” dediğinde aslında Selma’nın kendisini ona dayatılan ve ortasında yetiştiği toplumun ataerkil zihniyetin gözünden gördüğünü anlarız. Çünkü ataerkil zihniyet yalnızca erkeklerin sahip olabileceği bir düşünce sistemi değildir, aynı feminist düşünce sisteminde olan erkeklerin -her ne kadar azınlık olsa da- var olması gibi, ataerkil zihniyete sahip kadınlar da vardır ve üstelik oldukça da fazlalardır.

Bu süreden sonra evlendirilmek istenen kişi Ece (Elit İşcan) olur fakat Ece özgürleşmeyi intihar ederek sağlar. Bu intihar konuşulmaz, herhangi bir yankı uyandırmaz, Ece’nin intiharından sorumlu olan babaanne ve amca yaşamaya devam eder. Ece’nin intiharı da bir kadın cinayeti sayılabilir çünkü üzerinde uygulanan psikolojik şiddet ve kapatma sonucu kendi canına kıyar. Bunun gerçekleşmesini sağlayan kişiler elbette ki vardır. Antonin Artaud’un “Beni intihar ettiler.” dediği gibi, Ece’yi de intihar ederler.

Ece’den sonra daha reşit bile olmayan Nur (Doğa Zeynep Doğuşlu), babaanne için yeni gelin adayıdır. Nur, amcası tarafından her gece sistematik olarak tecavüze uğrar ve bundan babaannenin de haberi vardır. Bir gece amcası Nur’un bekaretini bozar ve bunun üzerine babaanne bu lekenin üstünü kapatmak için onu evlendirmeyi düşünür. Kızların erkekler ile denizde oyun oynaması, kitap okuması, kahkaha atması, sevdiği insanların olması ahlaka aykırı sayılırken bozulmuş, küflenmiş patriyarkal sistemin ataerkil zihniyetine göre amcasının yeğenine sistematik bir şekilde tecavüz etmesi ahlaka son derece uygun ve Anadolu irfanı olarak sayılır. Yazar Büşra Sanay’ın Kardeşini Doğurmak – Türkiye’de Ensest Gerçeği kitabında “Bir baba denen şerefsiz kendi kızıyla ilişkisini haklı çıkarmak için nasılsa biriyle yapacak önce benle yapsın şeklinde.” diye geçen anlatının yalnızca kan bağı yönünden farklı bir versiyonunu izleriz.

Evden kaçmadan önce kendilerini amcalarının öfkesinden korumaya çalışan Lale ve Nur bir şekilde kendilerine hapishane olarak yeniden yaratılan evin içine amcalarını hapsederek negatif diyalektik örneği olarak evi yapıbozuma uğratırlar. Daha öncesinde maça giderken yolda tanıştıkları Yasin’den yardım isteyen Lale ve Nur İstanbul’a kaçmayı başarırlar. Yasin’den bir süre direksiyon dersleri alan Lale’ye ilk başta “Bizi böyle görürlerse ne derler.” diye endişelenen Yasin iki kızın özgürleşmesi için elalemin ne derlerini bir kenara fırlatıp onlara yardım eder. Patriyarkal sistem içinde ataerkil zihniyetin endişelendirdiği fakat her şekilde kadının yanında olmaya çalışan eril bireyi temsil eder Yasin. Aynı zamanda uzun saçları ile de toplumun beklentisinde olduğu stereotipik erkek görünümden uzaktır.

Köyden şehre kaçan kızların bu zamana kadar olan hikayesinde sürekli olarak bir köy-şehir diyalektiği vardır. Şehir özgürlüğün olduğu mekandır ve köy gibi ahlakçılığın kol gezdiği kurak ve donuk bir coğrafyadan diğerine kaçmaya çalışır Lale tüm bu süreç boyunca. Diğer kardeşleri gibi önce eve daha sonra da köye hapsolmak istemez. İstanbul’da yaşayan öğretmenine filmin başlangıç sekansında ondan ayrıldığı için sarılıp ağlayan Lale bu sefer ona kavuştuğu için sıkıca sarılır. Kızlar eğitime de kavuşmuşlardır bu sayede ve asıl özgürlükleri de bu şekilde başlayacaktır. Köyün cehaletinden kaçarak şehrin eğitimine sığınırlar. Başından beri beş ayrı kadın karakteri ve hikayesi sunan Mustang’de her kadının hikayesi birbirinden oldukça farklı şekillerde sonuçlanır. Sonuç ne olursa olsun, karakterler ne kadar farklı olursa olsun asıl mesele ataerkinin biyoiktidar alanının dayanılmaz ağırlığıdır. Bu ağırlıktan farklı yollarla kurtulmaya çalışan kadınları en çıplak haliyle beyazperdeye yansıtmıştır Mustang. Tüm yönleriyle baştan sona feminist bir film olan Mustang’in tek ve son olmamak adına yaktığı ateşi diğer feminist zihinlere ve eserlere emanet etme arzusu son derece açıktır. Ve bu ateşi alan her eser karanlıktan korkmamayı, gerekirse tüm evreni ateşe verebileceğimizi tüm kadınlara gösterecektir.
