THE MENU ya da Biçim ve İçerik Arasındaki Kopukluk

Bir süredir merakla beklenen filmlerden biri olan The Menu (2022), geçtiğimiz Filmekimi’nde gösterildi, bu yazıyı Ekim ayında değil de Kasım’da okuyor olma nedeniniz, doğal olarak yapım hakkındaki görüşümüzle, başka bir deyişle Dial M for Movie’de sinema sevgisini, daha çok haklarında olumlu düşündüğümüz filmler aracılığıyla yaymak istememizle ilgili. Filmin yönetmen koltuğunda Game of Thrones, Succession ve Shameless gibi son derece popüler dizilerden aşina olduğumuz Mark Mylod bulunuyor, senaryo ise yine televizyon kökenli Seth Reiss ile Will Tracy ikilisine emanet edilmiş. Görsel açıdan (dekor ve mekan, makyaj, kıyafetler, ışık kullanımı, görsel efektler, çekim ve montaj teknikleri) son derece kaliteli olan yapımın yönetimi de Mylod tarafından başarıyla gerçekleştirilmiş, ne var ki senaryo nedeniyle film bir türlü “ne olacağına” karar veremeyen bir yapıya sahip.

Ralph Fiennes & Anya Taylor-Joy

Film, Tyler (Nicholas Hoult) ile “hiç hesapta olmayan” partneri Margot’nun (Anya Taylor-Joy) sadece özel davetlilerin ve yüksek miktarda para ödeyenlerin katılabildiği bir ziyafete, daha doğrusu gastronomik bir etkinliğe katılmak üzere yola çıkmalarıyla başlıyor ve yavaş yavaş diğer karakterlerle de tanışarak söz konusu mekana giriyoruz. Ralph Fiennes’ın muhteşem bir şekilde canlandırdığı Şef Slowik karakterinin ortaya çıkmasıyla film belli bir çizgide ilerleyecek gibi görünüyor: “Malvarlıklarıyla ne yapacaklarını şaşıran” insanların akıldışı bir yemek etkinliğinde bir araya gelmeleri üzerinden toplumsal yozlaşmanın ve kapitalizmin eleştirisi. Ancak kısa sürede anlıyoruz ki, film bu yola pek girmiyor, saydığımız sorunlara sadece değiniyor denebilir.

Anya Taylor-Joy & Nicholas Hoult

Bir görsel anlatı elbette istediği kadar farklı yol seçebilir, sanatsal yaratımı (eğer varsa) bu açıdan, yani yapılan tercihler üzerinden eleştirmek kimseye düşmez, öte yandan 105 dakikalık filmin ilk 20 dakikası boyunca kurduğu atmosferi kısa sürede terk edip senaryo aracılığıyla “başka neler yapılabilir acaba?” demeye başlaması, sanatsal bir tercih değil, ne yazık ki “filme daha çok kişiyi nasıl çekeriz” endişesinin vücut bulmuş hali gibi. Halbuki senaryodaki “ekmek olmadan tadım” gibi gastronomik fikirler veya tüm sebze ve meyvelerin, hayvanların tek adada, özel olarak aynı ekip tarafından yetiştirilip mutfağa getirilmesi ve dışarıdan hiçbir “yabancı maddenin” (bu açıdan filmdeki Margot paralelliği güzel bir dokunuştu) mutfağa sokulmaması gibi ayrıntılar biçim yanında içerik’in de dolu olduğuna işaret ediyordu. Ta ki film birdenbire “B film” olmaya karar verinceye dek. Kısacası The Menu, şu üç filmden fikirler alınarak birleştirilen bir Frankenstein’s Monster olarak tanımlanabilir:

  • The Square (Ruben Östlund, 2017) – [ilk 30 dakika]
  • Ready or Not (Bettinelli-Olpin & Gillett, 2019) – [30-95 dk. arası]
  • Herhangi bir “final girl” korku filmi – [son 10 dakika]

Bu arada B filmi konusuna hemen açıklık getirelim, kişisel olarak keyifle izlediğim birçok B filmi mevcut, çok yaratıcı yapımlar söz konusu o alanda, fakat en başta bahsettiğim gibi görsel açıdan kaliteli bir seviyede ilerleyen, başta üstad Ralph Fiennes olmak üzere oyunculukların da çok iyi olduğu bir yapımda, birdenbire “meğer filmimiz uzaydan gelen katil palyaçolar diyarında geçiyormuş!” (Killer Klowns… harika bir B filmdir bu arada) diyemezsiniz. Daha doğrusu herkes istediğini “demekte” serbest ancak ister B filmi, ister sıradan bir Hollywood yapımı, ister bir Yasujiro Ozu veya Roy Andersson başyapıtı olsun, bu ani değişimlerle seyircinin filmi ciddiye alması çok zor. “Frankenstein’ın Canavarı” benzetmesini kullanma nedenimiz de elbette yapısalcılığa getirilen en temel eleştiriye dayanıyor: Hiçbir bütün, parçalarının toplamıyla eşdeğerde değildir. The Menu bu üç filmden yararlanıyor gibi görünse de ortaya çıkan yapım bambaşka bir şey ve ne yazık ki “bambaşka” nitelemesini iyi anlamda kullan(a)mıyoruz.

Yukarıdaki listemize dönersek, Östlund’un The Square yapımı baştan sona tek bir konuyu son derece başarılı bir şekilde ele almıştı ve belli bir ekonomik statünün üzerindeki insanların, para dışındaki tüm değerlerin sündüğü bir dünyada kapitalist düzenin de “yardımıyla” ne kadar anlamsız hayatlar sürdüğüne işaret ediyordu, tabii hiçbir film bir yere “işaret etmek” veya “mesaj vermek” zorunda değil, ben bu şekilde algıladım. Matt Bettinelli-Olpin ile Tyler Gillett’in yönettiği Ready or Not kendi içinde tutarlı bir yapımdı ve eğlenceli, ilgi çekici olmasını da, izleyeceği yönü neredeyse en başından itibaren çok net bir şekilde ifade etmesine, ayrıca Samara Weaving’in oyunculuğuna ve olağanüstü bir özenle kotarılmış dekoruna borçluydu. Son olarak final girl yani zekası, çevikliği ve hayatta kalma içgüdüsüyle, kötü adam tarafından öldürülen onlarca kurbanın arasından sıyrılarak, çoğunlukla kötü adamı da öldürerek veya alt ederek kurtulmayı başaran, “hayatta kalan tek kadın” şablonunu izleyen yüzlerce korku filmindeki modeli, The Menu’nün de sonunda görmek mümkün.

Listedeki filmler ile The Menu arasındaki en önemli fark, The Menu’nün “hepsini tek filmde yapabilirim” yanılsaması en başta. Dediğimiz gibi The Square ile Ready or Not, ne anlatacağına ve hangi türde bir film olarak ilerleyeceğine daha senaryo aşamasında karar vermiş, bunu da seyircisine açıkça ifade edebilen yapımlar. Final girl şemasını kullanan korku filmleri de iskeletleri düzleminde sürpriz içermezler, korkmak için ekran başına oturmuş olan seyircilerinin sadece korkma eylemine odaklanmalarını amaçlarlar. The Menu ise, senaristlerin yaratım aşamasında yaptıkları beyin fırtınasını olduğu gibi senaryoya, oradan da filme aktarmış gibi bir izlenim bırakıyor.

Aşağıdaki paragraf bazı spoiler / sürprizbozan bilgiler içeriyor!

Mesela bir noktada “Aslında gerçekten isteseydiniz bizi alt edebilirdiniz!” cümlesi ortaya atılıyor bir karakterin ağzından, hatta devam ediyor: “Neden yapmadınız bilmiyorum?”. Ancak bu çok önemli bir ayrıntı, hatta sadece bu sav üzerine çekilen birçok film mevcut. Sanki senarist aklına gelmişken senaryoya “ekleyivermiş” gibi duruyor bu replik ve son derece dikkat dağıtıcı. Bunun dışında şefin ve yardımcılarının haksız yere zimmetine para geçirme ve benzeri suçları işlemiş davetlilerin banka hesapları gibi bilgilere ulaşabiliyor olmaları da filmin çizgisini bozan bir ayrıntı, hem nasıl yapıldığı açıklanmıyor hem de önemli olduğu halde kısa sürede üzeri örtülüveriyor. Aynı şekilde Tyler karakterinin akli dengesinin tamamen bozuk olduğunun açıklanmasının zamanlaması da filmin (varsa) genel gidişatına uymuyor ve büyük bir sürpriz öğesi olarak açıklanabilecek ve seyir keyfini artırabilecek bir öğe olduğu halde, basit bir ayrıntı gibi kalıyor.

— Spoiler sonu —

Sonuç olarak senaryodaki tüm sıkıntılara / deneyselliklere rağmen baştan sona “kayıp” bir film diyemeyiz elbette The Menu için ve kanımca bunun en büyük nedeni de Ralph Fiennes. Özellikle yakın çekimlerdeki ani veya kademeli yüz ifadesi değişimleri ve özenle kullandığı ses tonu muhteşem, kendisini bu rolde izlemek büyük bir keyif. Anya Taylor-Joy ile Nicholas Hoult da iyi performanslar sergiliyorlar, aynı şekilde John Leguizamo ve Janet McTeer da filmin artılarından. Leguizamo’yu izlemek özellikle eğlenceli çünkü bir anlamda kendini oynuyor The Menu’de, biz izleyiciler de filmdeki bazı karakterlerin verdiği tepkileri veriyoruz örneğin zihnimizde: “Bu oyuncuyu nereden tanıyorum ben?” gibi. Hemen cevaplayalım, sıklıkla yan rollerde baş gösteren Leguizamo’yu büyük ihtimalle Die Hard 2 (1990), Carlito’s Way (1993) veya Romeo + Juliet (1996) ile John Wick (2014) gibi birçok filmden gözünüz ısırıyor olabilir. Kısacası oyunculuklarıyla ön planda olan The Menu’ye, senaryosundaki aksaklıklar göz önüne alınmazsa bir şans verilebilir. Film 18 Kasım’da vizyonda.

H. Necmi Öztürk

Bir Cevap Yazın