2020’nin, bu güzel (!) yılın sonuna yaklaşırken altıncı seçkimizle karşınızdayız. Tür açısından yine çeşitlilik gösteren seçkimizde bu sefer 1980’lerden geriye hiç gitmemişiz. Tabii ekip halinde hazırladığımız seçkilerimizde hoşumuza giden yanlardan biri de bu, önceden isimleri saptasak da tüm yazılar gelinceye, görsellerle birleşinceye dek ortaya nasıl bir liste çıkacağını tam olarak gözümüzde canlandıramıyoruz. Dolayısıyla bir bakıma sadece siz okurlarımız için değil, bizler için de yeni ve keşfedilecek bir liste ortaya çıkıyor her seferinde. Bu seçkimizin ilginizi çekmesi ümidiyle, keyifli okumalar.
An American Werewolf in London (Ece Mercan Yüksel)

John Landis’in yönetmenliğini yaptığı 1981 yapımı An American Werewolf in London (Kurt Adam Londra’da) tam da Kasım ayına yaraşır bir kurt adam filmi! Yalnızca korku ögeleri değil aynı zamanda komedi unsurları da barındıran bu film için aynı zamanda bir “coming of age story” yani büyüme kurgusu da diyebiliriz.

İki genç öğrenci gezmek için İngiltere’ye giderler ve orada güneşli havalara alışkın iki Amerikalı olarak fazlasıyla zorluk çekerler. Kentten uzak bir bölgede keşfe çıkan ikili, kasabanın yerli halkı tarafından da hoş karşılanmaz. Akabinde bir canavar tarafından saldırıya uğrayan bu iki arkadaştan bir tanesi zamanla bir kurt adama dönüşür.

Yetkililer ve yerli halk bu canavarın varlığını kabul etmez, saldırıya uğrayan genç de şehirde bir hastaneye yatırılır. Yatırıldığı hastanede kendisine bakan hemşireye tutulan, kurt adam olmakta olan bu genç, bir yandan da ölen arkadaşının “hayaleti” tarafından sürekli rahatsız edilir. Hikâyeye basit bir kurt adam hikâyesi olarak bakmak yerine bir büyüme kurgusu olarak bakınca her şeyin çok daha güzelleştiğini ekleyelim.

Yetişkin bir adama dönüşmekte olan bu genç öğrenci aslen geçirdiği değişimden ve hoşlandığı kadını incitmekten korkmaktadır. Öyle ki aslında ergenlik süreci ve kurt adama dönüşüm süreci arasındaki farklar düşünüldüğünde oldukça azdır. Tarih boyunca süregelen tüm canavar / vampir hikâyelerinin gerçek hayattaki olaylardan doğduğunu da hesaba katınca, film adeta hepimizin bildiği bir döneme işaret ediyor gibi görünüyor. Filme bu şekilde bakmasanız bile keyifli bir seyir yaşayacağınız kesin!
La belle personne (Berfin Tutucu)

Christophe Honoré‘nin yönettiği 2008 yapımı film, 1678 tarihli, La Princesse de Clèves adlı romanın (Madame de La Fayette) modern bir uyarlamasıdır. Honoré bu filmi eski Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy‘nin kitabı modern yaşamdan uzak bularak yaptığı açıklamalar sonucunda çekmeye karar vermiş. Annesinin ölümünden sonra Paris’e taşınmış ve yeni okulundaki kişilerle yeni arkadaşlıklar kurma çabasında olan Junie karakterini Léa Seydoux, okulda karşılıklı bir aşkın içine girdiği İtalyanca öğretmeni Nemours karakterini ise Louis Garrel canlandırıyor.

Nick Drake‘in şarkılarının da soundtrack listesinde yer aldığı filmde müzikler önemli bir yere sahip. Klasik bir aşk üçgeni konusuna sahip gibi görünse de film genel olarak gençlerin duygusal dünyalarına, aşka ve Paris’e kamerasını çeviren bir yapım. Öğretmen-öğrenci ilişkisi, homoseksüellik, aldatma ve etik-etik olmayan gibi konularda da düşündürme amacı sağlayan ve yeni söylemler oluşturmaktan çekinmeyen La belle personne, aşk ve aşk acısı hakkında modern anlatılar yaratıyor.

Junie filofobik bir karakterden daha çok henüz başlamadan aşkın kaçınılmaz sonundaki acıyı çeken ve bu yüzden baştan bu aşkı reddeden kararsız ve karamsar bir genç kadın. Nemours, etik ve aşk kavramları arasında kalmışken aynı zamanda içinde bulunduğu ilişkisini aldatma tanımı üzerinden de düşünen bir kara sevdalı. Otto ise Racine‘in Britannicus’unda geçen Neron‘un ta kendisidir. Romandaki Neron‘un işkencecisi ile aynı isme sahip Junie‘ye kendini adamıştır. Otto ile Junie arasındaki fark Junie‘nin Otto gibi -ya da Neron gibi- kendisini öldürmek ve adamak istememesi. Filmde yer alan “elle était si jolie” şarkısı ise filmin özeti olarak sayılabilecek bir parça. Louis Garrel ve Nick Drake‘in bir araya getirildiği film konusu itibariyle aşktan da öte, aşkın kendisi olmayı başaran bir yapım.
Benim Varoş Hikayem (Eda Bebek)

Sinemanın sevdiğim bir yüzüne rastlıyorum bu filmde: Hayatın içinden, çok yönlü ve mizah dolu bir anlatı. Benim Varoş Hikayem’de Adana’da yaşayan farklı insanların farklı farklı hikayelerini onların ağzından dinliyoruz. İlk röportajda, dama koyduğu sandalyede oturmuş bir elinde sigara gülümseyerek Ceyhan’ı anlatan Culluk Yusuf’u dinlemeye başladığımız anda filmde göreceğimiz insanların kafasının farklı çalıştığını anlıyoruz: ‘Ceyhan farklı bir memleket ya. Türkiye Cumhuriyeti’nin en hızlı gençleri burda. Çok farklı bir memleket. Bir gün kavga bir gün dövüş bir gün bakmışın dayak yemişin, bir gün bakmışın karakoldasın. Bir gün bakıyon adliyedesin. Hayat böyle devam ediyor Ceyhan’da başka yaptığımız hiçbir iş yok.’

Tabi izlediğiniz filmde anlatılanların birebir gerçeği yansıtmadığını, gösteri ve mizahın da devreye girdiğini çok geçmeden fark ediyorsunuz. Bunu anladıktan sonra filmi renkli karakterlerini gözlemlemek için izliyorsunuz, yalnızca karakterlerin eşsiz replikleri için bile izlenecek bir film bu: ‘Kötü değiliz de işte hobilerimiz arasında kötülük var yani’. Yunus Ozan Korkut’un yönettiği, kurmaca belgesel olarak adlandırabileceğimiz bu filmi izlemeden geçmeyin derim.
Buffalo ’66 (Berfin Tutucu)

Amerikan senarist, yönetmen ve oyuncu Vincent Gallo‘nun yazıp yönetip aynı zamanda da oynadığı 1998 yapımı filmde kendisine Christina Ricci eşlik ediyor. Billy Brown işlemediği bir suç yüzünden hapis yatmış bir adamdır. Hapisten çıktığı gün alt üst olmuş hayattan beklentilerini hapse girmeden önce annesine yazdığı mektuplarda bahsettiği nişanlısı Wendy rolünü oynaması için dansçı olan Layla isimli bir kızı kaçırarak ailesi ile arasını içten içe düzeltme eğilimindedir. Layla, kaçırılan bir kızdan beklenmeyecek bir durum olarak Billy‘ye karşı duygusal hisler beslemeye başlar.

“Modern American Family” tanımlamasına uygun olan Billy‘nin ailesiyle olan görüşmeden sonra Layla, Billy’den ayrılmak istemez. Yaptığı Wendy rolünden çok kendini artık ailenin bir üyesi ve Billy‘nin de yakın olduğu tek kişi olarak hissetmektedir. Filmde Billy ve Layla arasındaki kadın-erkek ilişki dinamikleri ters yüz edilmiş şekilde karşımıza çıkar. Bu hikâyede kaçan kişi erkek, kovalayan ise kadındır fakat bu kaçma eylemini erkek daha fazla sürdüremez. Acınacak halde olduğu her zaman yanında olan kişinin Layla olduğunu aradan çok fazla zaman geçmeden anlamaya başlar. Düşünmek istemese bile Layla, Billy‘nin yanında varoluşu ile Billy‘nin onunla ilgili düşünmesini ve kendi sınırlarını gevşetmesini sağlar.

Hikâyeden çok mekanlar ve karakterler üzerine yoğunlaşan Buffalo ’66 filmi yoğunlaştığı kavramlar sebebiyle başarıya ulaşan bir yapım. Başarılı olmasındaki bir diğer etken ise filmdeki Billy karakterinin babası ile olan ilişkinin ilhamını filmin yaratıcısı olan Vincent Gallo‘nun babası ile olan ilişkisinden almasıdır. Bu nedenle insan ilişkileri konusunda salt bir empati duygusu yaratmak Gallo için çok zor olmamıştır. Karakterler ile ilişki kurmamızı sağlayan ve her sahnesinde duyguların çıplak bir şekilde gözler önüne serildiği Vincent Gallo yapımı bu film her zaman kaybetse bile sevmeye devam ettiğimiz Buffalo takımının ta kendisi. Gallo, filmi Billy ve seyirciyi de Layla yerine koyuyor. Her izlendiğinde sıcak çikolata kokusunun tüm karamsarlık bulutlarını aralayıp aydınlanma yaşattığı görülen bir film ve modern bir hayat / aşk masalı Buffalo ’66.
Captain Fantastic (Eda Bebek)

Dünyaya hâkim olan modern kapitalist sistemden kaçıp farklı bir hayat kurmak mümkün mü? Eşiyle yarattıkları ütopyada altı çocuğuyla beraber dünyanın geri kalanından uzakta yaşayan Ben (Mortensen), eşinin intihar etmesi üzerine ütopyasından ayrılmak zorunda kalır. Eşinin cenazesine gitmek için ormanın ortasında kurallarını kendi koyduğu sıra dışı evinden ayrılıp çocuklarıyla yola çıkar.

Vahşi doğada yaşayan, günlük programları fiziksel egzersizlerden, yabancı dil öğrenmekten ve alanında uzmanlaşan kişiler tarafından okunması beklenen ağır kitapları okumaktan oluşan çocukları, oldukça sıra dışı çocuklar. İnsan izlerken kâh hayran kalıyor kâh üzülüyor bu çocukların haline. Bizim dünyamızda küçük bir çocuğun omuzlarına çok ağır geleceğini düşündüğümüz türlü türlü bilgi ve faaliyeti Ben çocuklarına oyun niyetine öğretiyor.

Ben’in çocukları yerine bu hayatı seçmeye hakkı olup olmadığını sorgulatıyor film, tabii sonrasında şu soru geliyor: Sisteme uygun yaşayan insanların çocuklarının yerine verdikleri kararlar ne kadar adil? “Ben” karakteriyle Golden Globe ve Oscar ödüllerinde en iyi erkek oyuncu ödülüne aday olan Viggo Mortensen’i ve kusursuz performanslarıyla hayran bırakan çocukları izlemek gerçekten çok keyifli. Captain Fantastic ilham verici ve özgün bir film. Filmi izlediğimden beri zihnimde dönüp duran düşünceyi engelleyemiyorum: Ben’in çocuk yetiştirme tekniğini bir kenara mı yazsam?
It Might Get Loud (H. Necmi Öztürk)

Guggenheim’ın It Might Get Loud adlı yapımını müziğe, özellikle de rock müziğe yazılmış bir aşk mektubu olarak görmek mümkün, hatta üç “başrol oyucusu” sayesinde başka çaremiz de kalmıyor gibi. Başrol oyuncusu derken kast ettiğimiz elbette efsanevi Led Zeppelin’den Jimmy Page, The White Stripes’dan Jack White ve U2’dan The Edge. Bu üç gitarist ve bestecinin sadece bir araya gelmesi bile bir müzik olayı sayılabilecekken, üstüne bir de oturup sohbet etmeleri, birbirlerinin parçalarını çalmaları veya onlara eşlik etmeleri eklenince, karşımıza yüzyılın müzik olayı denebilecek bir yapım çıkıyor.

Belgeselin bir noktasında The Edge gitarını amplifikatöre bağlarken “it might get loud for a while” diyor, “bir süre ses çok yüksek çıkabilir”, yapımın adı da buradan geliyor tabii. Ülkemizde Gürültü Ustaları adıyla gösterime giren 2008 yapımı film, bu üç efsanevi müzisyenin geçmişlerinden, çocukluklarından, müziğe bakış açılarından ve müziğin kendileri için ne ifade ettiği gibi bilgilerden de besleniyor, birinci ağızdan gerçekleşen tüm bu anlatılar hem müziğin hem de görselliğin ön plana çıktığı bir atmosferde seyirciye sunuluyor.

Rock tarihinin en önemli parçalarından When The Levee Breaks’in nerede kaydedildiğini ve o out-of-this-world yankıların nasıl elde edildiğini, sadece el çırparak şarkı söyleyen Son House’un, Jack White’ın en sevdiği sanatçılardan biri olduğunu, The Edge’in yeni gitar riff’leri ve besteler için nerelerden ilham aldığını öğreniyor, müziğin alıp götüren yapısıyla büyüleniyor, yeni müzisyenler, yeni melodiler öğrenmeye aç olarak kalkıyoruz koltuğumuzdan. Dediğim gibi müziğe ilgi duyan herkesin keyifle izleyeceği bir yapım söz konusu, tabii rock dinliyorsanız mutlaka izlemeniz gereken bir belgesel, It Might Get Loud. Şimdiden keyifli seyirler ve iyi dinletiler.
Metalhead (H. Necmi Öztürk)

İzlandalı yönetmen Ragnar Bragason’un Metalhead / Málmhaus (2013) adlı yapıtını tek seferde özetlemek hayli zor. Büyüme sancıları, aile trajedisi, toplumsal dışlanma, bir aile ferdinin ölümüyle baş etmenin zorluğu, geleneklere bağlı yaşam ile özgürlüklerin çatışması, din, black metal, Norveç’te yaşanan kilise yangınları ve tabii ki müzik, müzik. Tüm bunlara hatırı sayılır derecede değinen yapım elbette Hera adlı (Thora Bjorg Helga) bir genç ile metal müziği merkezine alıyor.

İzlanda’da, Hristiyan dinine ve geleneklerine bağlı şekilde yaşayan küçük bir yerleşim yerinde, büyük evlatlarını genç yaşta kaybetmenin acısını dindirmeye çalışan bir aile içinde büyüyen, hayatta kendi yerini bulmaya çalışan bir genç olan Hera, genç yaşta ölen abisinin izinden giderek metal müzik sayesinde kendini ifade etmeye başlıyor. Özellikle de black metal. Yönetmen Bragason filmde aile içindeki ilişkilere son derece insanca bir perspektiften yaklaşarak gündelik yaşam içinde karşılaşılabilecek garip durumları, onlarla alay etmeden, onlara saygı da duyarak çözümlüyor, ya da en azından masaya yatırıyor.

Aile içindeki karşılıklı sevgi, hatta biraz romantik (gerçek dışı anlamında) bulsam da tüm bir kasaba halkının sevgisi sayesinde “sorunlu, tuhaf” davranışların anlaşılabileceğini ve onlara yapıştırılan “tuhaf” yaftasının aslında sadece bakan kişiden kaynaklandığını, ortada anlaşılmayacak bir şey olmadığını gözler önüne seren yapım, güldürü unsurunu düşük dozda kullanmasıyla da kendisini ciddiye aldığının altını çiziyor.

Filme eşlik eden soundtrack’in de çok iyi seçimlerden oluştuğunu hatırlatalım. Hem Thora Bjorg Helga’nın söylediği parçayı, hem de rock, metal ve black metal türlerine ait birçok klasik şarkıyı hikâye akışına konuk eden yapım, sadece göze değil kulağa da hitap ediyor. İzlanda’nın en prestijli sinema ödülü olan EDDA’da tüm en iyi oyuncu ödüllerini kazanmış olan yapımdaki oyunculuklar da kesinlikle üst düzeyde. Şimdiden keyifli seyirler.
Misery (Ece Mercan Yüksel)

Türkçe’ye Ölüm Kitabı olarak geçen, aslen bir Stephen King romanı olan Misery, Rob Reiner’in yönetmenliğinde sinemaya aktarılmış. Söz konusu kişi Stephen King olunca ortaya çok neşeli bir hikâye çıkmasını bekleyemiyoruz tabii ki. Misery de yine bu geleneği bozmadan tam bir korku / gerilim unsuru yoğun bir filme dönüşmüş. Öyle ki izleyenlerimiz filmi hatırladıkça, filmi izlerken yaşamış oldukları o gerginliği hâlen damarlarında hissedebiliyor.

Çok ünlü bir yazarı konu alan Misery, onun geçirdiği kazayı, hasta ruhlu hayran kitlesini ve kazadan sonra başına gelenleri merkezine alıyor. Sapık hayran rolünde müthiş Kathy Bates yer alırken, ünlü yazarı James Caan canlandırıyor. İki oyuncunun da her şeyin hakkını fazlasıyla verdiğini söylemeden geçmeyelim.

King’in romanındaki hissiyatı izleyiciye en iyi aktaran şeylerden birisi de kesinlikle bu oyunculuklar oluyor. Tüm bunlara ek olarak filmde bir zamanların en ünlü aktrislerinden olan, Humphrey Bogart’ın hem rol hem de hayat arkadaşı Lauren Bacall’ı da görmek mümkün. Filmi izlerken James Caan’ın canlandırdığı karakterin tüm sefaletine ve korkusuna tanık olmak, hatta onun çektiklerini seyirci koltuğumuzda birebir yaşamak işten bile değil.

Özetle söylemek gerekirse Misery kesinlikle bir “feel good” filmi değil. Ancak King’in romanlarından beyaz perdeye aktarılmış yapımları seviyorsanız – bunlara Yeşil Yol (The Green Mile, 1999) ve Cinnet (The Shining, 1980) gibi yapımlar örnek gösterilebilir – hele de gerilim türüne aşinaysanız Misery kesinlikle kaçırılmaması gereken bir yapım!
Vive l’amour (Burcu Meltem Tohum)

Tsai Ming-liang’ın karpuz kokulu filmi Vive l’amour (Ai qing wan sui), karanlık, tozlu, nemli ve boş bir evrende “yalnızlık” kavramına yeni bir bakış getiriyor. Merak uyandıran ve birbirinden çarpıcı üç farklı karakter etrafında dönen film, ıssız olanın kuraklığında dramatik bir tema barındırıyor. Filmde en çok dikkat çeken, mekân unsurunun kullanımı. Issız, kalabalıktan uzak sokaklar, fazla eşyası olmayan bir ev ve neredeyse her gün bir tuvalette geçen anlatı, yalnızlığı arka planında çok başarılı bir şekilde kullanıyor.

Cinsel göndermeleri her filminde estetik bir açıyla sunan Tsai Ming-liang, bu filminde de cinsel açlığı meyve ile sembolize ediyor ve bunu çok açık bir şekilde, izleyicinin gözünün içine sokarak yapmıyor. Çok narin dokunuşlarla, cinsel isteklerin bastırılamaz yapısını yumuşak bir şekilde sunuyor. Tayvan’ın Yeni Dalga Sineması’ndan Vive l’amour, yalnızlığın ağırlığında ezilen, kimlik mücadelesi veren karakterleri ön plana çıkarıyor.

Toplumun uç noktalarında birbirinden bağımsız ve birbirini tanımayan üç ana karakterle, “izolasyon” kelimesine de yeniden anlam kazandırıyor. Gece çökünce zihinsel ve cinsel dürtülerini tatmin etmek için aynı daireye yönelen farklı karakterler kameranın karakteristik yönelimiyle de bütünleşince izleyici olarak hiçliğe inmek çok daha kolay oluyor. Film, karakterleri ve hikayesi gibi sessiz, müzik barındırmayan yapısıyla da uyumlu bir atmosfer yaratıyor.
Women on the Verge of a Nervous Breakdown (Burcu Meltem Tohum)

Pedro Almodóvar’ın ilk dönem ve en dikkat çekici filmlerinden biri olan Women on the Verge of a Nervous Breakdown (Mujeres al borde de un ataque de “nervios”), komedi türünün en neşeli haliyle yansımış bir muharebe sahnesi. Filmin anlatısı, genel çerçevesi itibariyle gerçeklikle yapay olan arasında sıkışıp kalmış. Kimi sekanslar sizi fantastik bir dünyanın içine çekerken kimi sekanslar gerçekçi yanıyla tokat misali suratınıza çarpar.

Hikâyenin yanı sıra filmin görsel dünyası da bu karma evrene geçişe yardımcı oluyor. Gökkuşağı kıvamında pastel kimyasını tüm anlatının içine sokan yapım, gözünüzü fazlasıyla doyuracaktır. Farklı kadın imajları, ayrıca panik, şevk, çılgınlık, delilik (ikisi aynı şey değil) gibi temalar Women on the Verge of a Nervous Breakdown’da sık sık karşılaşabileceğimiz temalardandır. Filmdeki renk dağılımıyla karakterler üzerine orantılı bir şekilde yansıtılan moda tipleri fantastik renkler evreniyle uyum içinde. Takılara kadar en ufak moda unsuruna dikkat edilen bu filmde ayrıntılara boğulmak mümkün.

Halüsinojen etmenlerin dağılımı ise teatral yelpaze ile el ele tutuşmuş desek yeridir. Filmin senaryosuna, bugünlerde Almodóvar’ın son filminin uyarlaması da olan Cocteau’nun La voix humaine (1930) adlı eserindeki ünlü telefon monoloğu ilham vermiştir. Filmde Pepa’nın (Carmen Maura) telefon ile ilişkisi Cocteau’nun eserindeki akış ile takip edilebilir. Erotik, aynı zamanda çocuksu da bir yanı olan Women on the Verge of a Nervous Breakdown, Almodóvar sinemasını anlamak için en iyi örneklerden biri.
Dial M for Movie
Tüm seçkilerdeki kısa eleştirilere BURADAN ulaşabilirsiniz.