Tsai Ming-liang’ın 2003 yapımı Goodbye, Dragon Inn (Bú sàn) filmi, tamamen kapatılmak üzere olan bir sinema salonunun ardında bıraktığı hüzünlü ve dokunaklı bir nostaljiyi anlatır. Üstelik bu, zamanında her gösterimde boş koltuğu dahi kalmayan, bazen gösterilen filmde rol almış oyuncuların bile izleyiciler arasında yerini aldığı, sinemanın kalbinin attığı bir sinema salonu. Ancak zaman geçtikçe boş kalan koltuk sayısı giderek artar, öyle ki bu artış gerisinde sadece zamanında yaşanılan anıların, hayaletlerin ağırlığını taşımaktan öteye geçemeyen bir bina bırakır. Günümüzde birer birer kapanmakta olan sinema salonları için de çok iyi bir güzelleme olan Goodbye, Dragon Inn, bugün izlendiğinde dahi kendi yapıldığı dönem ile sonsuz orantıda benzerlikler barındırıyor. Sinemanın her zerresini sinesine çeken seyirciler için filmdeki kodlar hiç de yabancı gelmeyecektir.

Yönetmenin filmografisinde diğerlerinden büyük bir keskinlikle sıyrılan ve adeta yönetmenin kendi evrenine iniş yapan Goodbye, Dragon Inn, insan ilişkilerini bir anlamda insanlık dışı bir mekânın içine taşıyor. İnsanlığın hiç var olmaması, sadece sinema perdesinin cansız bir şekilde duvarda asılı kaldığı, boş sinema koltuklarının yarattığı tok kalabalık yapısı ve sadece sinema perdesinin aydınlattığı zifiri karanlık, loş mekânda tutkuyu aramanın en saf göstergesi olarak karşımıza çıkıyor. Filmde her sekans izleyiciye gelecekten gelip geçmişi ziyaret etmeyi hatırlatabilir. Dışarıdaki çılgın yağmurun şiddetinden kurtulmak için sinema salonunun içine sızan Japon turist (Kiyonobu Mitamura), gişede sinema biletleriyle uğraşan kadın (Chen Shiang-chyi), varlığından filmin sonuna değin pek haberdar olamadığımız makinist Hsiao-Kang (Kang-sheng Lee), film gösteriminin birinde durmadan yer fıstığı yiyen kadın (Kuei-Mei Yang) ve hatta Tsai Ming-liang’ın filmlerinde görmeye alıştığımız Tien Miao bile ölü bir gemide yol almış hayalet karakterler olarak karşımıza çıkıyor.

Sanki filmde dışarıdaki dünyada yaşayan hayaletlere yer kalmamış ve onlar da kendilerine çatı olarak filmdeki sinema salonunu tercih etmiş gibi. Bu hayalet ortamında gözlerimiz en çok filme adını veren 1967 yapımı Dragon Inn filminin başrol oyuncusu Chun Shih’e (1925-2005) çekiliyor. Belki de bu ortamı en hayaletsi kılan da onun sinema salonundaki gözyaşlarının varlığı. King Hu’nun yönettiği Dragon Inn (Lóngmén kèzhàn – 1967), zamanın iflah olmaz hüznünün doğmasını kendi aksiyonunda salık veriyor adeta. Tsai Ming-liang’ın Goodbye, Dragon Inn (2003) filminde, Dragon Inn’in (1967) bir başka oyuncusu Tien Miao ile aynı sinema salonunda, aynı hayalet ortamını tatmak ise sonu olmayan bir sinema büyüsünün kapılarını bize aralıyor.

Diyalogsuz Bir Diyalog
Sinemanın bir başka dili olan görselliğe dayalı diyalogsuz yapı, Goodbye, Dragon Inn’de dikkatleri üzerine daha çok çekiyor. Filmde bugün bir sinema salonuna girdiğinizde yaşayabileceğiniz her ihtimalin farklı farklı dışavurumlarını gördüğünüzden, bu size diyalogların yetersiz olduğunu doğrudan söyleyebilir. Öte yandan filmdeki karakterlerin hepsini birer hayalet gibi düşündüğünüzde, konuşmalarının da gereksiz olacağının farkına varabilirsiniz. Sinema salonları genellikle çoğu insan tarafından gündelik hayatın dehşetinden kaçmak için en ideal mekanlardan biri olarak bilinir. Biz Goodbye, Dragon Inn’de gündelik hayatın dehşetine dair hiçbir deneyimle karşılaşmıyoruz ancak filmdeki sinema salonu mekanizması bize kendi içinde, kendi dilinde bir iletişimsizliğin dehşetini tattırıyor.

Filmde ciddi bir hüzün tabanının olmasının yanı sıra izleyiciye gerçeküstü gelebilecek ve saçma derecede komik sekanslara denk gelinmesi de çok büyük bir olasılık. Hatta bu sekanslarda sinema salonlarında bizzat kendi yaşadığınız olayları bir de kameranın diğer tarafından deneyimlemiş olacaksınız dersek abartmış olmayız, bu sahnelerde gerçekçilik seviyesi o derece yüksek. Yavaş bir biçimde boş mekanlarda gezmek, sinema deposundaki kutu yığınları etrafında dolaşmak ve orada sinemanın içine hapsolmuş diğer hayaletlerle iletişim kurmaya çalışmak, size yıkımı yazılı olarak çoktan gerçekleşmiş olan hayalet bir sinema işletmesinin mezarlığını ziyaret etmek gibi hissettirecek. Tsai Ming-liang’ın usta anlatım biçimi de tam bu noktada, keskin ve birbirine zıt duygu durumlarını birleştirdiği anda ortaya çıkıyor. Goodbye, Dragon Inn aşırı hüzünlü olabilecek bir konuyu kendi güldürü diliyle bir nebze yumuşatsa da her güldürünün altında hüzünlü bir tebessüm olduğunu da unutmamız gerektiğini hissettiriyor.

Yönetmenin kamerası çoğu zaman karakterlerin gittiği yerden başka, hatta zıt bir noktaya odaklanıyor. Bu sıklıkla gördüğümüz bir çekim tarzı olmamakla birlikte kamera dilinin anlatım teknikleri açısından olanaklarını da zorlayan bir üslup. Tsai Ming-liang bu çekim tekniği ile sinemanın gösterilenden öte sınırsız bir dünyaya sahip olduğunu vurguluyor. Dinlendirici ancak bir o kadar da hareketli yapıya sahip bu çekim biçimi, filmi izleyende sinemanın özü üzerine detaylı bir makale okuyormuş hissi uyandırıyor.

“Mise en abime” Karelerinden Canlı Çıkmaya Çalışmak
Goodbye, Dragon Inn başlar başlamaz bir sinema salonunda buluyoruz kendimizi ve film bitene kadar çıkışını bile belki de tam olarak kestiremediğimiz bu sinema salonunda kalıyoruz. Kendimizi bu ana kadar her zaman sinema salonlarında filmi izleyen, deneyimleyen tarafında sayarken film başlar başlamaz kendimizi filmi asıl deneyimleyenlerin takipçisi olarak buluyoruz. Bu da bizi film karesi içinde başka karelerin içine doğru çektiğinden, direkt olarak olmazsa olmaz mise en abîme tekniğine maruz kalıyoruz. Sarmal, dar merdivenler, duvarları dökülen odalar, kimsenin içinden geçmediği daracık koridorlar yalnızlığın en melankolik halini yansıtıyor. Elden kaymakta olan sinema salonunu ayakta tutmanın son çabalamaları olan her şey bir anlamda sinema salonundaki hayaletlerin faal eylemsizliğini akla getirdiğinden, hali hazırda var olan melankolik yapının daha da kas kazanmasına yol açıyor.

Filmde yıpranmış dekorlar karanlık ve loş ışıklarla birleşince uçsuz bucaksız bir içgüdüsel üzüntü etrafı çevreliyor. Bir sinema salonu tamamen kapandıktan sonra geriye ne kalır sorusu hep akıllarda yer ediyor. Aksi gibi filmdeki karakterler de doğrudan kapanmakta olan sinema salonunun içerisinde tıkalı kalmış olduğundan onların da hayatlarının o salonla beraber yok olup gideceği fantezisine kendimizi kaptırıyoruz. Buna tam olarak çıplak yalnızlık da diyebiliriz. Ne de olsa elimizde bir sinema salonu var ve bir şekilde perdede bir film dönüyor. İyi kötü birkaç da seyirci var ancak filmin sonuna değin filmi perdeye yansıtan makinisti bile görmüyoruz. Onu gördüğümüzde bile varlığının ne kadar sallantıda olduğunun farkına varıyoruz. Bu, bedenden arınmış ruhsal çıplaklık fantezisi karakterlerin bu denli karakteristik stilize edilmesinden de kaynaklı olarak kendini gösteren bir durum.

Homoerotizm, Tsai Ming-liang sinemasında kendini sıklıkla gösteren bir oluştur. Goodbye, Dragon Inn filminde de bununla karşılaşıyoruz. Karanlık ve yıpranmış dekorlar ise homoerotik anların en iyi destekçisi olarak bulunuyor. İzleyiciler olarak etkiye açık voyeur grubunu temsil ediyor olsak da, bir bakıma anonim toplumlarda anonim karakterlerin ne denli iletişim eksikliği içinde olduğuna da en iyi bu şekilde tanıklık edebiliyoruz.

Varoluşsal Boşlukları Yaratan Hiçlikler
Goodbye, Dragon Inn bir sinema salonunda olabilecek her şeyi filtresiz bir şekilde gözler önüne seren ve elinde ne varsa onu ortaya hiç çekinmeden koyan bir film. Tam bir Tsai Ming-liang cesareti olan bu görsel ve içsel şölen bir labirentin içinde sıkışmışlık hissini derinden yaratıyor. Kimilerine göre bu labirent Stanley Kubrick’in 1980 yapımı The Shining’indeki labirenti bile hatırlatabilir. Hatta öyle ki Overlook Hotel’in kendisi bile Goodbye, Dragon Inn’deki sinema salonunun izdüşümü olarak görülebilir. Ne de olsa bu sinema salonunun içine girdikten sonra sonsuz bir düşsel döngünün içine kapılıp gidiyoruz. Filmdeki sinema salonu için karakterlerden biri “Bu sinema salonu hayaletli” der ve biz o sırada Dragon Inn (1967) filmindeki oyuncunun yıllar sonra kendi filminde kendini izlerken gözlerinden akan yaşlara tanık oluruz. Bu denli derin çizgilerle, anlamlı bir şekilde işlenmiş olan Goodbye, Dragon Inn, karşılaşmaların, hayalî fantezilerin birbiriyle iletişimde olduğu yankıları keşfe çağırıyor.

Ağır melankolik yapısına rağmen sinema salonlarının içindeki sinir bozucu ve bir o kadar da komik deneyimlerin tablosunu çizen film, bizi ses çıkararak yemek yiyen, kimseye aldırış etmeden filmi izlemeye devam eden, ayaklarını öndeki koltuğa uzatan bilindik, gündelik hayattan karakterlerle karşılaştırıyor. Bir anlamda onların bize bu kadar tanıdık gelip aynı zamanda bir sinema salonunda hayalet olmaları kuşkusuz filmin en hassas yanını oluşturuyor. Bu anlamda Goodbye, Dragon Inn, bir sinema salonu yıkılıp gitse de zamanında içinde barındırdıklarını her zaman aynı yerde yaşattığına ve oradaki deneyimlerin hiç eskimeden sonsuza dek kalacağına vurgu yapıyor. Bu da Tsai Ming-liang’ı sonsuz, akıcı ve şiirsel bir başlangıca yerleştiriyor.

Birbirinden Habersiz, Kaybolmuş Anonim Karakterler
En tatlı kayboluşlardan biri olan Goodbye, Dragon Inn’de kaybolmak bir sinemaseverin belki de kaybolmayı en çok isteyeceği yer olabilir. Birbiriyle hiçbir şekilde doğru düzgün bir bağlantısı olmamanın yaşattığı travmatik bir melankoli, hayatta anlam aramanın ne kadar özel olduğunu gösteriyor. Her zaman mekanların hayaletleri olduğuna inanan ve çocukluğundan beri bu temsili ruhlara büyük saygı duyan Tsai Ming-liang’ın filmi çektiği sinema salonunu o günkü kapanışından kurtarma çabası da gücünü buradan alır. Mekânlar yok olup gitse de hayaletler her zaman gerçek ve onlar her zaman aramızda, daha önce bilinen mekânlarından bizim onları izlememiz gibi, onlar da bizi izliyor.
